- 495 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
KAŞIĞIN HİKAYESİ
Kaşıkla 1950’li yıllarda çocukluğumda tanıştım. Ailece kullandığımız kaşıklar ağaçtan yapılmıştı. Her birimizin kaşıklarında çentik gibi çeşitli işaretler bulunurdu. Anlayacağınız herkes bu işaretlere bakarak kendi kaşığını tanır ve onunla yemek yerdi. Başka bir kaşığa ağzımız alışkın değildi.
Sonradan öğrendiğime göre bu kaşıkların kimisi şimşirden, kimisi de kayından veya armuttan yapılmıştı. Şimşir kaşıklar daha kıymetli ve daha kaygan olurdu.
Mevsimlik orman işçiliği yapan babam her gurbetten dönüşünde metal bir kaşık getirirdi. Biz bu kaşığa “demir kaşık” derdik. Kim önce o kaşığı kapışırsa onunla yemek yerdi. Birkaç yıl sonra babamın her gurbetten dönüşüyle evimizde demir kaşık sayısı aile bireylerinin sayısına ulaşmıştı. Artık ağaç kaşıkları annem, yağ küleklerinde ve yoğurt kaplarında kullanmaya başlamıştı.
Türk toplumunda kaşığın varlığı ve kullanılışı, bize, yemeği usulüyle yemenin ve yeme-içmeye yüklenen anlamın da bir göstergesidir. Yeme fiilini daha kolay, temiz ve nazik yapmanın da bir aracısı olması bakımından dikkat çekicidir. İnsana verilen değerin bir nevi dışa vurumudur. Atalarımız, yemeklerini Ortadoğu toplumları gibi elle yememişlerdir. Kaşık kullanmışlar, günümüze kadar; çorba kaşığı, hoşaf kaşığı, tatlı kaşığı, çay-kahve kaşığı gibi yeme-içme kültürüne ve sofralara göre kaşığı çeşitlendirmişlerdir.
Kaşgarlı Mahmut’un Divan’ında Eski Türkçe olduğu anlaşılan "kaşuk / kaşık" sözcüğünün, yontmak fiilinden türediği (kaşı-yontmak-kazmak) ve yine Eski Türkçe bir ek olan (-uk) ekinin eklenmesiyle bu halini almış olduğu düşünülmektedir. Nitekim Divan’da şöyle geçer:
Kaşuk = kaşık
"Kuruk kaşuk agızka yaramas, (kuru kaşık ağıza yaraşmaz)
Kuruğ söz kulakka yakışmas. (kuru söz kulağa yakışmaz)"
Uygur Türkçesi’nde ise "koşuk" şeklinde geçen kaşık, Türkiye Türkçesi sözlüklerinde "sıvı veya tane halinde olan yiyeceği ağza götürmeye ve karıştırmaya yarayan oyulmuş alet" olarak açıklanır ve atasözlerimize, deyimlerimize de girmiştir.
*Her ağaçtan kaşık olmaz
*Aş kaşık ile iş keşik ile
*Elinden gelse bir kaşık suda boğacak
*Kaşık ile aş verip, sapıyla göz çıkarır.
*Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
*Aşure yemeğe giden, kaşığını cebinde taşır.
*Ne katarsan aşına, o gelir kaşığına
Kaşıkla ilgili atasözlerimizi daha da uzatmak mümkündür.
Osmanlı dönemindeki önemli gezginlerden Evliya Çelebi’nin, 17. yüzyılda kaşık ve tarak yapımıyla ilgili zanaatların bulunduğunu belirtmesi önemlidir:
"Göynük’ten kuzeye yedi saatte Taraklı Kalesi’ne geldik. Taraklı, Bursa tekfurunun yapısıdır. Osman Gazi tarafından fethedilmiştir. Kalesi viran bir biçimde olup kasabası; bağlı bahçeli, akarsulu, bir dere içinde 500 kadar hanlı, evli, tahta ve kiremit örtülü şirin bir kasabadır. On bir mihrap ve yedi mahalledir. Çarşı içindeki camisi de güzeldir. Bir hamamı, beş hanı, altı çocuk mektebi, iki yüz dükkânı var. Hepsi tarak ve kaşık yaptıklarından şehre Taraklı derler."
Sakarya ilinden bahsederken de İzmit’ten bakarak şu ifadeleri kullanır Evliya Çelebi: "Doğu tarafından dağlara -ağaç denizi- derler. İçinde adam kaybolur. Öyle göklere baş uzatmış ağaçlar vardır ki gölgesinde on bin koyun gölgelenir."
Ağaçlarla örülü bir coğrafi durum ve yörede süregelmiş, Ahmet Yesevî gelenekleriyle mayalanmış, Anadolu yaşam biçimi; bölge insanının geçimini, özellikle ağaç temelli zanaatlara yöneltmiş, el sanatları ve kaşık yapımının bir gelenek halini aldığı, kültürü muhafaza edebilmiş yörelerden biri olmuştur Taraklı.
Osmanlı yemek kültüründe önemi büyük olan ve şimşir, abanoz, sedef, bağa gibi pek çok çeşidi bulunan kaşık aynı zamanda hane sahibinin ekonomik durumunu da gösterir. Çünkü genel olarak herkesin evinde pilav ve çorba kaşığı bulunurken ekâbirin sofrasında ayrı ayrı hoşaf, reçel, muhallebi ve yumurta kaşıkları yer alırdı.
Osmanlı’da kaşıkçı esnafının Batı’daki altın ve gümüş gibi değerli madenler yerine sadece belli malzemeleri kullanmasının nedeni, bu tarz madenlerin ağza değmesinin haram sayılmasıydı. Fakat bu gelenek, yabancı ülkelerden gelen hediyeler ve elçilere verilen ziyafetler nedeniyle Osmanlı’nın son dönemine doğru bozulacak, İstanbul sofralarında altın ve gümüş kaşıklar ışıldamaya başlayacaktır.
Besinlerin içerik olarak değişim göstermelerinin yanında bir de sofrada kullanılan araç gereçlerin de yine dünya genelinde olduğu gibi Türklerde de değişime uğradığını söyleyebiliriz. Çok uzun zaman göçebe bir şekilde yaşayan Türklerde masa kullanımı yerine sini kullanımı yaygındı. Çünkü toplumun yaşayış şekli neyse bu kültürüne de yansıyordu. Konargöçer bir durumda olan Türklerde pratiklik baş sıradaydı. Başta kolay taşınabilmesi gibi önemli bir özelliğe sahip olan sini, bu özelliği ile Türklerin ilk aşamada uzun süre kullanmasına olanak tanımıştı.
Ancak toplumsal yaşam tarzı yerleşik hayata geçince günümüzdeki modern sofra düzeni kullanılır hale geldi.
Not: Televizyonlarımızda yayınlanan ve kadınlarımızın alet edildiği sofra kültürümüze, misafir ağırlama usullerimize uymayan programlara eleştiri hakkımı saklı tutuyorum.
***