- 232 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
BABAMIN KAHVESİ ( KURTKÖY )
Mart ayında olduğumuzu sanıyorum. Kahvenin etrafını kuşatan ağaçlar henüz kuru görünümlerinden kurtulamamışlardı. Yine de cıvıldayan kuşların ve kargaların sesi etrafın sessizliğini bozuyordu. Yolun hemen karşı tarafında, ana yol ile köyün içine uzanan yolun köşesindeydi babamın kahvesi. Bitişiğindeki bakkal dükkânı ile kahve, sıvanmış briket duvarla örtülüydü. Dükkânın önünden geçerek kahvenin ahşap , yeşil renkli kapsından içeri girdik. Kucağından indirip elimden tutarak, müşterilerin meraklı bakışları arasında, yine yeşil renkli camekanla örtülü ocaklığın sağ tarafındaki, üzeri , içine küçük taşlar katılmış, dökme betonla kaplı masanın arka tarafındaki sandalyeye oturttu beni. Tam oturduğum sandalyenin üst tarafında, duvardaki tahta düzeneğe oturtulmuş, kırmızı, eski bir radyo yerleştirilmişti. O anda haberler vardı radyoda. Köylerde , o zamanlar radyo haberlerine çok önem verilirdi. O yüzden de sessizdi kahvenin müşterileri.
- Ben şimdi geliyorum, deyip sol yanımdaki duvarda, yandaki bakkal dükkânına açıldığını sonradan öğrendiğim , camsız, ahşap kapıya hızla yöneldi babam.
Birazdan elinde kâğıda sarılı kremalı bisküvilerle dönüp, önüme serdi. Yine hızlı bir şekilde ocaklığa yönelip, açık, çok şekerli, bir bardak paşa çayı ile döndü.
- Hadi ye yavrucuğum, derken gözleri henüz kurumamıştı. Ben de öyleydim elbet. Fakat acıkmıştım ve önüme sunduğu kremalı bisküvi ile çayı çok severdim. Yemeye başladığımda gözlerinin parladığını hissettim babamın. Benim yerime, çocuk gibi sevinen, mutlu olan oydu o anda. Gözlerinin, benim gibi yeşil olduğunu ilk o anda fark ettim. Biraz solgun da olsa yeşildi işte.
- İncirli ; oğlun mu ?
- Anasının yanında değil miydi ?
- Sana mı göndermiş ? Kahvedekilerin yağmur gibi soruları peş peşe gelmeye başladı.
- Çok da zayıf yahu bu çocuk.
- Boynu kopacak gibi.
- Dişlerini fareler mi yemiş ? Hepsini duyuyor, sürekli soruların geldiği tarafa başımı çeviriyordum. Çayımın bittiğini gören babam, hemen ikincisini yetiştirdi. Bisküvinin de yenisini almak istedi ama ben doymuştum. Ne kadar acıksam da hiç bir zaman iştahlı bir çocuk olamamıştım.
Babamın müşterileri yaşlı ve gençlerden karışıktı. Gençlerin çoğu, beton taşlı masalarda kâğıt oyunu oynarken, bir birlerine sıkça bağırıp, küfürler etmeye bile çekinmiyorlardı. Yaşlılar da genellikle kahvenin ortasına kurulmuş, bidondan bozma, ağaç kütüklerinin yandığı sobanın etrafına oturuyorlardı. Babam bazen onlara kızıp, sobanın etrafından uzaklaştırmaya çalışsa da, onlar ısrarla sobadan uzaklaşmıyorlardı.
Birbirinin aynı, beş tane masa vardı kahvede. Etraflarında, oldukça eski, hatta kırık dökük diyebileceğimiz ahşap sandalyeler, duvar kenarlarında da peyke denilen, uzun tahtalardan yapılan oturaklar vardı.
Ahşap tavan, renk olarak mı, yoksa sigara dumanından mı o kadar karaydı anlayamadım. O zamanlar kahvelerde sigara içmek serbestti ve havalandırma yoktu. Zaten elektrik de yoktu. İçerisi fazla duman olduğunda, iki tane olan kapıdan birinin üst camı açılır, içerisi az soğuyunca da hemen kapatılırdı. İkinci kapı, kahvenin bahçesine açılırdı.
- Hey Küçük İncirli ! Kâğıt oyunu oynayan gençlerden biri bana sesleniyordu. Şaşırdım.
- Oradan bana bir bardak su ver bakalım. Bir adama, bir de babama baktım şaşkınlıkla.
Babam yanına çağırıp, ocaklığın altındaki, toprağa gömülü su küpünü ve üzerindeki metal maşrapayı bana gösterip, oradan su almayı ve bardağa doldurmayı öğretti. Suyu doldurmadan önce, dibine koyduğumuz suyla bardağı çalkalayıp o suyu kahvenin içine , beton zemine dökmemiz gerekiyordu. Tabii müşterilerin üzerine sıçratmamaya dikkat ederek.
- Küçük İncirli, şu boşları topla.
- Ufaklık, bana bir sigara al, kibrit al, çay getir, derken hem yeni adımı hem de burada babama yardım etmem gerektiğini öğrenmiş oldum. Galiba çabuk alışacaktım,
Öğlen oldu ve acıktığımı anlayan babam, yine bitişikteki bakkal dükkânına girip, elinde bir bütün ekmek ve kâğıda sarılı kavurma ile döndü. Masaya serdi, yanına da birer bardak çay, benimki yine paşa çayı. Kavurma da çok hoşuma gitti ve dedim ya ; iştahlı bir çocuk değildim. Kavurma yerken bile zorlandım.
Kavurmayı bitirdik ama, ekmeğimiz artmıştı. Bir eline artan ekmeği aldı babam, diğer eliyle de beni elimden tuttu. Bahçeye açılan kapıdan dışarıya çıktık.
- Nah, nah, naaah ! Karabaş, Karabaaaş ! diye seslenmeye başladı. Biraz sonra, fazla iri olmayan, siyah bir köpek, kuyruk sallayarak, koşarak yanımıza geldi. Babam ekmeği bana uzatarak küçük parçalar halinde ona vermemi istedi. Nasıl da seviniyor, iştahla yiyordu ekmekleri Karabaş ! Çok mutlu olduğumu gören babam ;
- Bundan sonra Karabaş senin köpeğin olsun. Sakın onu aç bırakma, tamam mı ? dediğinde, dünyanın en mutlu çocuğu ben olmuştum. Benim çok tatlı bir köpeğim, Kurtköy’de bir arkadaşım olmuştu artık. Adı ; Karabaş.
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.