- 266 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
TAKIM ELBİSE
Öğretmen olmak istiyordum. Hem de bunu çok istiyordum. Çocukluğumdan beri kendime ilke edinmiştim. Beni etkileyip öğretmen olma fikrini beynime kazıyan sınıf öğretmenim Ali Kılıçoğlu idi. Onun emeğini ve üzerimdeki hakkını asla inkâr edemem. O, benim yüreğimin derinliklerine dokunmuştu. Onu hep hayırla yâd ediyorum. Bir öğretmen, bir öğrencinin hayatını değiştirir. Rotasını belirler. Hayallerini gerçekleştirir ve bulutların üzerine çıkarır. Bu yüzden benim okuyup öğretmen olmama kadar bu merhalede emeği geçen bütün sevgili öğretmelerime minnettarım.
Okumalıydım hem de sonuna dek okumalıydım. Bıkmadan, usanmadan; gece, gündüz demeden okumalıydım. Kara önlüklerim ve beyaz yakalıklarım okuyup öğretmen olmamı istiyordu. İçtiğim su, teneffüs ettiği hava öğretmen olmamı istordu. Yufka ekmeğin arasına sardığım yeşil soğanlı dürüm, öğretmen olmamı istiyordu. Annem ve bütün çevrem okuyup başımı kurtarmamı istiyordu…
Öğretmenlik mesleği kutsal bir meslekti. En önemlisi de Peygamber mesleğiydi. Sevgili Peygamberimiz öğretmenlik mesleğine önem veriyordu zaten kendisi de ilk öğretmendi. Hz. Muhammed (sav) Mus’ab b. Umeyr’i Medine’ye öğretmen olarak göndermişti. Ben de küçükken kendime ilke olarak belirlediğim hedefime doğru bıkmadan, usanmadan ilerlemeye başladım. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite derken merdivenin basamaklarını bir bir ve sağlam adımlarla tırmanıyordum. Çok küçük yaşta babamı kaybetmem ve zor şartlar altında büyümemi asla unutamam. Yamalı pantolonlar, yırtık önlükler ve çamur deryasında yüzen kara lastikler benim en güzel dostumdu.
Görevim vatanımın neresine çıkarsa çıksın hiç önemli değildi. Vatan toprağının her karışı benim için kutsaldı. Vatanımın her yerinde seve seve görev yapmak için can atıyordum. Doğu, batı; güney, kuzey benim için hiç fark etmezdi. Yeter ki sevdiğim mesleğe ilk adımımı atabileyim. Gül yüzlü, melek öğrencilerimle buluşayım. Onlarla bir an önce buluşmak için günlerimi sayıyordum adeta. Rabbim nasip etti, çalıştım, çabaladım, dualarım kabul oldu ve öğretmen olarak atandım. Şimdi dünyanın en mutlu insanı bendim.
Öğretmenliğimin henüz ilk yılıydı. Çiçeği burnunda bir öğretmendim. Mesleğime aşkla heyecanla sımsıkı sarılmıştım. Mesleğini çok ama çok seviyordum. Öğrencilerime ilim, irfan, hak ve adaleti öğretmek için adamıştım kendimi.
İlk tayinim; metropol şehir olan İstanbul Küçükköy İmam Hatip Lisesi’ne çıkmıştı. Evliydim, eşim çalışmıyordu ve altı aylık bir erkek bebeğim vardı. Aldığım maaşın neredeyse yarısı kiraya gidiyordu. Ev geçimi büyükşehirde gerçekten çok zordu. Tek maaşlı birinin büyükşehirde yaşamı çile yüklüydü. Evimi geçindirmek, çocuklarıma helal rızık yedirmek için elimden geleni yapıyordum ve çok çalışıyordum. Yükümden fazla derse giriyordum, yine de yetiştiremiyordum. Bazen çocuğuma süt, mama bile alamıyordum. Sobada yakacak kömür, odun yoktu. Çocuğumuzu soğuk günlerde üşütmemek için battaniye arasından çıkaramıyorduk. Yokluğu iliklerime kadar yaşıyordum büyükşehrin varoşlarında...
Erkek öğretmenler takım elbise olmadan okula gelmezlerdi. Takım elbise bir öğretmenin olmazsa olmazıydı. Takım elbisesi olmayan öğretmenin sayısı parmakların sayısından bile azdı. Bir öğretmen olarak benim takım elbisem yoktu. Şunu da itiraf edeyim ki takım elbise almaya maddi gücüm yetmiyordu. Takım elbise alsam; altı aylık bebeğime süt, mama; sobaya odun ve kömür alamayacaktım. Ben ikincisini tercih ettim. Üniversite öğrencilik yıllarımda aldığım pantolon ve ceketler vardı; fakat takım elbisem yoktu. Okul günlerinde aynı elbiselerle okula gidip geliyordum. Her gün aynı elbiselerle okula gidip gelmem öğrencilerimin bile dikkatini çekmişti. Öğrencilerin: “Bu öğretmenin hiç takım elbisesi yok mu?” Diye söylenen sözleri kulaklarıma kadar geliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bazı öğrencilerimin giydiği elbiseler, benim elbisemden kat be kat güzeldi ve de kaliteliydi...
Okul binamızın yan tarafında okulumuzun “Okul Koruma Derneği” vardı. Bu dernek okulumuza maddi ve manevi desteklerde bulunuyordu. Okul Koruma Derneği, öğrencilerin: “Bu öğretmenin bir takım elbisesi yok mu?” sözleri tâ onların kulaklarına kadar ulaşmıştı. Dernek yöneticileri öğrencilerin aralarında konuştukları bu sözlerin aslı astarı olup olmadığını araştırılar. Evet, öğrencilerin söylediklerinin tamamı doğduydu ve yanlış yoktu hatta öğrenciler eksik bile söylemişlerdi…
Durumumu öğrenen Okul Koruma Derneği, benim için çok güzel bir takım elbise diktirmeye karar verir. Kaç beden elbise giydiğimi, kaç numara ayakkabı giydiğimi benden habersizce araştırıp öğrenirler. Çok güzel, siyah bir takım elbise diktirirler, yanında da beyaz güzel bir gömlek ve fiyakalı bir kravat. Takım elbisenin yanına da siyah bir çift ayakkabı alırlar.
Okul Koruma Derneği’nin yöneticileri bir gün ders bitiminden sonra beni derneğe çağırdılar ve bana: “Hocam! Sizin çalışmalarınızı ve gayretlerinizi görüyoruz ve çalışmalarınızı takdir ediyoruz. Öğrencilere yaklaşımınızı, onlara aydınlık yolunda rehberlik yapmanıza şahit oluyoruz. Vatanına, milletine, dinine bağlı şuurlu ve manevi yönden gönçlerin yetişmesine katkı sağlıyorsunuz. Bu bir öğretmen için en büyük şereftir. Değerli hocam! Durumunuzu biliyoruz; çam sakızı, çoban armağanı derneğimizin şu âcizane hediyesini kabul eder misiniz? Şayet kabul ederseniz makbule geçer ve bizi çok memnun edersiniz.” Dediler.
Ben, bir hediyelere baktım bir de yöneticilere ve: “Bu takım elbiseyi asla kabul edemem.” dedim. Bu cevap onlar için alışılmadık bir cevaptı ve buna çok şaşırdılar. Dernek yöneticileri: “Acaba hediyemizi neden kabul etmedi? Bu nasıl bir öğretmen böyle? Bu hediyeyi nasıl kabul etmez? Bu hediye kabil edilmez mi hiç? Acaba bizim hediyemizi beğenmedi mi?” Diye kendi beyinlerinde bin bir sorular sordular. Bana sunulan hediyeyi kabul etmem için gerçekten çok ısrar ettiler. Kendilerine ince düşüncelerinden dolayı teşekkür ettim ancak bu hediyeyi asla kabul edemeyeceğimi ısrarla yineledim.
Düşünce dünyamda, öğretmenin bir vakarı ve haysiyeti vardı. O vakarı ve haysiyeti de ölünceye dek sürdürmeliydi. Takım elbiseyi kabul edip mihnet duygusu altına giremezdim. Hediyelerin töhmeti altında ezilemezdim. Bu benim ilkelerimle çelişirdi. Bu hediyeler vesilesiyle başkalarının duyguları, düşünceleri ve etkileri altına asla giremezdim. Ben, hayatımda kimsenin etkisinde kalmadan özgürce düşünmeyi, özgürce karar almayı ve özgürce hareket etmeyi öğrenmiştim. Düşünce dünyamı ve duygularımı hiç bir şeye feda edemezdim. Öğretmenlik mesleği bunları kaldıramazdı. Öğretmenlik mesleğinin onurunu çeşitli hediyelerle ayaklar altına alamazdım. Günün birinde en güzel takım elbiseyi, ayakkabıyı, gömleği ve kravatı alabilirdim fakat hakkaniyet ve tarafsızlığımı kaybedersem bunu asla alamazdım. Kaybettiğim öğretmenlik vakarını asla alamazdım.
Ben bu mesleğe başlarken haktan ve adaletten ayrılmayacağıma yemin etmiştim. Öğretmenin vakarının böyle davranmam gerektirdiğini düşünüyordum. Benim hayır sözüm kendime güvendi, kendimi tanımamdı. Ben dernek yöneticilerine: “Bu takım elbiseyi benden daha çok ihtiyacı olanlar olabilir, onlara verin” dedim. Dernek yöneticilerinden müsaade istedim ve orada bana sunulan hediyeyi kabul etmeyerek bir öğretmenin vakarıyla başı dik olarak ayrıldım. Benim için dikilen takım elbiseyi, ihtiyaç sahibi birine vermişlerdi; çok güzel olmuş ve çok da yakışmıştı. Öğretmen arkadaşlar arada sırada bana takılırlardı: “Bak senin takım elbise, adama ne de güzel yakışmış” diye…
Nisan/1995
İstanbul
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.