- 304 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KURTKÖY'DE İLK GECEM
Hava kararmaya başladığında, kahvenin müşterilerinde belirgin bir azalma oldu. Sanırım akşam yemeği için evlerine gidiyordu insanlar. Babam eline aldığı bir sandalyeyi, kahvenin ortasına getirip üzerine çıktığında, tavana asılı duran iki tane lüks lâmbası olduğunu fark ettim. Onlardan birini alıp , ocaklığın önündeki masanın üzerine koydu. Alt tarafı metal gaz haznesi, bu hazneden üstteki tülden yapılma fitile gaz gönderen pompa vardı. Fitili örtmesi gereken cam korunak çoktan kırılmış olacak ki, fitil korunaksız kalmıştı. Ocaklıktan, içinde mavi renkli ispirto şişesini alıp, fitilin altındaki açık hazneye bir miktar koydu ve cebinden çıkarttığı muhtar çakmağı ile ispirtoyu tutuşturdu. Merakla onu izliyordum. - O şişenin içindeki maddenin ispirto olduğunu, çakmağına da muhtar çakmağı dendiğini, elbet sonradan öğrenecektim. - Metal haznedeki pompa ile, gaz vermeden önce, fitilin ispirto ile bir süre yanmasını bekledi. Sonradan gaz pompalamaya başladı. Biraz sonra fitil parlak bir ışık saçıp kahveyi aydınlatmaya başladı, ama bu iş çoğu zaman anlattığım kadar kolay olmuyordu. Aynı eylemleri defalarca tekrar etmesi gerekebiliyor , bazen de fitil kopuyor ve tekrar değiştirmek gerekiyordu. Bakkalda satılan bu fitiller hiç de ucuz değildi üstelik. Tabii bu olumsuzluklar karşısında, babamın ağzından çıkan küfürleri burada sayamayacağım.
Tekrar sandalyeye çıkıp, lüksü tavana astığında, kahvemiz yeterince aydınlanmış oldu. Daha sonra sobaya da bir miktar ağaç kütüğü takviyesi yapıp, metal maşa ile karıştırdı ve sobanın ağız tarafından da , ağaç saplı metal kürekle fazla olan külleri alıp dışarıya attı babam.
Biraz sonra da yine bitişikteki bakkaldan ekmek ve pakete sarılı bir şeyle döndü. Masaya serdiğinde o kâğıtta sarılı olanın bir kaç dilim pastırma olduğunu gördüm. Daha önce pek gördüğüm, yediğim şeyler değildi ; pastırma ve kavurma. Babam rahatça alıp getirebiliyordu onları. Anlaşılan, çok zayıf olduğum onun da kafasına takılmış olacak ki ; beni beslemeye çalışıyordu. Fakat, dedim ya ; iştahlı bir çocuk değildim ben. Bir çok yoksul insanın rüyalarına giren bu pahalı yiyecekleri gördüğümde bile iştahım açılmıyordu.
Yine artan ekmeğimiz oldu ve ben bu defa tek başıma o ekmeği elime alıp, bahçe kapısının önüne çıkarak Karabaş’ıma seslendim. Koşarak geldiğinde de parçalar halinde vererek onu zevkle besledim.
Yemek dönüşü, müşteriler tekrar dolmaya başlayınca, tavanda asılı ikinci lüksü de yaktı babam. Gençler yeniden masa başlarında kâğıt oyunlarına başlayıp küfürleşmeyi sürdürürken, yaşlıların çoğu da soba başında pineklemeye başlamışlardı. Bu defa bazı yaşlılar da , sarı metal taşlarla oynanan domino oynuyorlardı. Yine iki yaşlı adam da, kahvenin tek tavlasını almış onunla oynuyorlardı.
Bu arada bana seslenenler, çay, su isteyenler, sigara-kibrit ısmarlayanlar oldukça çoğalmıştı. Basbayağı garsonu olmuştum artık, babamın kahvesinin.
Saat ilerlediğinde yorgunluktan sendelemeye başladığımı ilk fark eden Hamza dayı dediğim, sonraları çok iyiliğini göreceğim, benimle en çok ilgilenen, benimle oyunlar bile oynayan, hatta ileride eşi İsmet teyzenin ısrarı ile beni evlâtlık edinmek bile isteyecek olan , tek bacaklı, yaşlı müşterimiz oldu. Babam a seslendi :
- İncirli ! Uykusu geldi ulan bu çocuğun.
Babam ocaklıktaki bulaşık yıkama işini bitirip, ellerini kuruladıktan sonra yanıma geldi.
- Çişin var mı oğlum ? O saatte elbette ki olacaktı. Başımla işaret edince kolumdan tutup dışarıya çıkarttı. Bitişikteki bakkalın etrafını dönüp, yan duvarına gelince, o duvarı gösterip ;
- Küçük çişini buraya edersin, dedikten sonra eliyle yolun karşı tarafındaki küçük kulübeyi tarif edip ;
- Orası da köy helâsı. Büyüğün gelince de oraya gidersin dedi. Beraber yoldan geçip oraya doğru yürüdük. Işık yoktu, karanlıktı. Muhtar çakmağı ile aydınlatmaya çalıştığı kabini gösterip beni içeriye bıraktı. Ben işimi halletmeye çalışıp oradan çıktım. Dış tarafta sadece bir metre uzunlukta ki bir borudan ve musluktan oluşan bir çeşme vardı. Orada ellerimizi yıkayıp tekrar kahveye döndük.
Kahvenin iki kapısı arasındaki köşenin duvar kenarındaki tahta peykenin üzerinde bir pösteke ( Koyun postu ) serili idi. Oynayan yaşlıların biraz önce bıraktığı tavlayı bulup pöstekenin baş tarafına yerleştirdi.
- Sen şimdilik burada yat, ben gece seni yatağa alırım, dedi. Bir şey söylemeden hemen uzandım oraya. Duvarda asılı duran, oldukça eski ama kalın, lâcivert renkli kumaş paltosunu da üzerime serip örttü.
Ahşap tavanda, sanırım fare takırtıları, yoğun sigara dumanı, masalarda kâğıt şakırtıları, domino taşlarının masaya vurulduğu andaki gürültüleri, küfürleşmeler, şakalaşmalar, kahkahalar arasında tavla yastık, pösteke yatak ve kumaş paltoyu yorgan yapıp çoktan uyumaya başladım bile.
Adeta uyur uyumaz, gün boyu aklıma bile getirecek fırsatım olmayan annem, ablam rüyalarıma koşarak geldiler. Ablamın kamyonun arkasından koşup bağırması, annemin de bana hiç bir şey söylemeden, bez torbamı elime tutuşturup kamyona bindirmesi geldi önce gözlerimin önüne. Sonra da yalvarmaya başladım anneme :
- Anneciğim, anneciğim ! Ne olur kurtar beni ! Gel al buradan, ne olur anneciğim !
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.