- 226 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Onulmaz
İnsan dünyanın neresine giderse gitsin kendiyle beraber götürdüğü şeylerden öyle kolayca azat olamıyordu. Çünkü o alışkanlıklarının tutsağı, sevdalarının hasretlisi, uzakların hem aşığı hem korkağıydı. Gitmekle onulmayan yaraları, kalmakla çözülmeyen dertleri vardı.
Bir hafta içinde mahallede birbiri ardınca sekiz kişi ölmüştü. Sanki birisi görünmez bir elle ölenlerin kalbini yerinden söküp çıkarıyordu.
Cenazelerin kalktığı cami kısa sürede hiç bu kadar sık ölü ağırlamamıştı belki. Oraya gelen ebediyete gitmek için bir müddet dinleniyor, sonra imamın “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusuyla koşar adım âhirete gidiyordu. Ama bu kez soruyu cevaplamaya vakit kalmadan diğer yolcu geliyor ve onun hakkında “Mevtayı nasıl bilirdiniz?” sorusu başlıyordu.
Bu ölenler birbirlerini tanımıyordu belki de. Yan komşu, alt komşu, karşı komşu ya da mahalleye yeni taşınmış bir kişiydi onlar kim bilir. Şimdi ortak tek yönleri vardı; aynı haftada ölmüşlerdi.
Mahalledeki insanın ölümü farklı, başka bir şehirdekinin ölümü daha farklıydı. Bir de diğer ülkelerde, kıtalar ötesi ülkelerde ölenler vardı. Kimi hastalıktan, kimi açlıktan ve susuzluktan, kimi bir savaş yüzünden, kimi ihmalden, kimi kimsesizlikten ölenler vardı şu dünyada.
Doktorların hastayı “ex oldu” diye tabir ettikleri ve raporlarına yazdıkları bu tanım kâğıtlarda hayli eğreti duruyordu. Birisi kanserden ölmüşse, aslında o ihmalden ölmüş de olabilirdi. Ya da kendisini bir arabanın altına atanlar veya tren raylarında düşünceli bir şekilde oturanlar, kendi ölümlerinden tek sorumlu kişi değillerdi. Kim bilir?
Şüpheli ölenlerin ölüm sebebi yarım ağızla sorulurdu bu yüzden. Hikâyesini çok merak edip vicdanı rahatsız etmemek gerekirdi.
Görünürde hastalığın veya bir kazanın kurbanı, ama Azrail’in gözde misafirleriydi onlar. Mahalledeki sekiz kişinin ölümü böylece ölümü gözlerine sokmuştu. Başlarını ne tarafa çevirseler bir ölü vardı artık; üst komşunun oğlu kumar borcu yüzünden vurulmuş, karşı apartmanın üçüncü katında kalan dul kadın eski kocası tarafından bıçaklanarak öldürülmüş, bakkalın oğluna araba çarpmış, Zengin Ali’nin kızı kanserden, Bahri Dayı’nın karısı yaşlılıktan, Erdem Gana’ya insani yardım götürürüken uçak düşmüş, bir senedir kayıp olan küçük Sena ormanda ölü bulunmuş ve Mehmet Amca camide kalp krizi geçirmişti. Bütün bunlar bir hafta içerisinde cereyan etmişti.
Cenaze evleri birbirine uzak değildi. Evlerden feryatlar yükseldikçe apartmanların duvarları arasında yankılanıyor ve zaten dar olan sokaklar iyice daralıyordu. Bir ölünün yakınının boğazı gibi düğümleniyordu her şey.
Her ölüm kendi içinde acıydı elbette. Ama kötü yolda öldürülenlerin ıstırabı daha ağır oluyordu. Kumarbaz bir gencin ölüsü başında ağlayan bir babanın acısı camide kalp krizinden ölen yaşlı bir adamın acısı gibi olmazdı.
Birisi öldükten sonra evi terk etmek, şehirden kaçmak, dünyanın öbür ucuna gitmek gibi fikirler hortluyordu zaman zaman. Tıpkı Erdem’in eşinin Gana’ya gitmek için para biriktirmesi gibi. Geri dönmemişti Erdem, ölüsünü Gana’ya gömmüşlerdi, o artık yetim mezarlığında bir tohumdu. Kadın bu tohumu önce gözyaşlarıyla sonra Gana’nın çamurlu suyuyla sulamaya gidecekti.
Ama insan dünyanın neresine giderse gitsin alışkanlıklarının tutsağı, sevdalarının hasretlisi, uzakların hem aşığı hem korkağıydı. Gitmekle onulmayan yaraları, kalmakla çözülmeyen dertleri vardı.
Zeynep Zuhal Kılınç
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.