- 199 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sığınılan Yegâne Liman: Anne
Dünyaya gözlerimizi açtığımız zaman bildiğimiz tek şey ağlamaktı. Tertemiz olarak hayata geldiğimiz ilk anlarda, ileriki zamanlarda tanıyacağımız riyakar, günahkar, asi insanların kirlettiği dünyanın, pis kokusunu farkeder farketmez ağladık. İlk farkettiğimiz şeyin kötülük olması ne garip!
Sonra birileri bizi annemizin kucağına verdi; annemiz ağzımızı göğsüne dayadı, o anda şefkati, merhameti, iyiliği, güzelliği, var olan kötülüklerin karşısında her daim sığınabileceğimiz bir limanın varlığını hissederek huzura kavuştuk. Böylece hayat serüvenimiz başlamış oldu.
Ne zaman ağlasak annemiz bir kurtarıcı olarak imdadımıza yetişti. Zaman geçtikçe büyümeye başladık, bu kez çevremizdeki büyükler gelip, bizi sevmeye başladılar. Ama bu sevmeler de bir garipti. Ne bileyim, yanaklarımızı sıkıyorlar, havalara fırlatıyorlar, ara bir ısırıyorlardı. Bu tür sevmelerde nedense canımız yanıyordu, yine ağlıyorduk ve yine imdadımıza annemiz yetişiyordu. Biraz daha zaman geçince anne sütü yetmez oluyor, bu sefer yeni yeni besinlerle tanışmaya başlıyorduk, bu yeni besinlerden bazıları boğazımızda düğümleniyor, nefes almamızı zorlaştırıyor, çırpınmaya başlıyorduk ve yine yardımımıza annemiz koşuyordu. Bazen yediklerimiz gaz yapıyor, kıvranıyorduk, bu kez imdadımıza annemizin merhamet yüklü parmakları yetişiyor, hafif hafif yaptığı masajla rahatlıyorduk. Altı aylık olunca emeklemeye, ne bulsak ağzımıza almaya başlıyorduk, farkında olmadan kendi canımıza kastediyorduk, fakat annemiz hep yanıbaşımızda oluyor, kendimize zarar vermemize fırsat tanımıyordu. Yaşımıza yaklaştığımızda yürümeye başlıyorduk; ilk adım atmaya başladığımızda iki adımda bir yere çakılma tehlikesi yaşıyorduk ki, yine annemiz düşmemize izin vermeden kollarımızdan yakalayıveriyordu. İki yaşına yaklaştığımızda konuşmaya başlıyorduk; o zamanda babamızın ya da annemizin yakınları gelerek ayıp kelimeler öğretmeye çalışıyorlar, yine dilimizi annemiz düzeltiyordu. Üç-dört yaşına geldiğimizde biraz aklımız kesmeye başlıyor, yaptığımız bazı muzırlıkları pembe yalanlarla gizlemeye çalışıyorduk, bu kez her zaman doğru söylememiz gerektiğini annemizden öğreniyorduk. Çok yaramazlık yapıpta babamızdan azar işitince, belkide tokat yemek üzereyken babamızla aramıza aşılmaz, koruyucu bir duvar olarak annemiz giriyordu.
Okul çağımız gelince (babamız işte olduğundan) elimizden tutarak okula annemiz götürüyordu. Yıllar yılları kovalıyor, bizler büyüyor, serpiliyorduk; annemizse yavaş yavaş yaşlanıyordu. Annemizin yaşlandığının pek farkına varamıyorduk. Çünkü artık annemize ayıracak, onu düşünecek zamanımız yoktu. Bir tarafta bitmez, tükenmez ödevler, öte tarafta her şeyden, herkesten kıymetli, arkadaşlarımız ve masum aşklarımız vardı. İlk okulda sınıf öğretmenimize aşık olurken, orta okulda sıra arkadaşımıza sevdalanıyorduk, liseye geldiğimizde belkide karşı sınıftan birisine vuruluyorduk, bahtımız açık birazda zeki ve çalışkansak, ünüversiteye gidiyor bu sefer bizimle aynı ideolojiyi savunan birisine abayı yakıyorduk. Okul bitipte (erkekler askerliklerini yapınca) bir baltaya sap olunca, yani bir iş yerine kapağı atınca evlilik hayalleri kuruyor, okul hayatımız boyunca sevdalandıklarımızı bir kenera bırakıp annemizin gösterdiği adreste soluğu alarak (bazıları bu adresi değilde kendi bildiklerini tercih edebilir) bir yuvanın temellerini atıyorduk. Evlilik hayatımızda en ufak bir sıkıntıda bu kez yardımımıza annemizin engin tecrübesi yetişiyordu. Çoluk-çocuğa karıştığımızda yavrularımızı güvenle emanet edebileceğimiz yegane liman yine annemiz oluyordu.
Annemizin bize bu kadar zaman ayırabilmesinde ise babamızın payının ne kadar büyük olduğunu ancak anne-baba olunca anlayabiliyoruz. Fakat bizler anne ve babamızın bize gösterdikleri o engin şefkati, o sonsuz merhameti malesef suistimal ediyoruz. Üç-beş kardeşsek ihtiyar anamıza, babamıza sahip çıkma, kol-kanat germe hizmetini birbirimizin üzerine atıyoruz. Belkide onlar hayattayken miras kavgasına başlıyoruz. Ve günün birinde annemizi, babamızı kaybettiğimizde bir daha geri kazanamayacağımız, eşsiz hazinemizi kaybettiğimizi, kafamıza -vura vura- ancak farkediyoruz.
Oysaki Rabb’imiz : “Rabbin yalnız kendisine tapmayı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur.Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı "Öf" bile demeyesin, onları azarlamayasın. ikisinede hep tatlı söz söyleyesin.
Onlara acıyarak alçak gönüllük kanatlarını ger ve: "Rabbim! Küçükken beni
yetiştirdikleri için sende onlara merhamet et !" de.
İçinizde olanı en iyi Rabbiniz bilir. iyi kimselerseniz bilinki O şüphesiz,kendine
başvuranları bağışlar. (Sure-i isra 23-25)
Ebu Hureyre’den (r.a) rivayetle bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sav) bir gün: "Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün" dedi. "Kimin burnu sürtülsün ey Allah’ın Resulü?" diye sorulunca şu açıklamada bulundu: "Ebeveyninden her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cennete giremeyenin." diye buyurmuş. (Müslim, Birr 9, (251); Tirmizi, Daavat 110 (3539)
Rabbim cümle ümmet-i muhammed’e annelerinin ve babalarının rızasını kazanacak ameller işleyebilmeyi nasip etsin!
Aslında bugün bambaşka bir yazı kaleme almaya niyetlenmiştim, fakat bilgisayarın başına geçince farklı duygulara kapıldım. Belkide bu yazıyı yazmamda Sabahattin Kudret Aksal’ın ‘Gazoz Ağacı’ isimli öykü kitabında geçen ‘Soyut Oda’ öyküsünde, ‘soyut odasın’da ölen Ali Numan Beyin etkisi olmuştur.
Yusuf Akkaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.