- 272 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
FAİK ASAL SELANİK'TE 3.Bölüm
FAİK ASAL SELANİK’TE
3. Bölüm
*
Mehmet Faik Bey, Selanik’e vali olarak atanan Hüseyin Kâzım Bey’in yardımlarıyla Selanik’in Vodine Kazası Ostrova Nahiyesi Müdürlüğü’ne atanmış ve yaşamında yeni bir sayfa açılmıştı.
Kara trenin penceresinden baktıkça öğrenciliği, parasızlığı, gazeteciliği; ekmek parası için bulduğu her işte çalıştığı günler, acılar ve sevinçler gözünün önünden bir film şeridi gibi gelip geçti. Sosyal ve siyasal çalkantıların birinin bitip ötekinin başladığı İstanbul artık gerilerde kalmıştı. Onun için İstanbul “yaşam okulu” olmuştu. Özetle, pişmesine, olgunlaşmasına İstanbul’a borçluydu.
*
O yıllarda Selanik Osmanlı Devleti’nin ikinci büyük kenti ve batıya açılan kapısıydı. Ticaretin, kültür ve sanatın, özgür düşüncenin canlı canlı yaşandığı, gizli ve açık cemiyetlerin kurulduğu bir kentti. Avrupa’nın körüklediği azınlıklar azmış, milliyetçilik akımı Balkanlar’da salgın bir hastalık gibi yayılıyordu. Kaynar kazana benzeyen Balkan Dağlarında Bulgar, Yunan, Arnavut, Sırp ve Karadağlı çeteler cirit atıyordu. Halkı soyup soğana çevriliyorlar, akıl almaz cinayetler işliyorlardı. Türkler ise diken üstünde yaşıyorlardı..
*
Selanik’te ticaret hayatı Yahudilerin ve Yunanlıların eline geçmiş, limana her gün onlarca gemi yanaşıyor, yükünü alıp, kalkıp gidiyordu. Türkler ise genellikle kırsal kesimde tarım ve hayvancılıkla geçiniyorlardı. Gözü dönmüş Bulgar ve Rum eşkıyaları Türk köylerini basıyor, akıllara durgunluk verecek sindirme baskıları uyguluyorlardı.
*
Mehmet Faik, güney Makedonya’daki Osturva nahiyesinde göreve başladığında Balkanlar barut fıçısı gibi olmuş, ateşlenmek için bir kıvılcım bekliyordu. Türkler kendilerini koruması için her gün Osmanlı’dan yardım bekliyor, nahiye müdürlüğüne ve karakollara başvuruyorlardı.
*
Bir gün Mehmet Faik Bey’in makam odasına genç bir kız girdi. Boylu poslu, saçları bağladığı başörtüsünden taşan kız odaya girer girmez. “Ne biçim devletsiniz? Ne biçim nahiye müdürüsünüz? Gavur eşkıyaları köyleri basıyor, hayvanlarımızı, ürünlerimiz çalıyor, direnenleri acımasızca öldürüyor ve siz burada kayıtsızca oturuyorsunuz!” diye haykırdı.
*
Mehmet Faik kıza oturmasını işaret etti. Kızın cesaretine hayran kalmış, ışıltılı bakışlarından etkilenmişti. “Bak güzel kardeşim, elimde avucumda üç beş zaptiyeden başka kuvvet yok. Ben de sizler kadar kahroluyorum ama elimden de bir şey gelmiyor,” diyebildi.
*
Adının Ümmügül Sabiha olduğu öğrendiği bu Rumeli güzelinin endamlı duruşuna ve ışıl ışıl yanan gözlerine bakmaktan kendini alamamıştı. Kız da sanki Mehmet Faik Bey’in içinden geçenleri okumuş gibi tatlı tatlı bakıyor; yuvarlak yüzlü, yağız bir genç olan nahiye müdüründen bakışlarını ayıramıyordu.
*
Günler geçtikçe Ümmügül ziyaretlerini sürdürdü. Becerikli elleriyle yaptığı Rumeli böreklerinden, tezpişti gibi tatlılardan getirdi. Mehmet Faik Bey’i ailesi ile tanıştırdı. Aile yüzyıllar önce Anadolu’dan gelmiş bir aileydi.
*
Bir akşam Faik Bey Ümmügüller’e ziyarete gitmişti. Birlikte kahve içip, sohbet ederken birden kapı “Güm! Güm!” diye yerinden sökülürcesine vuruldu. Ümmügül “Eyvah! Çeteler bastı!” diye söylendi. Soğukkanlılığını koruyarak “Faik gel, şu halının içine yat!” diye elinde tabanca bekleyen Faik Beyi halıya sardı. Halıyı yuvarlayıp kapı eşiğine diklemesine doğrultu. Sicimle halıyı bağladı. Fener ışığında kapıyı açtı. Çete başı “Nerede? Nahiye müdürü nerede?” diye Bulgarca haykırdı. Ümmügül “Burada yok, gelmedi” diye tersledi çetebaşını. Evin her yanını aradılar ama kapı eşiğindeki dik duran halıyı açmayı akıl edemediler. “Yok! Yok işte! İğne deliğine girse de bulacağız onu!” diye homurdanarak çıktılar. Yürekleri küt küt atan Ümmügül ve Faik Bey onlar gidince kucaklaştılar. Ailecek bir belayı ucuz atlatmışlardı. Faik Bey, Ümmügül’ün korkusuzluğuna ve kendine güvenine hayran kalmıştı.
*
Tam o günlerde Bulgarlar, Yunanlılar, Karadağlılar, Sırplar Osmanlı topraklarına çullandılar. Osmanlı aynı zamanda Trablusgarp Savaşı ve Yemen isyanıyla uğraşmaktaydı. Makedonya’daki kuvvetlerin bir kısmı savaş bölgelerine sevk edilmişti. Osmanlı komutanları arasındaki siyasi çekişmeler de işin tuzu biberi oldu. İstanbul’dan destek alamayan ve panik içinde bozguna uğrayan Osmanlı ordusu bir tüfek bile patlatmadan Selanik’i Yunanlılara bırakmıştı.
*
Ordunun bozgunu ile binlerce, yüzbinlerce Türk at arabaları, kağnılarla yükleyebildikleri varlıklarıyla karlı yağmurlu yollarda düşe kalka Anadolu’ya doğru göçe başlamıştı. Evlerini, barklarını bir gecede bırakan bu insanların yollarda yalın ayak, baş çıplak; sırtta bebekleriyle, hasta yaşlılarıyla çamura bata çıka aç, susuz yollardaki sefaletine can dayanacak gibi değildi.
*
Vali’nin de Selanik’i terk ettiğini duyan Mehmet Faik hazırlattığı at arabasıyla Ümmügül ve ailesini alarak apar topar bir an önce Meriç’i geçip İstanbul’a ulaşmak için yola çıktı. Bulgar ve Yunanlı çetelerin her türlü pisliğinden korkan Ümmügül Faik Bey’i yatak yorganlara sarıp sarmaladı. Yol boyunca hop oturup hop kalktılar.
*
Mehmet Faik ve Ümmügül’ün ailesi Balkan bozgununun tüm acılarını duyarak İstanbul’a ulaştılar. Balkan acısını yaşamı boyunca unutmayan Mehmet Faik tombul yanaklı, beyhatun duruşlu yavuklusunun ışıl ışıl gözlerine bakarak kendini teselli ediyordu...
(Öykümüz devam edecek Veli Aykar)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.