- 310 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Heybe
“Türk kahvesi yapmayı biliyor musunuz?”
Yok daha neler! Evet, sabahları kendim giyiniyorum, evet birden ona kadar takılmadan sayabiliyorum, evet adımı yazabiliyorum ve evet, Türk kahvesi yapabiliyorum.
“Niye sordunuz ki?”
“Çekirdekleri Türk kahvesi incelediğinde çektirdiğinizi görünce merak ettim.”
“O zaman ilk sorunuza cevap vereyim: Evet, Türk kahvesi yapabiliyorum.”
“Bana da yapar mısınız?”
Eğer bu şaşkınlığımdan faydalanıp cüzdanımı kapmak için geliştirmiş bir yolsa çok başarılı olacağını itiraf etmem gerekir. Tam anlamıyla boş boş baktım. Normalde böyle kulağa kaba gelen bir yanıt vermem ama o an dilim beynimin donakalmasının fırsatını kullandı:
“Niye ki?”
“Daha hiç içmemiş olmam bir neden olabilir mi? Ya da civardaki kafelerin Türk kahvesi servisi yapmamaları? Kahveyi bilen biriyle tanışma isteği?”
Marketin kahve reyonunda bizden başka kimse yoktu. Şöyle bir baktım talebin geldiği kişiye. 45-50 yaşlarında, boyu benden az da olsa uzun, koyu renk saçları omuzlarına kadar inen bir kadın. Bir Çapanoğlu var bu işte ama neresinde kestiremiyorum.
“Peki, dedim. Yarın Regency Parkında, saat on buçukta buluşalım. Otoparktan göle varınca masalar var kıyıda. Yalnız, gelemeden kahvaltınızı edin ama kahvaltıda kahve içmeyin. Çay içebilirsiniz.”
“Ya bitki çayı?”
“O da ne?”
Anlamadığımı sanıp şaşırdı.
“Hadi, yarın on buçukta buluşuruz.”
Arkamdan “Numaralarımızı değişseydik” diye seslenmesini duymazdan gelip marketten çıktım. Çok ilerlememiştim ki arkamdan tekrar seslenildi:
“Beyefendi, lütfen durur musunuz?”
Kadının yapışkanlığı canımı sıkmaya başlamıştı. Döndüm ve gördüm ki bana seslenen o değildi. On sekiz yaşlarında kasiyer bir kızdı. Göğsündeki etikete bakılırsa adı Leslie imiş.
“Beyefendi, elinizdeki poşetin parasını ödediniz mi?”
Çektirdiğim kahve poşeti elimde kasalara uğramadan dükkandan çıkmıştım.
“Aa, ben bunu ödemeyi unuttum. Çok affedersiniz”
Çıtı pıtı Leslie’nin “Hadi biz de yemiş olalım” bakışları arasında markete döndüm. Ödemeyi yaparken az önce konuştuğum kadın gözüme ilişmedi.
...
Regency Parkı arabayla gidilen bir mesafede. Zaten her yer arabayla gidilen uzaklıklarda. Son on beş yıldır evimden çıkıp bir yere yürüyebildiğimi hatırlamıyorum. Yedi nokta dört mil süren ve bu mesafe boyunca nokta yirmi yedi galon benzin yaktığım bir yolculuğun sonunda (Arabalar niye böyle raporlar vermeye başladı? Büyük Ağabey performansımızı mı gözetliyor?) parka vardım. Haftasonu olmasına rağmen pek kimse yoktu. Sabah yürüyüşü yapanlar ya da bisikletlerine binenler çoktan evlerine dönmüşlerdi. Huzur içinde göle yürüdüm.
Benden önce gelmiş, kıyıya en yakın masaya oturmuştu.
“Yok, dedim, buraya oturamayız.” Az ilerideki bir masayı gösterdim:
“Şu iyi.”
“Niye o masa?”
“Çünkü onun dibinde priz var. Herhalde burada ateş yakıp kahve yapacağımı düşünmedin?”
“Ateş değil de belki termosa filan koyarsın diye düşündüm.”
“Oha!” Ay ne güzel, yerel halk bu tip nidalardan anlamıyor. “Sen gerçekten Türk kahvesi nedir, bilmiyorsun”
Omzuma astığım heybeden bir elektrikli ısıtıcı çıkardım. İçine iki ölçü kahve ve suyu ekledim. Fişe taktım ve düğmesine basarken “Affınıza sığınıyorum” diye mırıldandım. Adetimdir; her ateşe koymadığım kahve için özür dilerim. Kulağıma yıllar öncesinden Erkan’ın “Gaz ateşi de olmaz. Kor olmalı mutlaka!” deyişi geldi. Ona da “Bokunu çıkarma istersen” diye fısıldadım. Erkan da yirmi küsur yıl önceki haliyle aklımdan buharlaşıp gitti.
Kahveler olunca yine heybenden çıkardığım fincanlara döktüm, köpüklerini ayarladım. Annemin gündelikçisi gibi “Elin gavuru ne anlayacak köpükten?” demedim.
“Kahvaltını ettin, değil mi?” diye sordum.
“Evet ettim. Ama neden ısrarla bunun üzerinde duruyorsun?”
“Çünkü kahve Türk kültüründe çok önemlidir. Günün ilk öğünü bile adını ondan alır: Kahveye altlık olan. Kahve boş
karnına içilmez. Kahve yemekle beraber içilmez. Dahası kahve yalnız da içilmez.”
“O zaman senin de kahve içmek için bana ihtiyacın vardı?”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Kahve teklifimi kolayca kabul etin. Haftasonu başka programın olmadığı için bu saate kahve seansı koyabildin.
Yanılıyor muyum?”
“Eğer o kadar yalnızsam, tek başıma içemeyeceğim bir şeyi niye aldım?”
“Ümit...?”
Bir ihtimal...
YORUMLAR
kahvenin demleniş hüzünleriyle birlikte, varoluşun buharla bir serüvenine
Kahve, adeta yaşamın kendisi , acı ve lezzetin kusursuz bir dansını sunmaya başlar…
Dil, sanki bir bilge tarafından dokunmuşçasına, soyut kavramları somut bir deneyime dönüştürür; kahve demleme süreci, insanın var olma çabasına eş değer,yalnızlığına da dost oluyor bence..
Ve şu an kahve içiyorum. Ve elimde ,tek ders sınavına gireceğim Sümürgecilik Tarihi adlı dersin kitabı var…
Ve kahvenin acı/tatlı hikayesi hakkında şöyle diyebilirim….
Kahve, tarih sahnesinde bir gizemli yıldız gibi parladı, sadece kahve çekirdekleri topraktan değil, aynı zamanda sömürgeciliğin derinliklerinden de filizlendi. Sıradan bir içecek olmanın ötesinde, kahve, sömürgecilik çağında bir göçmen gibi topraklardan topraklara dolaşarak yeni bir dünya düzeni kurmaya adaydı.
Kahve tarlaları, gökyüzüne uzanan yeşil nehirler gibi, sömürgecilerin iştahını cezbetmeye başladı. Kahvenin sihirli dokunuşuyla, sömürgeler, buğdaydan daha fazla hayali satırların ana vatanı haline geldi. Gölgelerin dansıyla şekillenen kahve tarlaları, sömürgecilerin düşlerini gerçeğe dönüştürüyordu.
Kahve fincanları, sömürgecilik sofrasının vazgeçilmez parçalarıydı. Her damla, kolonileşme sürecindeki acı-tatlı yolculuğu anlatıyordu. İçilen her yudum, toprakların altındaki hikayeleri dile getiriyor, kültürler arasında bir köprü kuruyordu.
Ancak bu tarih, sömürgecilik masasında sadece lezzetin değil, aynı zamanda acının da bir fincan içinde eridiğini gösteriyordu. Kahve, sömürgecilerin kazançlarını kahve çekirdeklerinin acılı kabuğunda gizliyordu. Bu acı, tarlalarda çalışan ellerin hikayesini, sömürgelerdeki yalnızlığı yansıtıyordu.
Öyleyse kahve, sömürgecilik tarihinde sadece bir içecek olmanın ötesinde, bir medeniyetin doğuşunu, acıların damıtılmasını temsil ederken, her fincan bir hikaye, her damla bir direniş öyküsüydü. Sömürgeciliğin siyah incisi olan kahve, tarih sahnesindeki rolünü, zengin bir anlam katmanıyla yazdı.
BakırKöyden Selamlar…
İlhan Kemal
Türk Kahvesi ne de güzeldir hele de sabah sabah bir dost ile içilince. Biz de üretilmez aslında kahve, dışarıdan gelirde pişirme şeklinden dolayı bütün dünyada Türk Kahvesi diye anılır... Her ne kadar bazı zaman yunanla sahtekarlar kendilerine mal etmeye çalışsa da bizimdir Türk Kahvesi... Tıpkı Yoğurt gibi, baklava gibi... Kutlarım güzel bir öykü...