- 115 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
* ÇATALİ*
***ÇATALİ***
Sermin’in yüreğinde güller açıyordu, çünkü o yıl orta ikinci sınıfın, ilk yarı tatili için köyüne gidiyordu. Ailesini, eylülün ikinci haftasında okulların açılmasıyla görememişti. Orta eğitimini Lefkoşa’da yaptığı için Atatürk Kız Yurdu’nda yatılı kalıyordu. Bir şubat pazartesine denk geldiğinden, tatil otuz ocak cumartesi gününden başlamıştı. Düşlerinde köyünün güzellikleri yanında özlemle ailesini, dedelerini, nenelerini görecek diye umutlu mutluydu. Köyü şubat ayında bembeyaz duvaklı gelin gibiydi, badem ağaçlarının ve erik ağaçlarının çiçekleri açtığından, köy bambaşka bir görünüme bürünüyordu. Lefkoşa’dan başlayan otobüs yolculuğu, ancak akşam saatinde, karanlıkta köyüne varınca sonlanmıştı. Sabah uyanınca annesinin mis kokulu tarhana çorbasını, emaye çinko çanaklarda kardeşleriyle içti. Ocak denilen basit şömineyi erkenden kalkan annesi, babasının önceden kesip hazırladığı odunlarla yakınca hem taştan üç odalı ev ısınır, hem de o arada sacayağı üzerinde çorba, sırasında yemek pişerdi. Ocakta ateş çıtır çıtır yanarken, öne alınan sıcak küller arasına gömülen patates soğan da nefis olurdu. Avluya çıkınca doğanın cömertliği, eşsiz güzelliği karşısında gönlü esinlerle doldu taştı. Dallarda cıvıldaşan kuşlar, yeşillikler arasında kır çiçekleri, baş gösteren sümbüller, nergisler ve göz kırpan düşler ülkesi. Babası davarı otlağa götürmüş çorbasını içtikten sonra, annesi evdeki işlerle uğraşıyordu. Kulaklarını hoş sesler okşayınca, ağılda kuzuların ve oğlakların, yalaklarda yem yerken meleyişlerini fark etti. Ağılın içerisine geçip elleriyle sırtlarını okşayarak sevdi onları, bazı oğlakların, anneleri gibi boynun iki yanından sarkan etten küpeleri vardır. Hasıl otlarken, neşelenip zıplarken yavru oğlaklar, boyun altındaki o etten küpeler çok hoş görünüyordu. Ağılın solundaki kümeste ise horoz tavuklarını koruma içgüdüsüyle, şaşırma eylemi sergileyerek gıdaklıyordu. Davarın akşam dönüşünde kuzuları ve oğlakların anneleriyle buluşmaları, hiç şaşırmadan annelerini bulmaları bambaşka bir yaşam aydınlığı. Annesi Hatice Hanım, kümesteki hayvanları yemlemesi için seslenince, kepek yoğurup onları yedirdi. Genelde, un elenirken açığa çıkan kepekler, kümes hayvanları için saklanırdı. Hatta kış günlerinde, yumurta verimini artırmak için, acı kırmızı biber eklenirdi bu kepek karışımına. Darı denilen, ama normalde mısır olan bitkilerin yeşil sapları, yaprakları hayvanlara yem olarak verilirdi. Koçanlarıyla kurutulup saklanan darıya gelince kümes hayvanları da paylarını almaktaydı. Kuşluk vakti gelip geçmişti bile, annesi ekmek yoğuracağı için “mutfak” aşevindeydi. Hamur mayalanıp girinceye kadar, taş fırına odunları koyup yakardı. Isınan taş fırına fırın küreğiyle pişmesi için sürülen ekmeklerin mis kokusu mahalleyi kaplardı. Ekmek pişirme işi bitince de toprak küpteki küllü suyla çamaşırları beyaz taş plaka üzerinde tokuçla yıkayacaktı Hatice Hanım. Avluda komşu kızı Ayşe’yle sohbete daldığı sırada nenesi “babasının annesi” geldi. Hemen koşup karşıladı, yaşlılıktan kırışmış ellerini öptü, dedesini sorunca ninesinin yüzünün düştüğünü anında fark etti.
- Nene neyin var, dedem nerede, bu sabah gelmedi görmeye beni?
Ağır sessizliğin ardından, dili varmasa da içi ürpererek sordu.
- Yoksa dedeme bir şey mi oldu? Sabahları erkenden gelirdi bize!
Evet Mustafa dedesi yoktu artık, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Aralık ayı çok soğuk geçmiş ve ağır bir gribe yakalandığı için atlatamayıp yenik düşmüştü yaşama. Mustafa Dede’nin beş erkek kardeşi, tek kız kardeşi vardı. Ateşler içerisinde Asya gribiyle boğuşurken ‘Gülsün’ diyerek inlemiş. Büyük Hala Gülsün, karların patika yolları kapatması üzerine, kestirme yollardan gelememiş. Kendi köy otobüsüyle Kasaba ’ya varıp, akşama doğru köy otobüsüyle Mustafa Dede’yi ziyarete gelmiş. Mustafa Dede çok sevdiği en küçük kardeşi Gülsün ile hasret gidermiş ve öylece sabaha yakın Hakk’ın rahmetine kavuşmuş…
Sermin gözyaşlarını tutamayıp dedesi için hıçkırarak ağladı uzunca. Kader dedikleri düşünceyle avuttu yangılı yüreğini. Sonra da içten içe düşüncelere daldı gitti. “Canım dedem, nenemin can yoldaşı, çatali dediğin pantolonların sahipsiz kaldı artık. Bahçelerimizin sesi, nefesi, ‘yüreğinde güller açarak, gelinim nerde diyen’, yuvamızın neşesi dedem. Annem babam tarla, bahçe, çapa işleriyle uğraşırken bize sahip çıkan ailemizin büyük çınarı. Küçük kardeşim Cemil’i az mı oyalayıp baktınız, bize masallar anlattınız, şakalar yaptınız, çocukluğumuza renk kattınız nenemle.”
Gündüz masal anlatılmaz ‘donumu çalarlar’ dese de bıktırana kadar masal anlattırırdık Resmiye neneye. Neneden küçük bir anlatı:” Kedi ile köpek gölgeliklerde dinleniyorlarmış, köpek yerinden fırlayıp yüksek sesle havlamaya başlamış. Kedi merak edip o da fırlamış yerinden peşi sıra. Köpek kuyu başında suya bakarak havlıyormuş, kedi başını eğip kuyunun içine bakınca ‘bu da bir şey mi, yaygarayı kopardın. Kuyuya düşen sadece bir kıl!’ demiş.”
Kış sabahlarında erkenden gelişi, ‘bre çocuklar ananız çorba yaptı mı, kaldıysa bana da çanağa kurtarın? ‘Deyişi kulaklarında çınladı Sermin’in, dedesinin o duygulu samimi sesinin yankılanışı azarak karıştı boşluğa…Mustafa Dede’si anılarda yaşayacaktı artık…
Mustafa Dede, pek iş yapamayan, zayıf bir yapısı vardı Sermin onu bildi bileli. Yediği birçok yemekler bağırsaklarına dokunuyor, isal oluyordu. Anlatılanlara göre Mustafa Dede, iş esnasında Rum ailelerinden birinin kavga dövüşlerine tanık olmuş. Yorgancılık mesleğini babasından öğrenmişti. Altın bilezik diyordu mesleğine, ‘her zaman iş vardır, aç kalmazsın’ derdi. Elinde yay tokmağı köyde ve yakın köylerde, Rum köyü olsun Türk köyü olsun yorgan dikermiş sağlıklı yıllarında. Şimdilerde Sermin’in babası Hüseyin Bey sürdürmekteydi yorgancılığı. Yorgancılık 1571 yılında Osmanlı’nın Kıbrıs fethinden sonra, çeşitli köylere yerleşen Türk Halkı’nın en saygın mesleklerindendi. Aynı zamanda, şimdilerde güncelliğini yitiren keçecilik mesleğinden de anlıyordu dedesi de babası gibi. Babası Hüseyin Bey’in, katır, eşek ve at için kaç kişiye semer altına keçeden çul yapmışlığı var. Mustafa Dede, Mahkemeye çağrılınca gördüklerini anlatması kaçınılmazdı. Fakat bu kez de tanıklık ettiği için iş dönüşü köye dönerken, öldürürcesine sıkıca dayak attılar Mustafa Dede’ye. O dayak atılıp, hırpalanıştan sonra eski sağlığına kavuşamamıştı. Zayıf olması nedeniyle giydiği pantolonlar bol gelirdi bedenine. O fakirlik yıllarında, ancak oğlu Hüseyin’in kullanılmış pantolonlarından giyerdi. Bu durumda, bol gelen pantolonunu (ıspaho) sicimle bağlardı, sarkan sicimi torunlar çekiştirip ‘dede bu ne’ deyip gülüşünce de ‘dokunmayın bakayım benim çatalime.’ (Pantolonuma). ‘Dede çatali ne demek söyler misin?’ Diye torunlar sorunca, “Bakın çocuklar önceleri erkekler dizlik geyerdi sonra çıktı bu çataliler. Çangar çizmesinin üzerinde de güzel dururdu hani…
Kendini iyi hissetmediği zamanlar Sermin’in babası (tek oğlu) Hüseyin Bey’e gelerek yakınırdı.’ Ha Hüseyin söyle, ölecek miyim, eyi değilim a oğlum, ölecem galiba?’. Hüseyin Bey sakinleştirmeye çalışsa da akşama kadar onun yamacında gezinir dururdu. Bahçeye gitse yakınında çömelerek oturur, tarlaya gitse peşi sıra değneğine yaslanarak o da giderdi.
Mustafa Dede, yemek konusunda seçiciydi, sık sık saçta sade bitta (mayasız yufka ekmek) yaptırırdı eşine. Bulgur pilavından daha çok pirinç pilavını severdi. Köy domatesinin enfes leziz doğal aromasıyla, pişirilince tadına doyum olmazdı. Pirinç pahalı olmasına karşın, Pirinç pilavı isterdi. Öyle ya bulgur köy ürünü, pirinç bakkaldan parayla alınırdı. Pişen pirinç pilavın daha dumanı üstündeyken sıcak sıcak, üzerine tozşeker ekleyerek yerdi. Resmiye nenenin el şehriyesiyle yapılan pirinç pilavı da lezzetliydi hani. Bunun yanında, çok sevdiği pirinçle, asma yaprağıyla yapılan dolmaya bayılırdı, ev yoğurduyla, küp yoğurduyla bir başka leziz olurdu. Eşi Resmiye Nene asma yaprağı taze iken ipe dizer, bol bol kuruturdu kışta dolma yapmak için. İkindi olunca, yemek vakti gelmeden erken acıktığı için, taş fırında ekmeğin kurutulmasıyla yapılan peksimet ile hellim yerdi. Bazen de ‘kavur iki badadez (patates) yiyelim, çok acıktım’ derdi neneye…
Sermin’in arada sırada dedesine takılıp durduğu oluyordu: ’Dede senden dört yaş büyük kadınla nasıl razı gelip evlendin, üstelik de yirmi altın başlık parası vermişsin’.
“-Kızım o zamanlar öyleydi, görmeden evleniyordun, atalar kimi uygun görürse evlenilirdi. Kim kimin yaşını bilirdi o zamanlar, hanımlar evdeydi hep, pek çıkmazlardı sokağa, eşler birbirinin yüzünü dahi görmeden gelin, güvey oluyorlardı… Kadınlar çarşaf giyerdi eskiden, Atatürk var ya, Mustafa Kemal Paşa, çok şükür attırdı çarşafı. Köylük yerde evlilik çağına gelen kızlara çarşaf girdirmek, fakirler için masraftı zaten. Bak şimdi nenen de çarşaf giymiyor artık, basit bir yemeni bağlar başına, üstünden de püsküllü yemenisini atıyor. Zaman içinde değişti birçok şeyler. Resmiye nenenize gelince, çok iyi kadındır, bana da çok iyi bakıyor, iyi-kötü, her türlü kahrımı çekiyor. “
Mustafa Dede’nin kökeni Trodos eteklerindeki yakın komşu köydendi. Atalarından öğrendiği mesleği gereği için, bıçkın bir delikanlıyken şimdiki köye yolu düşmüş. Yorgan diktirme sırası köydeki Hoca Efendi’ye gelmiş. İki gün yorgan, yastık yatak işleri görmüş. Aile yakınları akrabalar aracı olunca o zamana göre epey yüksek olan, başlık parası olarak 20 altını ödeyerek neneyle evlenmiş. Komşu köylerden gelin almak, damat almak güzel olurdu, köylüler kaynaşıp, birbirleriyle karşılıklı olarak paylaşımlarını çoğaltıyor, yakın ilişkilerini kat kat büyütüyorlardı. Bir köyden diğer köye düğün dernekler de daha büyülüydü desek yeridir. Köylülerin dayanışarak düğün yemekleriyle, yeni evlenenlere armağanlarla yuva kurmalarına büyük katkılarda bulunmaları güzel geleneklerdir. Kına gecesinden sonra, ertesi gün, gelinle damada ‘kuşatma törenleriyle’ para takılırdı. Evlenecek kadına, çeyiz olarak beş altı yorgan renk renk saten kumaşlarla dikilirdi. Düğün esnasında çalgılar eşliğinde, çarşaflarla kaplanırdı yorganlar. Başından ikinci nikah geçmemiş veya bekâr genç kızlar kaplardı çeyizlik yorganları. Anadolu kültürünü beraberinde taşıyan Kıbrıs Türkleri, tarihsel ve kültürel zenginliklerini sürdürdüler. Bu nedenle iğne ile yolculuk olan, kültürel bir miras olarak bilinir yorgancılık mesleği. Mustafa Dede anlatmıştı; büyük amcası çok yufka (hassas) yürekliymiş, kıyamazmış kimseye. Borç para verdiği gibi, çok kimselere kefil olurmuş. Sonuçta maddi yönleri iyiyken epey mal mülkleri satılmış. Buna karşın aç kalmamışlar, yorgancılık aile mesleği sayesinde. Hani Mustafa Dede de onun deyimiyle yufka yürekliydi desek yeridir.
Sermin’in dedesiyle on iki yaşına kadar yaşanmış nice mis kokulu güzel anıları vardır. Koca pelit ağacının altında öğlenleri hasır üstünde siesta yapardı hep. Bir yaz günü, uyurken uzun çizmesine yılan girmeye çalışmış, yeni dalmış ki uykuya, çizmeye girmeye çalışan yılanın soğukluğuyla uyanmış, nefesi, nutku tutulmuş. Kımıldasa, ya da ayağı titrese belki de yılan sokacaktı ayağını. Kıbrıs yılanları da zehirlidir hani, bilhassa Kıbrıs Engereği. Yılan, deri çizme içerisine dalmış ama yol bulamayınca u dönüşü yaparak gerisin geriye sürünerek uzaklaşmış gölgelikten. Kaç kez dinlemişti dedesinin ballı ballı anlatışıyla. On yaşındayken Sermin’in unutamayacağı bir başka anısı. Yaz mevsimi başlangıcıydı bahçede erik ağacının altında oynarken, kardeşi Cemil ve Sermin’den, sokak çeşmesinden taze soğukça su getirmelerini istemiş ve uyarmıştı. ‘Sakın ha, suyu hayvanların içtiği yalaktan değil, Çeşmenin musluğundan doldurup getiriniz!’. Sermin’in köyü, Trodos Dağları’nın eteklerinde kurulu olup evlerde suyu elektriği olmayan 350 kadar nüfusu olan şipşirin bir köydü. Kardeşiyle, bardak denilen küçük toprak su testisini doldurup geri bahçeye geldiler. Erik ağacının altında oturan Mustafa Dede’ye maşrapada suyu verdikleri sırada, Mustafa Dede: ‘Bre çocuklar, kurnadan, yalaktan doldurmadınız, musluktan doldurdunuz değil mi? ‘Sormasıyla (muziplik) takılganlık, yaramazlık olacak ya Sermin: ‘Dede kurnadan doldurduk’ demesiyle suyu maşrapadan fırlattı anında ve Rum lehçesiyle. - “καλή μέρα’ nıza s…” (İyi gününüze). Yahu ben dedemdim size musluktan doldurun diye…Sermin ‘Dede dede şaka yaptık. Hiç olacak şey mi, çeşmeye kadar gideceğiz ve yalaktan, kurnadan dolduracağız suyu!’ …
Yıllar yılları izledi, yaşam nehrinden ne çok sular aktı, değişimler oldu. Köyler, köylüler kentlere karıştı, ticaret ve endüstri, sanayileşme gelişti, dijital çağa geçildi. Bilimin ve sanatın ışığında aydınlığa nice nice yolculuklar yapıldı. Bunların yanında, savaşlar, göçler yaşandı, Kuzey Kıbrıs ve Güney Kıbrıs olarak haritalar çizildi. Yeni yerleşim yerleri kuruldu, değişime uğrasa da çok şey, geleneksel yaşam kültürü kuşaktan kuşağa aktarılmaya, tanıtılmaya çalışılıyor. Akdeniz iklimi, bitki örtüsü zenginlileri, ‘Akdeniz Kültürü’, doğayla iç içe, birlikte olmak, çiçekler, böcekler denizler, dağlar, büyülü vadilerden fışkıran tüm renkler. Akdenizlilik ruhu…Tarihi akışlar, değişimler, zaman içinde görkemli kent yaşamı yanında doğup yetiştiği yalın köy yaşamının bulunmaz o sonsuz zenginliğinin bilincine varmanın hazzı. Sermin babasının büyük destekleriyle üniversiteyi bitirip öğretmenlik görevinde. Mutlu bir yuvası, yavruları var, hazla sürdürdüğü mesleğini çok seviyor. Hz. Ali’nin sözü olan: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” esasıyla canla başla, derin istekle öğrencilerine sonsuz bir güneş olmaya çalıyor. Bir Cumhuriyet kadını olarak, Atatürk çağdaşlığıyla bir eğitim öncüsü. İki yavrusundan, ismini ‘Mustafa Kemal’ koyduğu bir oğlu, ‘Deniz’ ismini verdiği bir de kızı var. Banka memuru olan eşi Berkay, boş zamanlarında yaşamda en büyük yardımcısı. Yaşamayı özüyle temeliyle öğrenmek, sevmeyi-sevilmeyi öğrenmek…Umutla, mutlulukla yarınlara ışık olmak. Yaşamda hep öğrenmek ve hakikat yolculuğunda özgürce güzel vicdanlar, güzel ve iyi insanlarla zenginleşmek en güzeli…
Gülşen Şenderin
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.