- 241 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MELEK // Buruk Bir Aşk Hikayesi Ve Ondan Ötesi//
MELEK
//Buruk Bir Aşk Hikayesi, Ve Ondan Ötesi///
Sene 1987. Eylül Ayı Ortaları...
İki katlı binanın geniş ve yüksek merdivenlerini çıktılar peşi peşine. Annem, karım, baldız, öte gelin, çocuklarıyla birlikte onun iki kızı ve komşu kadın. Ben de peşlerinden... Cam duvardaki cam kapıyı açıp içeriye girdiler. Ben sigara içiyordum, bu yüzden cam duvar önündeki dış terasta kaldım...
Cam duvarın öte yanı büyük bir salondu. Kocaman. Örtülü masalar, süngerli yumuşak sandalyeler, pedli kullanışlı koltuk türü oturaklar ve kadınlı erkekli bir sürü insan. Kimisi ayakta, kimisi oturmuş. Kimisi çay kahve, kimisi gazoz bira içiyor, kiminin önünde tabak, kaşık, çatal, bıçak; börek, poğaça, sandviç, pizza, pilav, makarna gibi şeylerden yiyorlardı. Baktım, ellerinde tüten sigara olanlar da var. Sigara yasak değil galiba orada. O zaman ben de cam kapıyı itip sigaramla beraber içeriye girdim. Salonun sol tarafındaki tezgahta kısa kumral saçlı, uzunca seyrek sakallı genç birisi vardı. O, yiyecek ve içecekleri hazırlıyor; kara gözleri sürmeli, başı bağlı uzun kirpikli genç bir kadın da boyuna gidip gelerek onları servis ediyor...
Karşı tarafın sol yanında yarı açık bir kapı vardı. Kapıdan inen uzunca merdivenler alçalarak aşağıya doğru gidiyordu. Bizim cümbürcemaat kadınların o kapıdan geçip merdivenleri inerek gittiklerini görmüştüm. Orası Saniye Ablanın hanesi olmalı.
Saniye Abla, kocasını genç yaşta kaybettikten sonra tek oğlunu en yisinden besleyip büyütmüş, en iyisinden okutup okumuş adam etmiş, en önemlisi de en iyisiyle eğitip adam gibi bir adam yetiştirmiş. Saniye Abla komşumuz olur bizim sokaktan. Bizimkinin ve bizim sokaktaki komşu kadın kişilerin has komşusu, arkadaşı, dostu, insan kişilikli abla bir kişisiydi. Onca uzun aylardan sonra buraya gelip de buradan geçerken Saniye Ablaya uğramamak olur mu hiç? Karım bana ve yanındaki yakınlarına öyle demişti. Olur mu canım, yakışır mı hiç?
Ben öyle elimde tüten sigarayla dikilmiş kalakalmışken kara gözleri sürmeli, uzun kirpikli başı bağlı ve saçı kapalı karaca genç kadın yanıma geldi. "Hoş geldin." dedi. Eliyle işaret ederken, "Burası boş, istersen oturabilirsin. Küllük de var..." Hoş geldin! Sanki kibarlık söylemiymiş gibi çoğullaştırıp hoş geldiniz demiyordu.
"Otururum." dedim. "Otururum tabii... Teşekkür ederim."
"Bir şey yemek ya da içmek ister misin?" Yemek ya da içmek ister misin? İster misiniz, ya da arzu eder misiniz demiyordu.
"Olabilir. İçerim. Kahve olabilir mesela..."
"Kahveyi nasıl içersin?" Nasıl içersin! Nasıl içersiniz demiyordu.
"Orta olabilir mesela..."
Başını çevirip öteye doğru seslendi; "Orta şekerli Kerim!"
Kerim dediği kişi Saniye Ablanın oğlu olmalıydı. Kendisi de Kerim’in eşi, yani Saniye Ablanın gelini. Öyle olmalı. Mekanı ikisi işletiyor gibiydi sanki. Çünkü onlardan başka hizmetlenen kimse yoktu. Ben, tam geçip onun gösterdiği yere oturacakken karşı duvardaki yarı açık kapının merdiven sahanlığında onu gördüm. Melek mi o? Melek. Ta kendisi. Elim ayağım kilitlendi, içim daraldı; donup kaldım. O anda o da beni gördü. Gördüğünü gördüm. Eli ayağı değil ama onun da bakışları donup kaldı. Hani inanamamışım ya onun olduğuna, hani o da inanamamış benim burada olduğuma. Bir an için gözüm kaçmış olmalı ki heyecandan, tekrar baktığımda Melek orada yoktu. Serap mı gördüm acaba? Gene dalıp gittim mi durup dururken. "Bütün suç içtiğin şu ilaçlarda" dedi iç sesim kendime...
Boş masanın başına geçip oturdum, bitmiş sigarayı da mavi cam küllüğe bastırıp söndürdüm. O ara kahvem geldi. Yanında yarım bardak su ve küçük bir kasede üç beş küçük çikolatalı şekerleme vardı. Önümde kahveyi görünce elim pakete gitti. Bir sigara daha yaktım. "Böyle dalıp gitmeler" dedi iç sesim. "Çöl olmayan yerde serap görmeler. İlaç değil, tek suçlu şu lanet sigara! Beynine artık yeterince oksijen gitmiyor mu acaba?"
Titreyen elim fincanı dudaklarıma götürüp kahveden daha bir yudum bile alamamışken yumuşak adımlarla geldi. Serap mı bu? Az dikildi. Başımı kaldırınca göz göze geldik. Serap değil gerçek. Mavi gözleriyle hiç kırpmadan gözlerime bakıyordu, gülümseyerek. Çok özlemiş, çok hasretlik çekmiş. Çok beklemiş, çok yol gözlemiş. Beni görünce sevinçten coşuyormuş gibi. Ayakları yere basmıyor, sanki uçuyormuş gibi. Saçları kıvır kıvırdı, kaç aylar öncesindeki gibi. Etli dudakları öp beni der gibiydi, gene eskiden olduğu gibi. Güleç yüzü; kızmış, küsmüş, dargın değilmiş gibiydi. Her şeyi biliyordu ki, niye küssün! Niye kızsın bana, niye dargın olsun. Neden?
Geçip yakınımdaki küçük pufuduk koltuğa oturdu. Altında tirilli sarı bir şort, üstünde askılı pamuklu siyah renkli ince bir tişört vardı. İşlemeli beyaz renkli bez çantasını boynuna asmış kolye gibi. Oturunca gün görmemmiş ak tenli kadınsı dolgun bacaklarını dizlerinde birleştirdi, iki yumuşak elini de sarmaştırıp kucak yerine koydu. Gülümseyen gözleri hep gözlerimde, adanmış tutkulu bakışları eskisi gibi hep öyle. Hiç bir şey değişmemiş. Sadece bakıyor, hiç konuşmuyordu. Sadece bakışıyor, hiç konuşmuyorduk...
Kahve fincanı öylece masada kaldı. Elim ona gitmiyordu. Gidemez ki! Titrek elimde devrilip dökülsün mü? Sigaranın dumanı mavi mavi tüterken kıvrıla kıvrıla tavana doğru yükseliyordu.
"Üf!" dedi. "Duman duman. Dışarıya çıkıp biraz hava mı alsaydık?" Bu, kalabalıktan uzaklaşmaya, yalnız olmaya davet gibi bir şeydi bana göre.
"Çıkalım." dedim, canı gönülden.
Kalktık. O önde, ben peşinde; cam kapıyı açıp dış terasa çıktık. Sağ koluyla sol koluma girip bedeniyle bedenime yakınlaştı. Yasaktır! Ya biri bizi böyle görse! Hiç korkmuyor gibiydi. "Sen de korkma öyleyse" dedi iç sesim bana. Bu, akıl sesi değil duygu sesi olsa gerekti. Mantık değil, yürek... Aşk çat kapı derse akıl baştan mı gider? Duygular dopdolu olup taşınca hem akıl hem de mantık kendisine, "boş ver her şeyi" mi der?
Öndeki bahçenin ötesinde düz ve geniş uzun bir yol vardı. Direklerdeki sokak lambaları yanıyordu. Tek tük geçen araçların parlak far ışıkları bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyordu. Süslü yüksek taş duvar, yeşil boyalı demir kapı, yol boyunca Arnavut Kaldırımlar... Koluma düğümlenmiş kolu kolumdan çekeleyerek; oraya değil, bu tarafa diyordu bana. Bahçe bomboş, ikimizden başka kimsecikler yok...
Sol tarafa doğru yürüdük birlikte. Orada yüksek duvarlar yoktu ön taraftaki gibi. Lambaları ışılayan elektrik direkleri yoktu. Bina filan da yoktu. Ta öte yukarılara kadar uzayan kırlık bir alandı orası. Saniye Ablanın evi son ev miydi bu şehrin bu yanında? Oğlu Kerim’le gelini Nisa’nın mekanı uzaklardaki son mekan mıydı? Öyle galiba. Kırsal alandaki tek tük ağaçlar Dolunaylı gecede yerleri gölgelendiriyordu.
"Gölgelik karanlık bir yere gidelim." dedim.
"Gidelim mi?" dedi.
"Yedi ay oldu Melek! Yedi koca ay. Yedi ay kaç hafta eder? Kaç hafta kaç gündüz kaç gece eder? Yedi ayda güneş kaç kere doğup kaç kere battı. Bizi kimsenin göremeyeceği karanlık bir yere gidelim."
"Gidelim..."
Kolu koluma kenetlenmiş, teni ne kadar yumuşak. Başı omzumun oradayken bedenimle bütünleşmiş narin bedeni ne kadar da sıcak. Oysa gecenin serinliği vardı naif yerin bu yüzünde...
Sanki orada üzüm bağları vardı; yan yana, ardı ardına, sıra sıra. Üzüm bağlarında geceleri tilkiler, kirpiler olur. Koluna sepet asmış üzüm hırsızı çingene karıları bile olur. Üzüm bağları aralarında badem ağaçları olur. Ceviz ağacı mıydı o gölgelenmiş karartı ağaçlar? Oraya gidelim, o birisinin karanlıklaşmış altına. Yer toz topraktır yeşilsiz ama olsun. Karım ve yakınları mı; onların köpüklü kahve ve tatlı tuzlu ikramlarla muhabbetleri Saniye Ablalarıyla bol olsun. Bir gün bile kıskandığımız mı oldu? Olmadı. Onlar da bir gün olsa bile azıcık hoş görülü olsun...
Dolunaylı gecede toprak bir yolda yürüyorduk bizi kimselerin göremeyeceği, sesimizi soluğumuzu işitemeyeceği karanlık bir yere doğru. Ama birisi vardı sanki peşimizde. Göz atıp baktım Meleğe çaktırmadan. Peşimizdekinin başında beyaz renkli boyacı şapkası vardı. Dolunaylı gece ne aydınlık, ne de karanlık. Belki yolcudur Abbas, bir hedefe yürüyordur biz Melek’le olduğu gibi. Yürüyüp gitsin. Geçip gider bizi, tozlu topraklı kır yolunu arşınlayarak. Gitsin gitmek istediği yere. Belki de şair Ümit Yaşar’ın sevgilisine mektup götürüyordur. Lakin sanki ensemizde gibi. Biraz yavaşlattım Meleği. Yavaşladık ki, yanımızdan geçip gitsin. Biz yavaşlayınca o da yavaşladı. Sonra hızlandık biz gene, o da hızlandı. Sanki yolcu Abbas değil o, sanki hafiye Abbas gibi birisi...
"Melek." dedim usulca Meleğin kulağına. "Biri var peşimizde, bizi mi takip ediyor ne..."
Melek, başını çevirip arkaya baktı. "Aa, amcam o!" dedi. "Amca nereye böyle gece vakti, kırda bayırda..."
Biz durunca adam da durmuştu. Ama sus pus, ağzını açıp tek bir şey konuşmuyor; Yeğeni Meleğe "Sen nereye böyle, gece vakti kırda bayırda" demiyordu. Melek yanımdaydı hep. Bedenlerimiz tek bedenmiş gibi ikimizde; kolunu çekip almıyordu kolumdan. Amcam dediği kişiden sakınmıyordu. Korkmuyordu. Hiç ama hiç...
"Amca sen çok mu içtin? Evi mi bulamadın gene? Sizin ev bu tarafta değil ki! Şimdi hemen dön geriye. Biz Öymen’le kol kola olduk geziyoruz. Dolunaylı, yıldızlı geceyi seyreyliyoruz..."
Beyaz boyacı şapkalı adam, olduğu yerde dikilip donmuş gibi kalmıştı. Ne bizi geçip öteye gidiyor, ne de geriye dönüp gidiyordu.
Melek:
"Ekelim şunu," dedi bana fısıltıyla. "düşsün ensemizden..."
Birlikte geriye döndük kol kola. Hedefimiz karanlık gölge bir yerdi oysa. Orada doyasıya öpüşüp sevişerek yedi aylık ayrılığın hasretini giderecektik ama gideceğimiz değil de geldiğimiz yöne doğru yürümeye başladık. Amca adam da peşimizden...
"Öymen kim Melek?"
"Kocam olacak o öküz. Hani senden umudu kesince evlenmiştim ya ben..."
"Evlenmiştin mi?"
"Evlenmiştim. Unuttun mu? Yedi ay yedi yıl gibi mi geldi sana Oğuz? Yedi değil yetmiş yıl geçse de bazı şeyleri unutmaz ki insan. Unutamaz. Unutmamalı..."
"Kim dedi unuttum Melek? Adını bilmiyordum adamın, sadece o... Öymen miydi ki?"
Sonunda çıktığımız mekana geri geldik. Melek, kolumu bıraktı orada. Koptu. Bana hiçbir şey söylemeden geniş ve yüksek merdivenleri çıktı, cam duvardaki cam kapıyı açıp içeriye girdi. Ben ön bahçede kalakaldım...
O vakit amca adam kayboldu birden, her nereye gittiyse. Ektik galiba Melek! Yoktur artık. Ensemizden düşmüş, peşimizden çekilmiştir. Hani geri gelsen... Yanıma. Girsen gene koluma. Ben de korkmuyorum artık kimseden. Ama Melek dönüp gelmedi. Girip baksam mı acaba? Ama olmaz, bu kadarı da fazla. Annesi de vardır şimdi yakınında. Boyunca olmuş kızı da oradadır. Karım bile orada. Onların hepsi sevgili Saniye Ablalarında...
Bekle bekle; orada ne çok bekledim. Ne çok sigara tükettim. Ne çay ne kahve, ne şarap ne de bira. Sonra çekildim. Bu sefer Melekleyken gibi soldan değil sağdan gittim. Bir sokak çıktı karşıma, orayı adım adım ettim. İşte o zaman boyacı şapkalı amca adamı gördüm yeniden. Bu sefer iki kişiydiler. Bir kapıyı açıp içeriye girdiler. Ben de girdim peşlerinden. Girdikleri yer bakkalmış, bira çerez alıyorlardı. Ben de onlar gibi kendime bir poşet dolusu bira aldım...
"Sen Meleği biriyle mi gördün Amca Bey? Hani yasakları delerken..."
"Sen kimsin hemşerim? Melek dediğin de kim?"
"Hani sizin Melek... Hani Harun kardeşinin gelini..."
"Vesvese..."
"Anlamadım pek..."
"Melek dediğin insanlara kötülük etmez. O iyilik ister hep. İnsanı vesveseye düşüren Melek değil, İblistir. İblis kim mi? İdris değil, İblis. Şeytan yani. Vesvese tek onun işidir. Kötülük. Kötü düşünceler yani... Şu yalan dünyada kimin başı belaya girer sence? Melekle oturup sohbet edenin mi, yoksa İblisle kol kola girenin mi? Sen kimsin, daha evvel hiç görmedim. Tanışıyor muyuz önceden? Çıkaramadım da... Harun da kim?"
Adam sarhoş. Hem de kör kütük. Oradan çıkıp yolca yürüdüm. Sonra sağ tarafa döndüm. Yolsuz izsiz bir yerde çok yürüyüp çok gittim. Ayaklarım beni tepe bir yerdeki Dolunayda gölgelenmiş incir ağacının karanlıkça bir yerine götürdü. Melek’le yola çıkmış, sonrasında sulu tatlı yasak elma yemek için buraya mı gelecektik? Elma mı incir mi vardı gecenin serinliğine avuç açmış bu ağacın dallarında? Toprak susuzluktan kuruyup tozumuş. Tozumuş mu? Burada mı öpecektim o ballı dudakları? Burada mı serilecektik tozun toprağın içine? Burada mı doruğa erecektik çırçıplak olup sarmaş dolaşken serin gecenin soğuk teri içinde? Burada mı işleyecektik bir günahı daha? Burada mı ihanet edecektik o sadık masumlara?
Bir aile olmak karı koca, çoluk çocuk. Çekirdek. İş güç sonra. Karın doyurmak, örtünüp ısınmak için çalışıp yorulmak. Gezip dolaşmak belki arada bir. Denize girip yüzmek, tuzlu ve sıcak ince kumlar üzerinde güneşlemek, serin bir dere kenarındaki yeşillikte ateş yakıp üzerinde çömlekte kuru fasulye pişirmek. Sonra yaşlanmak, torun torba sahibi olmak. Ama hepsi üzerine kara bir çizgi çekilmiş. Kim çizmiş, kim çekmiş? Altına sarı değil de üzerine siyah? Yaşlanınca oturup ölümü mü beklesin insan? Onu mu demiş? Var olana yok sayılası mı densin onca şey var oğlu var iken? Çok yıllık yastık arkadaşım ve kanımızdan canımızdan çocuklar. Onlar var. Yok değil. Üzerlerini çizmedim ki ben! Ben çizmedim ama aklımda hep Melek... Şeytan filan değil ki, o bir Melek... Melek. Tülden ak kanatları yoksa bile...
"Ben sana karını boşa, beni al demiyorum ki! Ben sana çocuklarını yok say demiyorum ki! Yuva yıkanın yuvası olmaz. Ben sana yuvasız kuşlar uçsuz bucaksız boşluklarda darmadağın olup çırpınsınlar demiyorum ki! Ben sana vurgunum, tek suçum bu. Çaresizlik ulu engin. Yok mudur bunun bir kolayı Oğuzum?"
"Yoktur Melek."
"Ben öleyim öyleyse..."
"Ölmek yok, ölmek yok! O nasıl söz Melek? Bir umut vardır hep, yaşadıkça... O nasıl söz?"
İncir ağacı altı gölgesinde oturmuşum bir süre. Oturup düş ederken üç tane bira, çokça da sigara içmişim. Başım dumanlı gibiydi. İç sesim, "kalk" dedi bana. Onu dinleyip kalktım. Kalkarken sendeledim az. Sarhoşluk muydu bu? İç sesim, "yürü" dedi ayaklarıma. "Yürü bağlar arasındaki toprak yoldan aşağıdaki iki katlı o geniş bahçeli binaya." Onu dinledim...
Bağlarda ne kirpi, ne tilki, ne de kolu sepetli üzüm hırsızı bir çingene karısı yoktu. Başı boyacı şapkalı hafiye amca adam da yoktu. Yürüyüp aşağılara doğru gittim. O şehir dışındaki esrarengiz binanın oraya...
Işıkları kısılmış, mekan loştu. Geniş ve yüksek merdivenleri usul adımlarla çıktım. Sarhoş olmuşum sanki biraz. Cam duvardaki cam kapıyı az sendeleyerek itip açtım. Koca salon bomboş. Oğul Kerim orada barın tezgahını, raflarını düzenliyor; karısı Nisa ile annesi Saniye de yerleri silip süpürüyordu. Beni kapıda görünce işi bırakıp durdular.
Gelin Kadın:
"Onur geldi." dedi, bana. "Sizin Onur. Hani baldız ablanın oğlu. Annen, eşin, baldızın, kayınçonun karısı, onun iki kızı ve o komşu Kadıncık Abla; hepsi Onur’un arabasına doluşup gittiler mahalleye. Seni beklemediler Oğuz abi! Sen neredeydin bunca zaman? Kahve fincanın bile doluydu. Hiç içmemişsin..."
"Ya Melek? O da gitti mi? Ne zaman? Kiminle? Kocası mı gelip aldı onu," diye soramadım. "Annesi mi vardı yanında? Kim? Kızı Ceylan mı? Yalnız tek başına mıydı? Çok bekledim gelmedi de..."
"Benim adım Vefa mı? Değil. Benim adım Sadık mı? Değil. Benim adım Ümmet mi? Hiç değil. Bak sen de biliyorsun bacı; benim adım Oğuz’dur. Oğuz Kaan..."
"Çok özür dilerim gelin hanımefendi! Kolay gelsin. Kolay gelsin yeğenim Kerim! İyi akşamlarınız olsun. İyi geceler Saniye Hanım Abla sana da..."
Cam kapıyı çekip dışarıya çıktım, girdiğim gibi. Orada biraz durup düşündüm. Şimdi yürüyüp gitsem eve. Ev nerede? Soyunmadan girsem döşeğe ve yorganı çeksem yastıktaki başım üzerine. Uyusam. Uyuyamam ki, aklım Melek’te. Şimdi evdedir o. Yatıp uyuyamamıştır. Kesin. Gezinip duruyordur bir balkona, bir odaya. Umutlu gözlerle el ayağın çekildiği kimsesiz boş sokağa bakıyordur, belki gelirim diye. Gelsem ne olacak ki, bu saatten sonra? Gel odama, gir koynuma mı diyecek bana? Bir yanında kocası Öymen, bir yanında aşığı ben. Hem, gece derin uykulardayken in cin top oynamaz mı boş alanlarda? Gel odama demese bile koşup gelir beni görünce. Gelir iğde ağacının altı. Orası Dolunaylı gecede gölgeliktir. Çok yapraklı asmanın dalları salkım saçaktır ta sokağa kadar. Hasretle sarılmaz mı boynuma? Sarılır. Yumuşak memeleri göğsüme yaslanırken etli dudakları yapışmaz mı eskiyip sertleşmiş sakal kaplı dudaklarıma?
Ağzımda sigarayla düştüm yola. "Yürü" dedim ayaklarıma. Ama zor yürüyorlar. Yürü yürü nereye? Yürüyerek nasıl varılır bizim o mahalleye? Burası neresidir, bizim orası nerede?
İki saat kadar yürüdüm o şekil... Git git yol bitmez, yolun sonu görünmez. Uzun ince bir yol mu bu, Koca Veysel’in dediği gibi...
Bir tepe üstüne geldim sonunda. Orada birisi vardı, yol boyundaki kaldırım taşına oturmuş. Otobüs bekliyor olmalı. Gecenin bu saatinde buradan otobüs geçer mi? Bilmem. Yakınına gittim. Başını kaldırıp bakmadı bile. Az sonra da çok eskilerden kalma burunlu külüstür bir otobüs gelip yanımızda durdu. Oturan adam ayaklandı hemen. Açılan ön kapıdan o önde, ben de peşinden bindik. Otobüs çok dolu değildi. Boş olan iki numaralı koltuğa o yerleşti, ben de beş numaraya oturdum. Ne olduysa işte o zaman oldu, yoklardan çıkıp gelen büyük bir kalabalık kapıya üşüştü. Oturulacak tek bir koltuk bile kalmazken ara yerdeki boşluk da dolup taştı. Yüzü uykusuz kalmışa benzeyen yorgun şoförün gözleri gecenin bu kör vaktinde oluşan kargaşaya bakarken yarı açık yarı kapalı gibiydi. Henüz kapı açık, otobüs hareket etmemişken o yolcu adam uzatıp şoföre para verdi. Ben de elimi cebime atarken yolculuk ücretini veren adama sordum; "Kaç para?"
"Ben Kanlıca’da ineceğim, senin yolculuk nereye hemşerim?"
"Paşabahçe."
"Orası beriden ötedir, bilmem ki!"
Baktım cebimden çıkan ufaklıklara. Yetmeyebilir. Yüz Liralık kağıt parayı adama uzattım. O da alıp şoföre uzattı. Şoför adam, parayı eline alınca yüzünü astı.
"Ulan Zatısungur, al şunu!" Parayı geri uzattı. "Her zaman aynı şeyi yapıyorsun, gecenin kör vakti! Siktirme şimdi Yüz Liranı!"
"Benim değil ki o, şu Paşabahçe yolcusunun..."
Şoför:
"İstemez." dedikten sonra emniyet kemerini çözdü, motoru durdurdu; başını, sırtını koltuğa yaslayıp ayaklarını uzattı; o anda da gözleri kapandı. Şaşırıp kaldım...
"Ne oldu?" dedim burada yeni tanımış olduğum o adama.
"Motor sustu." dedi. "Bu adam burada üç saat uyumadan da konuşmaz."
Kadın yolculardan birisi:
"Bu otobüs nereden geliyor?" dedi.
"Üsküdar’dan."
"Üsküdar çok mu uzak?"
"Uzaktır..."
"Bu otobüs nereye gidiyor?"
"Beykoz’a..."
"Beykoz çok mu uzak?"
"Uzak sayılır..."
Üç saat mı? Üç saat. Adam öyle dedi. Melek bu kadar beklemez ki balkonda! Gidip yatar öküz dediği kocasının yanı başına.
Kapı açık kalmıştı, indim otobüsten. Ne yapsam şimdi? Ne yapsam? Boş yolca yürümeye başladım çaresiz. Burası neresidir, bilmiyordum. Burası şehir değil ki, dağ başı bir yer. Paşabahçe’deki Karagöz Sırtı buraya çok mu uzak?
Yürüyüp giderken arada bir de dönüp arkama bakıyordum; acaba gelen bir araç var mı diye. Otobüs olmasın isterse, otomobil olsun, ya da başka bir şey; el edip dur işareti yaparım. Otostop. Otostop mu; bak şu başıma gelene!
Yarım saat kadar yürüdükten sonra bir de baktım ki, o binanın önündeyim. Saniye Ablaların. Yoldan sapıp koca demir kapıdan koca bahçeye girdim. Geniş ve yüksek merdivenleri tırmanıp cam kapıyı itekledim. Kilitli değildi, açıldı. Saniye Hanım Ablanın sürmeli karagözlü gelini işini bitirmiş; masa başında yorgunluk kahvesi içiyordu. Sigara da içiyordu. Başını da açmış el etek çekilince. Baktım, saçları da gözleri gibi zeytin karasıydı. Açılan kapıda beni gördü ama istifini hiç bozmadı.
"Ben yolda kaldım bacı!" dedim. "Başka araç geçmez mi buradan?"
"Geçmez bu saatten sonra."
"Yürüyüp gitsem Paşabahçe’ye ne kadar zamanda varırım?"
"Sabaha ancak..."
"Sabaha mı?"
"Belki de varamazsın bile..."
"Ne olacak şimdi?"
"Yapacak bir şey yok Oğuz Abi! Bekleyeceksin ki sabah olsun." Eliyle karşı sağ köşedeki merdivenleri gösterdi. "Yukarıda yatacak yer var, git uzan biraz. Dinlen. Gün aydınlanırken hareket başlar, biner bir dolmuşa gidersin..."
"Telefon edip bir taksi çağırsam..."
"Telefon çalışmıyor. Bozuk. Yarın gelip yapacaklar..."
Merdivenleri adımlarken saydım, tam on yedi basamaktı. Çok basamaklı merdivenleri çıktıktan sonra dar bir koridoru duvar dibinden yürüyerek gelin karanın üst kat dediği o yere vardım. Tuhaf bir yer. Çok tuhaf. Çatı katı gibi bir yerdi orası. Yüksek tavan ve çıplak tavan ağaçları. Sıra sıra dizilmiş ahşap ranzalar. Üzerlerinde eski zamanlardan kalma sazdan örülmüş hasırlar hep toz içinde. Örümcekler çok çalışıp ipekten ağ örmemiş olsalar bile biriken toza parmakla yazı yazsan okunur. Bir kaçına birkaç kişi üstü başıyla kıvrılıp yatmış, uyuyorlardı ölü gibi. Uyanık kalmış birisi başka bir ranzaya oturmuş ayak tırnaklarını kesiyordu lamba ışığında. Onun yanındaki bir ranzaya çıkıp tozlu hasır üzerine oturdum. Tırnaklarını kesen hırpani adam başını kaldırıp bakmıyordu bile bana.
Bir süre sonra; "Burası han mı?" dedim ona. O zaman tırnak işini bırakıp başını kaldırdı.
"Han mı dedin? O da ne?"
"Hani at arabası, manda, öküz, katır, eşek arabası. Hani arabalar ve hayvanlar han avlusunda, hani insanlar da buradaki gibi hasırlı ranzalarda..."
"O dediğin kaç yıllarında?"
"Bin Dokuz Yüz Altmış Altı, Altmış Yedi gibi..."
"Burası öyle bir yer değil. Handa yatıp kalkanlardan para alınır mıydı?"
"Bilmem ki, ben küçük bir çocuktum o zamanlar..."
"Burası parasızdır. Sokaklarda yaşayan evsiz barksız olanlar, kimsiz kimsesiz çocuklar, sahipsiz fakir fukaralar... Burada yatıp kalkmak parasız. Yemek içmek parasız. Burası o Han dediğin yere benzemez. Hiç benzemez. Sanmıyorum. Tersanede çalışırken vinçten düşüp öldü Saniye Ablanın kocası. Yeni nesil pek bilmez bunu. Sen gibiler de bilmez. Biliyor musun? Sanmam. Otuz iki yaşında genç bir adamdı o zaman Nail enişte. Saniye Abla da otuz. Saniye Ablaya tazminat verdi devlet. Para yani. Bunu biliyor musun? Hiç sanmam. Hem de çok para, çuval dolusu! Nail enişte Kırklareli İlinden idi, Saniye Hanım Abla da... Bunu kim bilir? Ama ben biliyorum. Çünkü ben hep buradaydım. Onlar aldı beni köprü altından. Hani köprü altı çocukları vardı eskiden. Hani Kemalettin Tuğcu’nun yazıp kitaplaştırdığı... Hala var onlar; sizler görseniz görmeseniz de... O da, yani Saniye abla; o parayla burayı satın alıp bu binayı yaptı. O zaman burası kuş uçmaz kervan geçmez bir yer. Sen gibi sosyetikler bilse ne olur, bilmese ne olur bunu. Bilinse insanlık adına iyi olur ama neyse. Kalaylı Bakır tencereyle ekşili Kalle, etli bulgurlu Keşkek pişirip satmaya başladı seyrek sepelek. Kendisi yedi biraz içinden. Kalanları kediye köpeğe verdi, kimsesizleri besledi. Evet. Sonra duyuldu bu. Saniye Ablanın Yeri deyip geldi arabası olan senin gibi paralı kişiler, sürü sürü. Ya da yardımsever insan yürekli kişiler. Çok para kazanıp zengin oldu. Allah yürü ya kulum dedi ona ama o da hiçbir vakit nankörlük etmedi. Bir daha hiç evlenmedi biliyor musun? Ben biliyorum. Fedakar kocasından yadigar tek oğlunu büyüttü, okuttu, evlendirdi; sonra da benden bu kadar deyip her şeyleri onlara devretti. Çalışıp üretin, satıp kazanın ama ne kedi ve köpekleri, kuşları, ne de kimsiz kimsesiz yoksul insanları sakın ha aç susuz bırakmayın dedi. Hem oğlu hem de gelini onu dinledi. Dinlediler. Sen kimsiz kimsesiz misin? Hiç benzemiyor. Saçın tıraşın, üstün başın, giyim kuşamın... Yemin ederim hiç benzemiyor..."
"Döşek yok, çarşaf yok. Yastık yok, yorgan yok. Bunları almak çok mu zor parası olana?"
"Döşek de vardı eskiden, çarşaf da vardı. Yastık da vardı, yorgan da vardı ama yandı. Sigarası yanıkken uyuyakalmış bunak yaşlı birisi. Kalmış. Uyuyakalmış. İyi ki kimsecik yanıp çotuk olmadı. İyi ki de! Yoksa yandıydı Saniye Abla Hanımın çırası. Yanmaz mı? Yanar. Ondan sonra yatak yorgan almadılar. Almak istemediler. Burası yazın terletmez, kışın üşütmez insanı. Hasır yeter. Yetmez mi?"
Aklım Melek’teydi ama çok uykum var. Göz kapaklarım düşüyordu. Kıvrılıp hasır üzerine yattım, kolumu da ötekiler gibi başıma yastık yaptım. Öteki kimsesizler gibi. Güz günleri gelmişti ama hava üşütmüyordu, o ayak tırnaklarını kesen adamın dediği gibi...
Keşan’daki Kır Evi. Koru Dağları. Sene 1987. Güz Bitmiş Kış Gelmiş...
Kış güneşi cama vurunca uyandım. Melek yüzlü Melek mışıl mışıl uyuyordu. Usulca yorgandan çıkıp yataktan sarktım. Sonra parmak uçlarıma basarak gidip camdan baktım ki, her yer bembeyaz. Gece kar yağmış. Çok. Soba, biz uyurken sönmüş gece, yakmam lazım. Melek uyanınca üşümesin. Üşüyüp titremesin. Omuzlarıma yün paltoyu attım, ayalkarıma çorap ve pabuçlarımı geçirip dışarıya çıktım. Beyazla örtünmüş yeryüzünde kara diye bir yer yokken yiyecek bulamayan tüyleri domur domur üşümüş serçeler çıplak ağaç dallarında çaresizce bekleşiyorlardı. Tekrar geriye döndüm. İçeriden iki kuru ekmekle çıkıp onları un ufak ederek karlar üzerine serpeledim. Aç serçe kuşları kuru yapraklar gibi dallardan döküldüler...
Odunlar kuruluktaydı. Tam oraya gidecektim ki, beyaz renkli bir otomobil avludaki at arabasının yanına gelip durdu. Durur durmaz da dört kapı hepsi birden açıldı. İçindekiler ayaklarını dışarıya sarkıtıp karlar üzerine indi. Birisi Meleğin öküz dediği uzun boylu kocasıydı. Neden öküz ise? Boynuzlu olduğu için mi? Diğerleri karım Nazlı, kızım Eylem ve oğlum Devrim’di. Onlar indikleri yerde kalakalırken Meleğin kocası Öymen, yürüyüp bana doğru geldi...
"Melek burada mı?"
"Onun ne işi olsun ki burada?"
"Melek burada mı lan!"
"Yok."
"Melek burada mı ulan ahlaksız adam!"
"Kardeşim ağzını bozma, yoktur dedik ya!"
"Hele bakalım bir, var mı yok mu?"
"Özel mülkümdür burası. Seninki haneye tecavüz sayılmaz mı hemşerim?"
"Melek nikahlı karımdır benim, senin bu yaptığın neye sayılır?"
"Melek burada değil kardeşim! Kaybettiysen git onu başka yerde ara!"
Gözleri pörtledi birden. Bakışı bende değil, benden öteye gitti. Dönüp baktım ki onun baktığı yere, Melek kapıda. Ellerini göğsü üzerinde birleştirmiş.
"Gel Melek, gidiyoruz." dedi ona.
Melek:
"Ben gelmiyorum." dedi.
Öymen:
"Gel Melek!"
Melek:
"Sen git, ben gelmiyorum."
Öymen:
"Melek yapma!"
Melek:
"Ben yapacağımı yaptım Öymen!"
Öymen:
"Melek yapma! Allah’ını seversen..."
Melek:
"Ben sevmek istediğimi sevdim. Bir daha da sevmediğim birine asla gitmem. Çek arabanı git şimdi, bir daha da gelme!"
Öymen, elini beline atıp tabancasını çıkardı. Tabancanın kebzesi kış güneşinde şavkıdı. Nişan almadan tetiğe basıp Meleğin üzerine üç kurşun yolladı. Melek, üç kurşun yiyince usulca dizleri üzerine çöktü. Sonra devrilip yan yattı. O anda daha kar beyazı yer kırmızıya boyandı. Peşinden iki kurşun da bana yolladı. Ben de önce diz mi çöktüm Melek gibi, sonra yıkılıp yan mı yattım? Kar beyazı yer kırmızıya mı boyandı ikinci kere; gözlerim karardı, göremedim...
Sene 2017. Koru Dağlarındaki Köy Evi. Ocak Ayı Ortaları...
Kış güneşi camdan odaya vurmuş, göz kamaştırıcı. Yatakta kan ter içinde otururken kapı aralandı. Orada kızım Eylem’i gördüm. Başını uzatmış hafifçe. "Baba günaydın, uyandın mı? Haydi kalk, kahvaltı hazır. Annem sobayı yaktı; abim korda ekmek kızarttı. Beyaz peynir, kaşar, zeytin, salam, yumurta, bal, tereyağı, ooo... Süt pişti, mis kokulu..."
"Melek öldü" diye mırıldandım yarı sersem. Sesim çıkmadı ama Eylem duydu galiba.
"Melekler ölmez ki baba!"
"Ben de," diyecektim o an, "ben de... Ben de öldüm. Uzun boylu Öymen... Tabanca... Tabanca güneşli kar beyazında yıldızlandı. Üç kurşun Eylem! Sonra iki daha. Ama ses duyulmadı Eylem! Ses çıkmadı. Ortalık yanmış barut kokmadı. Ne ses ne de koku..."
Elimi karnıma götürdüm usulca. Ne delik vardı, ne de kan. Sadece ter ıslaklığı. İki kurşun yemiştim oysa...
"Babacım sen iyi misin? Ter içinde kalmışsın bu kış gününde. Benzin de soluk..."
"İyiyim kızım. İyiyim galiba. İyi iyi, yok bir şey..."
"Kötü bir rüya mı gördün sen?"
"Bilmem. Galiba..."
"Çok uyudun baba! Çok. Karabasanlar tabii. Daha akşamdan yattın baba! Gelmezler mi? Hava bile kararmamıştı. Sen uyuduktan sonra neler neler oldu ondan da hiç haberin yok..."
"Ne oldu ki?"
"Bütün gece kar yağdı baba, sabaha kadar. Lapa lapa. Hem de beyaz kelebekler kadar koca koca. Ama sen göremedin. Kalk da bak, her yer bembeyaz. Şimdi de güneş çıktı iyi mi..."
Tevfik Tekmen. Ekim/2020/Koruköy/Kırklareli
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.