- 314 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
BİR KERECİK ÖPSEYDİN ANNE
Yıl 1963. İstanbul -Pendik. Günlerden Pazar. Pendik’in Pazar günü.
Pendik Merkez Cami’nin henüz sadece taban katı inşa edilmiş. Avlusundaki çeşmede, plastik sürahilerini doldurmak için sıra bekleyen yoksul çocuklardan biriyim. Yaşım sekiz olmuştu, Pendik Süreyya Paşa ilk okulu ikinci sınıf öğrencisiydim.
Sıram geldiğinde hemen sürahimi doldurup , çeşmenin tam karşısındaki sokaktan Pazar yerine koşarak girip , bağırmaya başladım :
- Buz gibiii Yakacık suyundan içeeeen ! O zaman diğer çocukları örnek aldığım için böyle sesleniyordum aslında, yıllar sonra öğrendim o çeşmenin suyunun gerçekten de Yakacık Aydos dağından geldiğini. Fakat buz gibi olduğunu kanıtlayacak bir delilim olmadı çünkü suya hiç buz koymadım.
Bardağı beş kuruştu suyun. Üzerimden yoksulluk akıyordu. İnsanlar, özellikle pazarcılar, kimi ihtiyaçtan, kimi de yardım amaçlı içiyorlardı suyumdan bence.
Gün sonunda, iki buçuk- üç lira kazanmış olarak döndüm, Dörtyol’un (E-5 üzerindeki köprü yapılmadan önce
böyle anılırdı ) hemen alt tarafındaki, annem, ablam ve ağabeyimle oturduğumuz kiralık gecekonduya. Gururla uzattım anneme kazandığımı. Her zaman çok sevinen annem, o gün pek önemsemedi .
Evimizin önünde eski bir kamyon bekliyordu. Tanıdım o kamyonu : Pendik’e taşınmadan önce oturduğumuz, köyümüz Tepeören’den, Nalbant Ahmet’in kamyonuydu. Paralarla birlikte, sürahi ve bardağımı da elimden alan annem, eve girip çıktığında, elindeki bez torbayı elime tutuşturup, ön kapısını açtığı kamyona bindirdi beni.
Kırklı yaşlarda, kısa boylu, şişman Nalbant Ahmet, sigarasını söndürüp, köşeli kasketini de kafasına geçirdikten sonra, diğer kapıdan kamyona bindi.
O zamanlar Tepeören ve yakın köylerde önemli ulaşım aracı kamyonlardı. İnsanlar Pendik Pazarına ya böyle kamyonlarla, ya da babamın, dedemin de köyü olan , Gebze Mollafenari tarafından gelen, eski Amerikan otobüslerinden olan, Emin’in Postası denilen eski otobüsle gelirlerdi. Benim ve diğer çocuklar için oldukça lüks sayılırdı kamyona binmek, hele ki ön tarafa..
Ne olup bittiğini anlayamadan, gezmeye gideceğim gibi, hafif bir gülümseme ve anlayamadığım bir mutlulukla çıkacaktım yola. Kamyon hareket ettiğinde, peşimizden benden iki yaş büyük ablamın sesini duydum :
- Anneeee ! Ben de gideceğim ben deeeee !
Annem, eski çiçekli elbisesi, başını öylesine örten eski eşarbı ve yine yoksul şalvarı ile ablamın elinden tutup susturmaya ve eve sokmaya çalışıyordu.
Az sonra Dörtyol’un üst tarafından, köylere doğru yol almaya başladı kamyon. ( Dörtyol’un üst tarafı, gecekondu semti Toprakyol, devamında sırasıyla ; Dolayoba, Yayalar, Şeyhli, Kurtköy )
Yolda tekrar bir sigara yaktı Nalbant Ahmet. Bana hiç bir şey anlatmıyor, ben de gezmeye , belki de eski köyümüze, Tepeören’e gideceğimizi sanıyordum.
Yaklaşık yarım saat kadar süren yolculuğumuzda, sıra sıra köyleri seyredip, adeta mutlu oldum. hayatımda ilk defa böyle bir geziye çıkmış gibiydim. Kurtköy’e varmışık. Yolun sağına çekip durdu Nalbant Ahmet. Önce kendisi indi kamyondan. Sonra sağ kapıyı da açıp kolumdan tutarak beni indirdi.
- İncirliiiiii ! diye sağ taraftaki , ağaçlarla çevrili eski bir köy kahvesine doğru seslenmeye başladı.
- İncirliiiiiii ! Bak sana kimi getirdim ?
Ben şaşırdım kaldım. Ne olup bittiğini anlamama imkan yoktu. Ama İncirli diye seslendiği adamın babam olduğunu biliyordum. Korkmaya başladım o an. Çünkü babamı hep kötülerdi annem. Onun kötü olduğuna o kadar inanmıştım ki ; Pendik pazarında gördüğümde kaçardım. Hatta bir defasında kaçamadım, yakaladı ve cebinden çıkarttığı bir avuç bozuk parayı bana vermişti. Paraları alınca, kendimi sevdirmeden yine kaçmıştım.
Biraz sonra kahvenin önünde babam göründü. Nalbant Ahmet hala seslenmeye, bir şeyler söylemeye devam etti. Babam beni görünce yaklaşmaya başladı. Siyah gür saçlı, saçları geriye taralı, kirli sakallı, orta boylu, kırklı yaşlardaydı babam. ( Galiba tam da kırk iki yaşında ) O yaklaşıp, Nalbant Ahmet de elimi bırakınca, ben daha da korkmaya, hatta ağlamaya başladım.
- Fikret’im, yavrucuğum, deyip hızlandıkça benim de korkum ve ağlamam hızlandı. Bu şekilde, adeta zorla beni kucaklayıp kahveye kadar götürdü.
Anlamaya başlamıştım : Annem yıllar önce ayrıldığı, bize sürekli kötülediği, hatta korkuttuğu babama temelli göndermişti beni. Üstelik onun eski bir köy kahvesinde, kendisinden çok daha sefil bir şekilde yaşadığını bilerek.
Canım, rahmetli anneciğim ! Kızamıyorum şimdi sana. Mutlaka haklı nedenlerin varmıştır. Mecbur kaldığın için terk etmek, hatta kovmak zorunda kalmışsındır beni.
Seni anlıyorum anneciğim ama ; kim bilir belki bir daha ne zaman görüşecektik, belki de hiç bir zaman !
Bir kerecik öpseydin yanağımdan da, öyle gönderseydin, vedalaşabilseydik olmaz mıydı ?
Bir kerecik öpseydin be annem !
Fikret TEZEL