- 160 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Münzevi Gibi
Bir şarap daha doldurarak geceye merhaba diyordu bu akşamda. Huzuru geride bırakırken. Hayatımda olanlardan güçlük çekmiyordu, bunun için kimseyi suçlamıyordu. Bilgeliğini, bilgesizliğini, dünyeviliğini, o kalın ve sert kırılmaz sandığı panzer kabuğunu yitiriyordu günden güne …
Geriye sürekli başkalarının sorunlarıyla ilgilenerek ve onların sorunlarına blaşarak humor dolu mizah dugusunu da yitiriyordu. Ama hepsini geri istiyordu, hayatının tatlı bir pınar gibi sürekli akmasını, göletinde alabalıkların oynamasını hayalden de ötede duran bir gerçek gibi görüyordu. Oysa geçmişti artık o günler … Geçmişin geri gelmeyeceğini bildiği halde içten bir direnme direnciyle meydan okuyordu kendine. Bir de bunların en azından şimdilik uzak olan bir ihtimalden başka bir şey olmadığını da kavramıştı. Hayatını suçluluk duygusu çekerek yaşamını sürdürmeye mahkum edilmiş bir tutukluydu yine de kendi girdabında dönen.
Aynı zamanda; kendisini sürekli suçluluk duygusu altında tutarak sıkmanın bir türlü psikolojik hastalık olduğna da ikna etmeye çalışıyordu. „Suçluluk duygusundan yoksun insanların gerçek bir ilerleme kaydedenlerin bu Dünya da huzura erbelieceklerine“ dair inancı da sonsuzdu derin düşünüldüğünde. Yalan söyleyebilenler, ötekilerini kandırabilenler, bütün kestirme yolları bilen insanlar yaşamın atlama tahtalarından rahatlıkla atlayarak „hedef“ dedikleri noktaya erişebiliyorlardı. Bundan şüphesi yoktu. Örnek aldığı bir çok tarihi tiplerin de çok uzağındaydı kendisi ve „kimseyle boyun ölçecek kadar da boyu uzun değildi“ kendi deyimiyle! Bütün içsel telkinlere ve çabalara rağmen kendini kötü hissediyordu. Bu işi içsel olarak ne zaman düzeltmeye kalksa önüne görünmez engeller çıkıyor ve yine uzaklaştırıyordu kendi kendini bu kurtarma operasyonundan. Yani tam olarak dört dörtlük hazırdı buna. Günah çıkaran bir Katolik gibi tavırları olsa da hiç bir dine inanmıyordu gerçek çekirdeğinde. Dinleri alay etmenin, fıkraların, gırgırın, hayallerin ve dalga geçmenin bir basamağı olarak gördüğü için bu konuyu hep es geçiyordu. Ne zaman, bir dine inan inançlı birisini görse, Ortaçağ günlerinin bu adamların kafalarının içinde ördükleri örmücek ağlarının örüldüğünü ve içinde yaşanılan çağa asla uymadıkları konusunda kendisinden yüzde binbeşyüz emindi. Gir çık ve bağışlamaya bekle safsataları aklına geldikçe gülmekten alıkoyamıyordu kendini. Bu arada şarabı bitirip tekrar mutfağa doğru giderek bir kadeh daha kırmızı şarabını doldurarak döndü masasının başına.
Bu da iyi niyetinin sonu olsun diye söylendi yine içinde ki uğultuyla kendine. Giriş bile yapmadan yazılan yazılar gibiydi içinde; „toparlanmış dağınıklık“ olarak betimliyordu kendini burada. Tutarlı olmasına tutarlıydı, ama birde bunun ama’sı vardı işte! Kendinden çıkma kabızlığı denirdi belki de buna. Belki de iletişimsizlikti bunun asıl adı, ama iletişimsizlik ise ona yabancı bir kelimeydi. Bir şarap daha içesi geldi içinden, irkildi kendisinden. Birden. Güzel bir kış temizliği yapmam gerek, telkiniyle kendini ikna etmiş, ama bu niyeti ise başaramamıştı. Giderek daha sıkılıyordu içinde, içinde yaşadığı periferiden uzakta kalmak iyi gelebilirdi ona, ama o buna da cesaret etme ihtiyacı bile duymuyordu duygusal dünyasında. Bunalım denmezdi buna, ama kendini kötü hissetmekte bir adım ramak kalmaktı bu duruma. Son zamanlarda iyi beslenmesine rağmen, eski günleri düşünüyordu, uzun rakı muhabbetlerini, o şiirli akşamları, Saki’de geçirilen sakin anları, mezelerin masayı süsleyişini, gözdelerin gözden uzaklaşmasını ve giderek okyanusta kayıbolan bir gemi gibi gömülüşlerini seyrediyordu hayatın içinden dışına doğru. Bazen Harper Lee‘ye, bazende Rimbaud’a komşuluk ediyordu içinde sessizce. Ya da yemekten başka bir şey düşünmediği ve yemeğe itiraz ettiği günleri özlüyordu şimdi ki bolluk içinde. Vücut beslenmeyince ve yeterince gerekli gıdayı almayınca, zihninde tökezleyerek açlıktan dolayı çalışmayacağını da çok iyi biliyordu maalesef. Son zamanlarda çok iyi besleniyor, çok güzel şaraplar içiyordu, güzel yemekler eşliğinde uzun akşamlarda, davetlerde. Bu da düşüncelerinin doğru olduğunu teyit ederek kendine gerçek kanıtlar sunuyordu bu belirsiz duyguların arasında. Herkes kendinin özel, ayrıcalıklı müstesna olduğunu düşünüyordu, ama o buna katılmıyordu kesinlikle … Karşı evde yemek pişiren yaşlı hakim kadın ve zengin psikolojisi bozuk üç köpekli komşu kadın gibi. Her şeyden şüphe duymanın güvensizliğinin vermiş olduğu bir tedirginlik içinde.
Kendisi de kendisinin müstesna olduğunu düşünmüyordu bu kadardı hepsi. Gerisi ise biriktirmekle geçen bir ömüre adanmış zamandan abaşka bir şey değildi, Ama her şeye rağmen sivil düşünmesi, merkezi otoriteye asla güvenmemesi, sistemle olan temel ve nesnel sorunları irdelerken biraz da güven tazeliyordu kendi kendine. Müstesna olacak ne yaptım ki bu güne kadar diyerek geçiyordu kendi içinde ki seyhatlerde kendi sınırlarını zorlarken. Yanıyordu yüreği bazen Sahara’ya özenerek ve üzülerek! Yıllardan beri işi gereği gözlemlediği „hayatlar“ ve bu hayatları yaşayanlar ve kendi yaşadıkları, olmayan bir kariyer, içinde kendi yiyen bir dünya, dışında ise „gürül gürül akan bir hayat“. Başka bir şey yoktu bu toplamın dışında, hayatında. Çaresizlik içinde olduğu günler, bu günlerde müdürler, müdürlerin üzerinde menenjerler, menejerlerin üzerinde yöneticiler, birbirlerinin üzerine işeyerek tırmandıkları kariyerleri gözlemlemişti. Bir küçük müdürlük için kooperatifde birbirlerini boğazlayan üç „kültürlü kültürsüz hanımefendi“ nasılda işlemişti beynine mesleğinin ilk yıllarında. Şimdi o kimsenin üzerine işemiyordu ve işemenin nasıl sası sası bir koku verdiğine son işyerine gelene kadar defalarca tanıklık etmişti ömründe. Soğuk duşlar bu olsa gerek diyordu kendisiyle sohbet ederken buna. Kıytırık bir ün sahibi, „ün sahibi“ olamazdı. Köküne kadar çürümüş bir sistemin içinde sadece çürüyerek yaşamaktan başka bir seçeneği yokmuş gibi tavırlara gelip dayanmıştı beyni. Bazen de P. Coelho’yu düşünüyordu ve şu sözü aklına geldikçe anımsıyordu: Bazen hissedilen her şeyi söyleyecek cümle kuramıyor insan. Bu söz gelir ve yapışır tenime, tinselliğime dokunarak. Güçsüzleşirim ardından, kırık bir gönülle baş başa kalırken. Sıkı sıkı sarılarak kendine ve hıçkıra hıçkıra ağlarken bulur kendini, o da böyleydi bu aralar aralıksız. Sonbahar kapıdaydı, oysa Eylül bu kadar da hüzünlü girmemişti; dağlar, ormanlar, ovalar, çayırlar, pancar tarlaları, … henüz yaz güzelliklerinden bir şey kaybetmemişti. Seviyordum oysa sonbaharı; ender görünen doğanın o saf güzelliğini, bütünüyle büyüleyiciliğini hissediyordum bu yaşamın kaoslu karelerinde. Zaten insanlık baştan kokuşmuş bir bir bütünlük arz etmiyor muydu? Bazen bir münzevi olarak biliyordum ileride hangi sorunların beni beklediğini, yinede bazen yoruluyordum bir münzevi olarak aşırı insan trafiğinin ağırlığının omuzlarıma yüklediği yükle. Bu durum, onun kimseyi kıskandığından filan ileri gelmiyordu, insanları sevmiyorum da diyemezdi. Bu onun özüne aykırı bir tavır olurdu. Kalabalıklar yoruyordu, iliğini kurutuyordu, kendinden alıyordu, saygısızlığın sınırlarını özellikle tramvay ve yakın tren yolculuklarından kemiklerine kadar hissedebiliyordu, hatta kütüphanelerde insanların birbirlerine tahamülsüzlükleri, saygısızlıklarının had safaya varışı ise ayrı bir yoruculuk veriyordu. Sıkıyordu onu. Diyaframına kadar hissettiği boğucu atmosfer onu bazen rüyalarında Marsa kadar bir yolculuğa sevkediyordu.
Bardağı dipledi, şişede kalan son şarabı koydu kadehine. Elbiselerini lejyer koltuğa sırasıyla düzenli bir şekilde üst üste koydu. Hiç bir zaman iyi giyinen birisi olmasa da, kötü de sayılmazdı giyimi ve kuşamı. Kış aylarında birkaç gün aynı elbiseyi giysede bu mevsim normlarına ve şartlarına göre değişkenlik arz eden bir gerçek olarak onun hayatına yer etmişti. Ama alışverişten nefret ederdi her zaman, tegahtarların kibarlıklarına rağmen, nefret eden süzüşleri arasında „sizli“ sözlerle hitapları, sizi küçümser tavırları onu çıldırtmak için bir sebepti her zaman. O uzun kuyruklar ise cabası. Hiç kimsenin sahip olmadığı özgüvene sahip bu grup insanlar, kendine has özellikleri ve özgüvenleriyle bir insanı yiyecek gibi bakışları, son kuruşa kadar makina hesaplarıydı onların işlerini gören. Bunları düşünürken geceliğini giydi. Bir kadeh daha şarap içsemi acaba diye kendisiyle savaş verirken; yeterince gerçek bir tutku alışkanlığı vardı onda, bunun için hayata bedel ödemiş ve ödetmişti. Böyle kurgular yaparken, geceliğini giyindi ve o gece bir kadeh daha şarap içmedi. Kurgular yazdı kafasında, kafasıyla uğraşırken! Kurgu nedir?
Hayatın genişletilmiş, gevşetilmiş ve genişlemiş şekli!
Yani bir nevi yalan söylemek!
Evet. Biraz öyle!
Çok değil yani! Biraz!
Arkadaşların var mı?
Evet var! Dedi kendi kendine
Bir diyalog sözleşmesine mutabık kalarak.
Yürü dedi! „Tanrı aşkına“ kendi kendine. Tek Allah’ın kulu yok ortalıkta ve gecenin yarısını çoktan geçmişti saatler … o bunları düşünürken!
O, zaman ilerliyordu. Böyleydi insan ilişkileri; onları tanıdıkça öğreniyordu insan, hem kendi tuhaflıklarını, hemde ötekilerinin komikliklerini. Kavramak budur belkide. Bu açığa çıkarmalar yoruyordu onu. Kendi içinde biriktirdiği tuhaflıklar gülünçtü. Başbaşa kalınca sorguluyordu insan rezil yanlarını ustaca. Hiç ilgilenmediği halde Richard Burton geldi aklına, sanki düşnecek başka bir şey yokmuş gibi. Onun William Shakespear’i mükemmel bir şekilde sahnelerde hakkını verecerek icra edip yorumlayışı üzerine düşündü bir kaç dakika. Ve „ben bu sahneleri görmedim“. Bunun adı olsa olsa kültürsüzlk olur diye hayıflanışı. Kendini dişledi, kemirdi o anlarda için için. Sonra neden, hiç bir şey asla uyum içinde değildi, insanlar kendinden önce olan ve ortaya çıkan her düşünceye körü körüne inanarak benimsiyorlardı, yanlışları sorgulamıyorlardı: Yoga, Hindistan Ritüelleri, kapitalizm, sağlıklı beslenme, vejeteryanlık (o vejeteryandı), veganlık, bir dine inanma, kendi doğrularının saplantılı hastalığı, orkestra yönetmek, kumar oynamak, içki içmek, seyhat, sörf, bale, grup terapisi, hipnotizma, zen, takılmak, sıkılmak, yoğurt yemek, klasik müzik dinlemek, Bethoven, Bach, Haydın, Buda, İsa, eroin, esrar, kokain, havuç suyu, intihar, sürekli internet üzerinden bir şeyler ısmarlama, uçakla seyhat etme, trenle yolculuk, bisiklet yarışları, aşırı spor gibi sonsuzca sayılacak daha başka alışkanlıklar vardır insan hayatında, belli bir süre sonra uçarak buharlaşan. Bir de bütün bunların üzerinde olan kapitalizmin workkolik denen iş/ çalışma hastalığı burnout sendromunu eklersek konun içinden çıkamam diye kapattı çenesini, ama gözlerini kapatamadı. Ölmeyi beklemek yerine, ya da münzevi gibi bir yaşam sürmek yerine yapacak bir şeyler arıyordu insanlar. Sürekli satın alma tatminsizliğiyle bitiriyorlardı kendilerini sessizce ve bir başlarına bırakılırken. Noel’den Noele, yada Paskalya bayramından bayramına ziyaret edilerek. Seçim sahibi olmak lüküsmüydü acaba!
Seçim sahibi olmak yine de güzeldir diye geçirdi içinden o kendine has düşüncelerle geceye düşmüş zaman dilimi içinde, gözlerine uyku yerine canlılık girerken.
Uykusuzluk! Insomnia, dertleşmek için bulunmaz bir fırsattır, gecenin bahçelerinde, ay ışığı ve yıldızlar eşliğinde.
Uykunuz derin olsun sizlerin yinede!
Sosyolog ve Pedagog Hasan Hüseyin Arslan - Wuppertal- Almanya - 21.12.2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.