- 141 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Kaşların Hiç Değişmemiş
Elimde hemen hemen benimle aynı yaşta bir kitap var. Bu kitabı özel kılan başka bir şey olmalı ama ne ? Yıllar önce okuduğum bu kitabı, bir hastanenin rehabilitasyon departmanında yeniden okumaya hazırlanıyorum. Yedi Güzel Adam’dan birisi olan Rasim Özdenören’in kaleme aldığı Hastalar ve Işıklar isimli kitabın kapağını açınca, el yazısı ile yazılmış birkaç satır karşılıyor beni:
“Kıymetli öğrencim Yusuf, dostluklarının kitaplar kadar sıcak ve samimi olmasını ve baki kalmasını temenni eder, hayatında başarılar dilerim.”
Adil Canbey imzalı bu notla karşılaşınca, kitabı yeniden okumadan önce Adil Canbey hakkında bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm. Aslında gereklilikten ziyade, bir mecburiyet hissettim.
Hayat boyunca karşılaştığımız, teşri-i mesaide bulunduğumuz insanların sayısı bir hayli fazladır. Bu insanlardan bazılarını her anışımızda hayırla yad ederiz; çünkü üzerimizde müsbet tesirleri olduğu gibi, hayatımıza ışıklar saçmış, ufkumuzun aydınlanmasında da hatırı sayılır emekleri geçmiştir. Bazılarını ise hatırlamak dahi istemeyiz. Hatta elimizden gelse beynimizin içine girip, o insanları ve bizlere yaşattıkları kötü anıları silip atmak isteriz...
Adil Canbey ise yalnız benim için değil, hayatının belli bir anında onunla zaman geçirme, hasbihal etme bahtiyarlığına erişmiş olanlar için mutlaka unutulmaz bir şahsiyettir.
Peki benim için kimdi Adil Canbey ? Başta bir öğretmen, hoca, sonra güzeli, iyiyi, doğruyu, hakkı tavsiye eden bir ağabey ve en önemlisi okuma alışkanlığımın temelini atmama vesile olan tam bir kitap aşığıydı.
İlköğretim altıncı sınıftan itibaren sekizinci sınıfın sonuna kadar Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersimize girmişti Adil Canbey. Biz kısaca “Din Hocası ya da Dinci” diyorduk. Sanırım yedinci sınıfta ödev olarak namazda okunacak dua ve bazı sureleri ezberlememizi istemişti. Her hafta bir sure veya dua dinliyor, sözlü notumuzu bu şekilde belirliyordu. Sıra bana geldiğinde, bütün dua ve sureleri tek seferde okuyabileceğimi söylemiştim. Biraz şaşkın ve inanmayan bir yüz ifadesiyle bakarak; “Oku da görelim” demişti. Sübhaneke’den başlayarak Nas Suresi dahil hepsini bir çırpıda hem de tecvid ve talim kurallarına riayet ederek okuduğumu görünce, şaşkınlık ifadesi yerini aferin içerikli bir sevince bırakmıştı. Akabinde okumayı nerede öğrendiğimi falan sormuş, ben de anlatmıştım. Oysa ki okumasaymışım daha karlı çıkabilirmişim durumdan. Çünkü Adil Hoca’m; “Madem hepsini biliyorsun, artık arkadaşlarının ezberlemelerine de yardımcı olacaksın!” diyerek, ikinci bir ödevi yüklemişti omuzlarıma. Ödevi yerine getirdiğimi pek söyleyemem. Sınıfta dini ilimleri öğrenmeye heves edenler olduğu gibi, zerrece umursamayanlar da vardı. Zaten sınavlardan geçer not alındıktan sonra sözlü notu pek bir şey ifade etmiyordu. Sınıfta kalmak diye bir durum da yoktu. Hal böyle olunca dua ve sureleri ezberleyenlerin sayısı, sınıfın yarısını anca bulmuştur. İlerleyen yıllarda arkadaşlar istikametlerini düzeltmişler midir diye düşünmeden de edemiyorum. Mevla’m hepimizi dosdoğru yola iletsin!
***
Sanıyorum sekizinci sınıftayken Kütüphaneler Haftası vesilesiyle kitap temalı yarışmalar düzenlenmişti okulumuzda. O dönemlerde yeni yeni ufak tefek dörtlükler karalamaya başlamıştım. Ağabeyimin de katkılarıyla yazdığımız bir şiiri, okulumuzun seçici kuruluna teslim ettim. Gerçi yazdığımız dörtlüklerin toplamına şiir demek pek de doğru olmaz. Hatırladığım kadarıyla her dörtlüğün sonu “Kitaplardan öğrendim ben” mısrasıyla bitiyordu. Nasıl olmuşsa öğretmenlerimizin takdirini kazanan bu şiir dereceye girmişti; lakin henüz haberim yoktu. Değişik branşlarda dereceye giren öğrencilere ödül olarak kitap hediye etmeye karar veren öğretmenlerimiz, bu kitapları hediye paketi halinde hazırlama vazifesini de yine bize yüklemişlerdi. Paketleri hazırlarken; “Hoca’m, bu kitapları kim okuyacak?” kabilinden bir serzenişte bulunmuştum. Yarışma sonuçları tören vaktinde açıklanırken, şiir dalında ikinci olduğum ilan edildiğinde bayağı bir şaşırmıştım. Hediyemi ise Adil Canbey’in elinden almıştım. Hediyeyi verirken Adil Hoca’m; “Kitap hediye edilenlerden birisi de sensin. Okuyacağına tüm kalbimle inanıyorum.” demişti. Şiir dalında dereceye girene, şiir kitabı hediye edilir değil mi? Irmağın Yakarışı ve Bizim Mahellenin Şiirimsileri isimli kitapları ne vakit okusam o günleri anımsarım.
***
Çok çalışkan bir öğrenci olduğumu söyleyemem. İyi olduğum dersler kadar, zar zor geçer not aldığım dersler de vardı. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi belki de en iyi dersimdi. Sınavlardan genelde yüksek not alıyordum. Bir sınavı ise hiç unutamıyorum. Adil Hoca’m sınav sonuçlarını açıklarken, doksan dokuz puan aldığımı söylemişti. Gerçi seksen beş ve üzeri alınan puanın not karşılığı beş (5) olmakla birlikte, bir puanın nereden kırıldığını merak ediyordum. Parmak kaldırarak; “Hoca’m ben yüz bekliyordum. Bir puanı nereden kırdığınızı öğrenebilir miyim?” diye sordum. Her zamanki tebessümü ile beni yanına çağırarak yaptığım yazım yanlışını göterdi ve; “Henüz benden tam not alan çıkmadı.” dedi. Sonraki sınavların birisinde bir kız arkadaşımız tam not almayı başarmıştı. Demek ki Adil Canbey de yüz puan verebiliyormuş. Ayrıca Adil Hoca’mız herkes için kanaat notunu yüksek tutar ve sık sık “Çocuklar! Bir öğretmenin kanaat notu, sınavlardan aldığınız notlardan çok daha önemlidir” derdi. Kanaat notu bir öğrencinin aslında öğretmenlerine, arkadaşlarına ve çevresine karşı olan duyarlılığının not ile karşılığıydı. Hocamız bize edebin de en az ililm kadar hatta ilimden daha kıymetli olduğunu bu şekilde izah ediyordu da, biz anlayabiliyor muyduk acaba?
***
Bizim zamanımızda Yıllık Ödev vardı. Genelde arkadaşlar başarısız oldukları derslerden alırlardı bu ödevi. Ben ise aksine en çok sevdiğim dersleri tercih ederdim. Çünkü bir öğrenci sevdiği derste, kaliteli bir çalışma ortaya koyabilir. Hemen herkes Din Kültürü dersini çantada keklik olarak gördüğünden tercih eden olmazdı; benimse ilk tercihimdi. Konu olarak, Bursa Ulu Camii ve Orhan Camii’ni araştırmamı salık vermişti Adil Hoca’m. Bu vesileyle Bursa’mızın göz bebeği olan bu iki cami hakkında geniş bir araştırma yaparak, hatırı sayılır bilgi sahibi olmuştum. Şu yaşımda bile yolum ne zaman Bursa’ya düşse, bu iki mabedi mutlaka ziyaret ederim.
***
Zaman bir değirmen gibi tıkır tıkır işliyor. Bizler de o değirmen çarkının arasında ömür sermayemizi tüketiyoruz. Sayılı gün tez geçer, derler ya, çok doğru. Üç koca yıl çabucak geçmiş ve sekizinci sınıftan mezun olma vakti gelip çatmıştı. Adil Canbey sekizinci sınıf karnesinin yanında, yazının başında da adını zikrettiğim Hastalar ve Işıklar isimli kitabı hediye etmişti. Bu kitap değil ama Adil Hoca’mın her fırsatta kitaplara vurgu yapması, yavaş yavaş kitaplara meyletmeme vesile olmuştu. Okuma alışkanlığını kazanmam için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti.
***
İlköğretimden mezun olduktan sonra Adil Hoca’mla birkaç kez karşılaştık. Bunlardan ilki yanlış hatırlamıyorsam, lise ders kitaplarını ararken meşhur Sönmez Hanı’ndaki bir sahaf dükkanıydı. Gayri ihtiyari aradığım bir kitabı sormak için girdiğim sahafta Adil Hoca’mla karşılaşınca şaşırmıştım. Meğerse okul haricindeki vaktinin çoğunu sahafta geçiriyormuş Adil Hoca’mız da haberimiz yokmuş. Bugünkü aklım olsa sık sık ziyaret ederdim o sahafı. Kim bilir kitap aşığı nice kişiler gelip gidiyor, edebiyat üzerine ne sohbetler oluyordu orada. O gün ise sadece, hayırlı işler Hoca’m, diyerek uzaklaşmıştım.
Aradan yıllar geçti, okullar bitti, derken evlendik. Evliliğimizin ilk aylarında Bursa’ya ziyerete gittiğimizde birçok anımın geçtiği mekanları hanımla birlikte dolaşırken, dinlenmek için bir bankta oturmuştuk. O esnada ellerini ceketinin cebine sokmuş, başı öne eğik, ellisini devirmiş, saçları griye bulanmış, tanıdık bir sima ağır ağır geçiyordu önümüzden. Hemen yerimden fırlayarak; “Hoca’m” diye seslendim. Durdu. Yavaşça başını kaldırdı. Göz göze geldik. “Hoca’m, beni tanıdınız mı? Ben Yusuf. Selçuk Hatun’dan...”
Hafiften bir tebessüm kondurdu dudaklarına ve; “Ooo Yusuf. Kaşların hiç değişmemiş” deyiverdi. Belliki hatırlayamamıştı. Normaldi. Her yıl yüzlerce yeni öğrenci ile karşılaşan bir öğretmenin, bunca öğrenciyi hatırında tutması kolay iş olmasa gerek. Ayaküstü biraz sohbet ederek vedalaştık ki, bu da son karşılaşmamızmış Adil Hoca’mla.
***
Kaşlarım hiç değişmemiş ama ben çok değişmiştim ve değişmeye de devam edecektim. Yaş aldıkça insan geçmişine garip bir özlem duyuyor. Hayatında iz bırakan insanlarla yeniden görüşme, hasbihal etme arzusu güdebiliyor. Bu bağlamda birçok tanıdıkla yeniden görüşme imkanım oldu. Kimisiyle görüşmeye devam ediyoruz, kimisi ise artık anılarda kaldılar. Adil Hoca’m ile de sosyal medya vasıtasıyla yeniden bağ kurmanın yollarını ararken, önüme açılan sayfada okuduklarım ile hüzne gark oldum. Adil Hoca’mı bulduğum gün kaybetmiştim. Sayfada Adil Canbey’in vefat haberi yer alıyordu. Takvimler ise 6 Ağustos 2020’yi gösteriyordu...
Adil Canbey, onu tanıyan herkesin gönlünü kazanmış, ömrünü ilime adamış, iyi bir muallim, sağlam bir kültür adamı ve samimi bir müslümandı. Şu satırları yazarken dahi gecikmişliğin acısını kalbimde duyuyor, Adil Hocam’a Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum. Kabri nur, ruhu şad, mekanı cennet, makamı ali olsun!
Yusuf Akkaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.