"Öyle bir ölsem, ölsem ki"
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Salona geçiyorum, misafir var. Yan duvara sırtı yapışık vaziyette konumlanmış, üçlü kanepede siyahlara bürünük oturan, otuzlu yaşlarında bir kadınla, yarı profili karısının gölgesinde kalınca baktığım açıdan yüzünü tam seçemediğim genç bir adam. Babam ve amcamlar odanın baş köşesindeki koltuklara, yaşlarına hürmeten saygınlığını kolayca ifade edebilecekleri pozisyonda; ağırlığını da ortaya koyabilecekleri şekilde ciddi yüz ifadeleriyle oturuyorlar. Normalde tersi olur benim bildiğim. Adab-ı muaşeret kuralları gereği, aradaki iletişimi sağlayabilecekleri ya da davranışlarını kontrol altında tutabilecekleri, nezãket ve hoşgörü prensiplerine bağlı olduklarını göstermek için, gelen misafir evin baş köşesinde adabınca ağırlanır ve saygıda kusur edilmez ama bu kadrajda gençler sanırım büyüklere hürmet edip, "Estağfurullah efendim buyrun siz geçin" deyip yabancılık çekip yerini yadırgamamaları açısından; kadife kumaşla beraber zımbalandıkları tapulu yerden de etmemek için buna kanaat getirip, bizimkileri o göçük çukurlara ait oldukları yerlerine mıhlamayı daha münasip görmüşler.
Yalnız bu kasvetli ağır havayı, bu ciddiyeti garipsediğimi söylemek zorundayım. Bu gençler kim tanımıyorum. Kimse neden konuşmuyor bilmiyorum. Bu kırk metre karelik çöl alanda Yeliz neden kendine oturacak bir yer bulamamış gibi bu kadının ayakları önünde çiçekli halıya diz çökmüş hiç anlamıyorum. Hele ki gelen misafirleri es geçip selam dahi vermeden, bi ’hoş geldiniz’ bile demeden, kadının yanına sessizce ilişip oturan, hal hatırdan bihaber olan meczup beni hiç tanımıyorum. Bu görgüsüzlüğümü mazur gösterecek değilim, saygısızlığımın affedilir bi tarafı da yok farkındayım ama durduk yere de taş kesilmemişimdir. Yoksa ki normal toplum normlarının dışına çıkıp, bana biçilen rollerde böyle anlamsızca putlaşıp, lãl olmazdı dilim. Bir nedeni, sebebi olmalı nutkumda tutulan bu gam dizisinin; altın taçlı ve mavi cüppeli Maria’yı arkasına alıp, Yusuf’u da İsa’yla emekleye emekleye kuru otların üstüne salmamın.
...
Kapıyı Yılmaz açıyor bana, sonra da kanına yavaş yavaş karışan sanrılarıyla mutfağa gidiyor. Ben bu kapıdan ne zaman içeri girsem ayaklarım beni otomatikmen o mutfağa sürüklüyor. Acımı deşip, boyumun ölçüsünü almak, beni duvardan duvara çakıp eski öyküye yeni (sa)adetler getirmek istiyor. Başarıyor da...Bu ilk değil ki; son da olmayacak biliyorum. Mezara kadar götüreceğim mutfağın her bir metrekaresini içimde. Ne ona huzur var bu hayatta, ne de bana. Ne o teselli bulacak, ne de ben. O duvarlarda çığlıklarım asılı, o duvarlarda feryat figanlarım...Her zerresi baştan aşağı çaresizlikle döşenmiş o mutfak. Elleri kolları boğumlu mutfak. Tavana kadar uzanan beyaz fayansları morgu çağrıştıran mutfak...sonra da içimi cızbız edip ürperten mutfak...’Sen kal, ben giderim!’lerin dilsiz sekanslarını yüzüme yüzüme haykıran mutfak! Gitmelerin kitabını yazan mutfak! Üstüme kan kusup, içime içime ağlayan mutfak! Ben şimdi seni nasıl anlatim? Bende açtığın yaraların dilini nasıl bağlim? Sen öldün! Senden sonra da zaten herkes sırayla ölmeye başladı içimde, taksit taksit...
Senden sonra iki yarası bir araya gelmeyen kalbim; ortadan çıt diye bi daha ikiye ayrıldı. Orayla buraya sığamamış yarı heterojen göçebe halkın huzurunda; sırım bir ipin üzerinde, uzuvlarını yalayıp yutmuş bir günah gibi tepetaklak asılı kaldım.
...
Yılmaz’ın da içeriyle bağlantısı kesik kopuk, herkesten uzak yer bildiği bu morga o da gönüllü girmiş, bedenine ağır gelen kemiklerini içine yatırıp, acıdan düğümlenen organlarına tuz basarak "Bir mezar kadar sessizim Tanrı’m!" deyip ölümle kartlarını açık oynamak istemişti. "Yılmaz!" diyorum, "Bizi bu hayaletlerden, bu kasvetten, bu acılardan kurtaracak bir çukur bul, üstümüzde hazır bileti kesilen cesedin sıcaklığı da varken bizi birbirimize iki zımbayla tuttur!" Yılmaz beni duyuyor muydu, bilmiyorum. Onun içindeki cesetler sanırım çoktan soğumuştu. Eskiden olsa sazan gibi her suya atlar, türlü türlü şaklabanlıklarla bizi kırıp geçirirdi. Artık kimse de gülmüyor. Hani bazen öylesine gülünce de, görünmeyen bir el sanki boğazımıza yapışıp, kıskaçla da kalbimizi sıkıştırıp duruyor. Ben mutfağın fayanslarına kalbimi asıp çıkarken, Yılmaz da alelacele yaralarını kimseye çaktırmadan, iki ayağını bir pabuca sokmuş, karda yürüyüp izini kaybettirmeye çalışıyordu.
Senden sonra herkes yarı ceset torbası, külfetli bedenlerini ordan oraya sürükleyip duruyorlar. Kalplerine bir kıymık batsa bizden bilecekler.
Arkandan alev alev tutuşan o evde; kiracılara küllerimizi miras bıraktık.
...
Yılmaz son sürat hazırlıklarına devam ederken yalnız olmadığımızı, birinin daha mutfakta bizimle olduğunu fark ediyorum. O mu? Değil mi? Kararsızlığıyla bocalarken, tezgâhın başında arkası dönük vaziyette kap kacakla uğraşıyor o malum şahıs. Ben sanki ebediyete intikal etmişim de, görünmez olmuşum kimse de farkımda değil. Bu yüce varlıkların da her hakkı mahfuzmuş gibi ne dokunabiliyorum, ne de konuşabiliyorum onlarla. Bu mutfağın namını duyan da pılını pırtısını toplamış, bir halk otobüsüne tıkışa tıkışa binip gelmiş buraya dersin. Herkesin kalbi burda atıyor mübarek! Halbuki bizim de kalbimiz burda musalla taşı gibi cillop parlıyor bileylenmiş satırın ağzında. Biri konuşacak mı artık! Madem eskiden kalma bir yarayı kanatmaya geldiniz, susmayın konuşun bari! Hadi neyse diyorum sizi mi kırıcam, "Az mı acılı kalbimi yemediniz! Şafak sökene kadar gelin bi tur daha dönelim!"
...
Dümbelek gibi dönüp durduk bi o yana bi bu yana mutfağın içinde, misafire ne çay götürdük, ne de başka bir ikramda bulunduk. Ne onlar konuştular ne de siz, ne onlar akıl edip evine gitti ne de biz...Ona bakıyorum. Kırbaçlı sırtını sadece bu mutfağa değil, dünyaya da dönmüş. Elindeki bıçağı görünce "Ben o bıçağın altına yatarım Yusuf! Yeter ki sen acı çekme!" deyip böğrümü yırtıp koparasım var şuramdan. ’Yok ama ya!’ diyorum, ’Hüseyin’dir o!’ Biz bu grupla az mı ellibir, pişti, isim şehir oynamadık? Cevabını alamadığım sorularla mutfaktan çıkıp salona giderken aklım da darma duman olmuştu. Unutmak dediğin hiç iyileşmeyen bir yaradır. Ben hâlâ o yarayı kanıyorum baba! etrafında her gün bi tur dönüp duruyorum.
Yeliz çömeldiği yere iyice kapaklanmış, derin düşüncelere dalıp gitmişti. Ben de o bayanın yanına geçip oturdum, Yeliz de dizlerimizin dibinde, avutulmayı bekleyen çocuk gibi bacaklarımıza sokulmuştu. Ellerimi saçlarına götürüp "Bu kesim yüzüne çok yakışmış!" dedim ama sonra yakından bakınca saçlarının göz göz seyrekleşmiş olduğunu ve kafa derisinin de belirgin şekilde ortaya çıktığını fark ettim. "Yeliz!" dedim "Saçların baya dökülmüş gülüm!" Ben öyle deyince kadın da vitamin bombası nezih bir yorumda bulundu, "Hele şükür!" dedim biri konuştu. "Hiç de bile! Saçları gayet sıkı gür bence!", "Neresi gür? Görmüyor musun kızın derisi nasıl da kabak gibi ortada!" Şom ağızlı seni, sus Mero sus konuşma! Yeliz’e de Yusuf’a baktığım gibi bakıyorum işte elimde değil. Öyle bir acımak, acımak ki...
Bu kızın bu mahzunluğu, bu masumluğu içimi burkuyor, aynı Yusuf’ta tezahür ettiği üzere..."İnsan suretinde zuhur edip vücut bulan dört melekten iki kişi hangisidir?" diye biri cüret edip sorsaydı; hiç tereddüt etmeden Yeliz’le, Yusuf’u gözünün içine sokar, "Al bak! bu da bugünkü promosyonun! Müessesemizin yeni müşterilerine limonatalı gazozlu ikramı!" deyip fıskiyeli suyla fışkırtacağım bi ton acımla baştan aşağı onu bi güzel donuna kadar ıslatır, feleğini de şaşırtırdım Ahmet abi. Kul hakkıdır gözü kalmasın garibanın, o da payına düşen bereketten nasibini alsın.
-Biz de üç kişiydik, üç yaralı fişektik- güzel abim. Yeliz, Yusuf ve ben...Üçümüzün de yarası birbirinin kopyasıydı ve sürekli aynı yerden kanıyorduk. Yılmaz da yedek kulübesinde oturmuş, terini soğutmadan sahalara döneceği günü sabırsızlıkla bekliyordu.
Yeliz’in saçlarında korsan bildiri dağıtırken kader, çürük düşlerimizi ayıklarken, birinin daha kapıdan içeri adım attığını gördüm. Başımı kaldırdım, uzun uzun yüzüne baktım. Yusuf öylece ayakta durmuş, gözleri ışıl ışıl, mutlu ve bahtiyar tebessümüyle bize bakıyordu Ahmet abi. "Yeliz!" dedim "Bak Yusuf geldi!" Yeliz de abisinin adını duyunca başını gömüldüğü yerden kaldırıp baktı "Yok abla!" dedi "O bu abinin kardeşi!" "Yok!" dedim "Bu kadar benzerlik olur mu canım? Bal gibi de bizim Yusuf işte!" Adam da balıklama atladı ordan hırbo! "Yok o benim kardeşim!" diye tutturdu...Söylemesen çatlarsın değil mi! Bu insanlar niye böyle Ahmet Abi? Niye sevincimizi kursağımızda bırakıyorlar hep? Bırak da! Biz onu Yusuf bilip boynuna sarılalım, bırak da yıllanmış hasretimizi çekinmeden giderelim. Yusuf da ne ha diyo, ne yoğ diyo, öyle şaşkın duruyor garibim...O ya da bir başkası ne fark eder ki? Bu tıpatıp bizim Yusuf mu? Yusuf! Bu mahzun bakışlar onun mu? Onun! Bu burun, bu kara kaş, bu kömür gözler, bu boy bos, bu endam, bu nurlu yüz...Şimdi kimlikte adı Hasan yazsa ne, yazmasa ne? Ben bu adamı yine öper, yine sarılırım abi, bi daha da bırakmam gitsin, bana ne!
O heyecanla, bilmiyorum kalbim kaç yüzle çarptı! Coşkuyla kalkıp fırladım ayağa, ona doğru seğirttim. "Yusuf!" dedim, "Nihayet geldin ha sonunda! Seni o kadar ama o kadar özledim ki!" Bozuntuya vermedi, konuşmadı da benimle sadece güleç yüzüyle eskiden olduğu gibi masumca baktı bana yine öyle...Beni kandıramazsınız! Kalıbımı basarım bizim Yusuf olduğuna yahu! "Ey ahali! duyduk duymadık demeyin, Yusuf’umuz gelmiş evimizde şenlik var bugün! Mutluluğumuza nail olmak isteyen buyursun gelsin!"
Sevinçten ağlıyorum! Öyle bir ağlamak ağlamak ki...
...
Bu boşluğun sebebini buldum baba! İki satırla dikilen kalbim, hâlâ yasını tutup ustura ağzında yaşayan bu evin, bu mutfak seramiklerinin arasındaki şu derzli dolguların içinde sıkışıp kalmış, boğum boğum, lime lime olmuş. Hüzünleri karıp, yaralarımı kazdıkça altından hep Yusuf çıkıyor baba! Ona sarılmıştım, onu koklamıştım, onu öpmüştüm ve ölür diye ölesiye korkmuştum. Ben onu toprağında kucaklayan bir mezarım artık baba! O da benim yaramın içine düşen mağdur kurt.
Tanrı’m! Yalvarırım kapıyı aç! Ben aşağıdayım!
♧m.g♧
▪︎"Öyle bir ölsem, ölsem ki ve öyle bir ağlasam, ağlasam ki" sözleri Aziz Nesin’e aittir.
▪︎"Biz üç kişiydik...Üç ağız, üç yürek, üç yeminli fişek" ♧Yusuf Hayaloğlu♧
YORUMLAR
Rüya nedir diye sordum kendime, Google amcam bana bu yanıtı verdi,uyku esnasında zihinde oluşan, duygu, düşünce, algı, ve hayal bileşenlerinden oluşan bir deneyimdir.
Ben gördüğüm rüyaları hemen unutuyorum Gule,her rüyandan bir günün yazısı çıkıyor,tebrikler öncelikle.
Yusuf umuz bir melekti,kanatlanıp uçtu vakitsiz,çok özledik ama Allah ın taktiri ilahisi,elimizden bir şey gelmiyor ne yazık ki.Üzme kendini canım
Acımızı kalbimize gömdük,nurlar içinde uyusun.
Sevgiyle,öpüyorum
Gule
Acısını ne kadar kalbimize gömsek de, hãlã diri ve taze kalmış varlığını da taşıyorum içimde demek ki bu rüyaları görüyorum Sevo. Biz bi de Yusuf'la beraber büyüdük, kardeşten öteydi benim için o yüzden kabullenmek zor oluyor.
Teşekkürler canım. Öpüyorum sevgiyle😘
Sevgili Gule, yazını iki kez okudum. İlkinde kafam karıştı; belki de biribiriyle ilintisi olmayan sahnelerin varlığı, olayların seyrinden dolayı, bilemiyorum. Sonra okuduğumda, bir rüyanın tamda kaotik "doğası"nın içinde olabileceğimi düşündüm. Ama, senin anlatım tarzın, betimler, metaforlar ve fragman gibi gelişen hikayen öyle enteresan ki; hem merak uyandıran bir uslup, hem de "yu yahu, böyle de olmaz ki"yi dedirten bir iklimin içine düşürüyor okuyucuyu - en azından beni.
Aslında hayranım senin insan karakterlerini tarifine. Ya o mutfak - ki morga benzetiyorsun. Issız, ama bir o kadar da klinik temiz ve aynı zamanda kadın tıuzağı olgusunu düşündürdü bana. Bir kızgınlık, bir bıkkınlığın yeri (mi)... Ve sanki mutfağı bir sembol olarak betimliyorsun, bir mesajı var sanki o yerin ve orada yaşayanların...
Yusuf karekteri; adeta bir melek ile eş değer. Ona özlemin yanı sıra, bir kırgınlığı, bir hayranlığı da içeriyor vs. Anlatımının akışında duyğu yoğunluğu çılgın bir denizin dalgaları gibi. Çarpıyor bedenine insanın, bazen de bereberinde sürükleyip derinliklerinde boğuyor ve can havliyle suyun yüzüne çıkmak için çırpındığını hissettiriyorsun... Ağlatıyorsun. Ve o ağlama bitsin istemiyorsun...
Her neyse; sen hep böyle yaz hislerini, rüyalarını. Yanılsama ile gerçeğin el eleliği prematür bir hikayenin başlangıcı gibi. Devam edilse, roman dahi olabilir...
Üstelik kalemin dünyasında hepimize ait bir yer var, fena mı...
Teşekkürler bu ziyafet için, canım.
Sevgiler kalemine ve güzel ruhuna, Gula mı.
Gule
Aslında o mutfağın bir de perde arkası var, benim bir paravanayla üstünü örtmek, çabucak geçiştirmek istediğim bölümler. Madem konusu açıldı onu da kısaca söylim. Yusuf'u askerdeyken ambulansla eve göndermişlerdi, yoldaydı henüz gelmemişti. Ben de ikide bir mutfağa gidip gelip camdan onun yolunu gözlüyordum. Mutfak ana yola bakıyordu ve kendimi bu duruma hazırlamanın provasını yapıyor, kuracağım cümleleri kara kara düşünüyor, onu görünce nasıl davranmam gerektiğinin ince hesaplarını yapıyordum kafamda.
Yani nasıl anlatim, o mutfağa sayfalar dolusu öykünsem azdır. O evin her odasında bir yaşanmışlık, bin parçalanmışlık, bin ölmüşlük var anlayacağın.
Teşekkürler Tüya'mın, sağolasın
Sevgiler çokça.
Tüya
Ama umarım o mutfakta beklemelerin sonu kahırdan uzak ve iyilikle sonuçlanmıştır. Gula'mı.
Hüznünden öpüyorum çok.
Hode rınd nade.
Bende kızdim senle bir kere de yetter dahamı zekisin
Doyasıya hasret gidersin yusufla
Ruyalarda bile karısıyorlar herşeye
Ara ara hüzün bazı yerde merak ya gerçekmi yoksa hani bir iki yerde gülesim gittim geldim bir oyana bir buyana
Değisik ve güzeldi
Okurken karışık düşüncelere göturdü getirdı
Istenilende buydu bence
Ustalıkla
Bu da bence
Selam sevgiler
Gule
Teşekkürler Larmina.
Selamlar, sevgiler
Gule
Dur bi düşünim hele sana n'aapa bilirim:)
Seni başımda taşırım tabi ki canım nepalim.
Sevgiler çokça.
Gule
Saygılarımla.
Mutfakta çay içiyordum okumaya başladigimda; şimdi neredeyim bilmiyorum! Çay da murdar oldu üstelik; boğazımda koca bir yumrukla oturuyorum şimdi... herkesin bir Yusuf' u var içinin bir yerinde; kimseyle paylaşamadığı... sanki anlatsa dağlardan kopup gelen bir çığ olacak gözleri... yine de ne diyorum biliyor musun sevgili Güle? Yine de iyi ki Yusuf' umuz var; o varsa, sağlamından bir yürek de var demektir göğsümüzde...
Öpüyorum seni muhabbetle...
Gule
"Bir travmayı atlatabilmenin en iyi yolu onu hikayeleştirmekmiş"
Her ne kadar bazı hassas ve özel bulduğum şeyleri; (-ki Yusuf da en kırılgan duygularımdan biridir- ) içimde saklamak, hiç konuşmak istemesem de, öyle bir an geliyor ki ama bazen, daha fazla tutamıyorsun içinde onu artık...Seni onu anlatmaya iten, içten içe dürten, boşluğuna gelen, duyguların yoğunlaşıp taşması mıdır artık yoksa bi nehirin içten içe ç.ağlayıp kanaması mı? Kanatlarını takıp uçması mıdır yoksa? Bilemiyorum, bildiğim bir şey varsa o da, onların o güzel varlığıdır, iyi ki varlar dediklerimdir.
Çok teşekkürler Özlem, seni gördüğüme çok sevindim.😘
Özlem Tarhan
Güzel yüreğin var olsun...
Bazı sayfalar var; öyle kendi evim gibi paldır küldür girip çıkıyorum. Okurken karşılık veriyorum olaylara, bir hararet bende görme gitsin. Defalarca gelip gidip bakıyorum ve izliyorum okurken. Çok az sayfa var ama beni böyle kendine çeken ve defalarca kabul eden.
Okurken bir yandan filmini çekti Zihnim fena olmadı ama;)) bizim gibiler sever böyle konuları. Rüya içinde gerçek, gerçekler içinde rüyalar. Sınırları silik ve anlarda yüzyıllar yaşatan yoğun duygular. Bazen sadece bir bakış ya da öylesine yoldan geçen bir kedi...
zaman asılı kalır avuçlarda....
Seviyorum tarzını ve tavrını sevgili Gule.
Hep yaz dilerim.
Tebrik ve Sevgilerimle.
Gule
Senin de dediğin gibi, duygusu yoğun, bu dur durak bilmez hikayelerin bi sonlarının da olacağını sanmıyorum. Ara ara böyle yoklamaya gelip, kalbimize birkaç çizik atıp giderler. Bize de sayfalar dolusu öykünmek kalır.
Bugün onu düşündüm ve dedim ki insan istese bir rüyayı bir kitaba bile sığdırabilir.
Hep ol dilerim canım benim.
Teşekkürler, sevgiler çokça...
yaşarken Ölmek değil gülmek yakışır size yazı diliniz hem güldüren hem düşündüren hemde hissettiren hani cenazede durduk yere gülmek istersiniz ama acı vardır ve üzeri örtülümez bir türlü
Hiç sıkılmadan sonuna kadar okunacak bir eser di
Yüreğinize sağlık günün en güzel yazısını yazan usta kalemi kutlarım
Sırtınızdan size yük olmuş kederleri indirin kaleminiz hiç susmasın
Sevgilerimle 🌹
Gule
Çok teşekkürler
Sevgilerimle🍀
Eksantrik yazı dilin var.
Şiirlerin ve öykülerindeki karakterler kendi içinde mahşeri yaşıyorlar.
Kendimi korkuyla incitmemek için Şehrazat masalları tarzında hikayeler okuyorum. Ama bu akşam olduğu gibi ara sıra alışagelmişin dışına çıkıyorum.
Yazı dili çok etkileyici . Evin duvarlarında yaralar olur mu, öyle yaralı hissettim.
Yarın sabah yeniden ayık gözle okuyacağım
Sevgiyle ile iyi geceler Güle 🦋🌸☕️🌾
Gule
Hani hikayeyi okurken ufak bi titreşim, kıvılcım dahi hissedebiliyorsanız bu beni mutlu eder. Burayı bir ev gibi düşünün ve farz edin ki; burda bir kasırga kopmuş ve rüzgar bu evin çatısının kiremitlerinden bir tanesini uçurup, eline kuş gibi kondurmuş.
İşte ben de okurlara beleşten kiremit dağıtıyorum fena mı?:))
Teşekkürler Ümmühan, iyi akşamlar.
Sevgiyle.
Ümmühan Yıldız
İnsan bazen kendi iç dünyasına yabancılaşır. Öyle yabancılaşır ki; cenazesi kalkar, birileri baş sağlığına oturur, birileri helvasını kavurur…
Sanki vücudunuz da bir evinizdir; odalarınız, salon yahut mutfak, kimi işgal edilir, kendinize oturacak yer bulamaz hâle de gelirsiniz. Bir evin içinde insan, hem yaşayan hem can çekişen de olabilir. Kolları, elleri, gözleri, duyduğu sesleriyle kendini de tanıyamaz olabilir.
Demem o ki; yazı, tüm karakterleriyle ve hissettirdikleriyle kendi iç dünyasından yine kendine, sesinin tüm kısıklığına rağmen, seslenişiyle oldukça etkileyiciydi.
Güne gelişini tebrik ederim,
Sevgi ve selamlarımla.
Gule
Hani nasıl anlatsam taşıdığımız ağır yaralı o kadar çok şey var ki aslında içimizde; bunları göğüsleyebilecek birinin olacağına ihtimal vermiyoruz hiç ve hatta olsa bile; bunlar yalnızca ve sadece bize emanetlermiş gibi kimseye de vermek gelmiyor içimizden. Kalpten ve gözden çıkarırsak yarım kalacağız da, kalbimizi söküp vereceğizmiş gibi geliyor.
Haklısın Enûma biz bunlarla bir bütünüz. Kalbimizdeki yarı ölü yarı diri cesetlerle, içine kıvrılıp uyuduğumuz çukurlarla ve yüreğimize batıp duran dikenlerle; bu ev, bu duvarlar ve bu eşyalarla, muhtelif acılarımızı, duygularımızı paylaştığımız kaotik bir bütün...
Ne güzel anlatmışsın, çok teşekkürler.
Sevgi ve selamlar.
Mutfak ağlıyor, biri aç. Her şey birbirinden o kadar uzak ve iç içe, insan maydonaza bakıp ağlar mı?
Gerektiğinde ağlar.
Gule♥️
Gule
Ne ilginç değil mi? Bu kadar uzun uzun yazmışım, acıların üstüne basa basa anlatmışım ama hãlã sanki o duygunun bıraktığı ağırlığı, ağrıyı, açtığı yaraları yeterince söyleyememişim gibi, ne kadar konuşsam da hiçbiri karşılamayacak gibi geliyor.
Evdeki eşyaların bile bir kalbi olduğuna inanıyorum ama nasıl baktığınla, gördüğünle de ilintili işte...onlara o ruhu veren, giydiren de biziz.
Teşekkürler Parlain❤
Yerin kulağı var derler ya, benim tavana kadar, fayans kaplı mutfağın da var herhalde ki, ne çok esinti, ne çok çağrışım yapıyor yazınız, kimlere nelere dokunarak, ellerinize yüreğinize sağlık, selamlarımla...
Semiha Türkmen tarafından 22.12.2023 23:48:13 zamanında düzenlenmiştir.
Gule
Eşlik ettiğiniz ve hikayeme ortak olup, dokunduğunuz için teşekkürler Sevgili Semiha...
Selamlar, sağlıcakla ...
Farklı zamanlarda yol alır gibiydi sanki öykü.Ruhsuz bir ortam, arafta kalmış duygular..Yıllar yıllar sonra tanınmamasını ister gibi karşılaşma..İnsanlarda karakter başkalaşması..hayal ile gerçeği süsleme çabası ya da olması istenilen olaylarda kararsızlık .Sona gelinmesine rağmen öykünün teması aydınlanmış değil.Kim kime hasretti?..Kim kimle buluştu?İstenilen bir buluşma mıydı? .Belli değil..Sanırım boş bir vaktinden vakit ayırmalıyım yeniden okumak için.Bir çay demleyeyim hele..belki hikaye de demlenir bu arada kim bilir?..Kaleminiz daim olsun.Sağlıcakla.Saygıyla.
Gule
Hatta yorumunuzdan sonra "Hadi ya! O kadar mı üstü kapalı yazmışım?" diye de tereddüt etmedim değil:)
Sevgili neneh. vaktinizi ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim.
Saygılarımla.
Satın aldığım ilk şiir kitabı, Sappho, seçme şiirler'di. Mart, 1996 baskısı. Bilinçli bir alışveriş değildi benimki. Seçtiğim ilk kitaptan rastgele bir sayfa açıp okumuş, almaya karar vermiştim.
"Şu kadarını biliyoruz
Ölüm kötü bir şey;
bak, işte tanrılardan belli;
iyi bir şey olsaydı ölüm,
önce tanrılar ölmez miydi?"
Gule
Teşekkürler Oli, hörmetler:)
İlginçti. Farklı bir ev hikayesi. Anlamını yalnızca yazanın bildiği hikayelerden, değil. Fakat anlamı okurca kolay kavranır olanlardan da değil. Düşünmekler getiren türdendi...
Gule
Film ya da dizilerde hani geçer ya bazen 'iki gün önce, bir sene sonra' falan gibi zaman dilimine dair bir ayrıntı verilir ekstradan, hikayeleri birbirleriyle buluşturup çözümlendirmek ve sonucu bağlamak için...
Bu hikaye de bir rüya ile başlıyor aslında. Rüyanın içindeki kurguyu hem dünle hem de bugünün duygularıyla harmanlayıp; hem olayın içinden hem de dışardan bir seyirci- gözlemci ve de anlatıcı konumuyla, ağırlığı geçmişe verirken, bugünü ve geleceği de rüyanın aralarına gelişigüzel serpiştirip, duygusunun da yönlendirdiği biçimde öyküye yön veriyor.
Farklı ve ilginç oluşu belki bu yüzdendir. Öykünün ilk cümlesini kafadan direk 'bir rüya gördüm' diye kursaydım çok sıradan ve basit duracaktı çünkü. Bu şekilde okur hiç değilse daha ilginç ve belleğinde merak uyandıran bi kıpırtı duyacaktır içinde bi nebze de olsa...
Umarım bu hissiyatı vermişimdir, bu açıklamayla da biraz aydınlatabilmişimdir Sizi...
Teşekkür ediyorum.