7
Yorum
8
Beğeni
0,0
Puan
635
Okunma
"Sorduğun gibi cevap alırsın!" diye bir söz/tabir vardır burada. Manası aşağı yukarı şu: sorduğun soru aptalcaysa, cevabı da öyle olur.
Acaba, diyorum; bu tabiri reformdan geçirip zıt bir anlam mı yüklesek? Mesela onun yerine: "İyi bir soru sor ki, ona göre de cevap alasın!" dense nasıl olur?
Oldum olası sorular enteresan gelir bana. Sorular sayesinde, varoluşun bir mana kazandığına inananlardanım. Çoğu zaman, bilinç altında da olsa (bir nevi taktik mi) başkalarına sorduğum soruların arkasına gizlendiğimi düşünürüm. Soruyu yönelttiklerimi ön plana çıkarsam dahi, sorduğum sorularla kendimi daha iyi görürüm, daha iyi tanırım nedense. Böyle olmasını seviyorum. Hatta bu metoda Google’nin arama motorunda da bakvuruyorum.
Şöyleki: arama motoruna, "nerede" diye bir soru cümlesi yazdığınızda önünüze yüzlerce öneri çıkar; çünkü böyle bir soru sözcüğünü başkaları da muhtemelen daha önce yazmıştır. Bi bakarsınız ki, "nereye"nin peşinden "nerede" diye bir sözcükte çıkıvermiş. Öyle ya, bu iki sözcük arasında bir bağ, bir benzerlik varsayılabilır. Belki birileri bu iki sözcüğü birbirine karıştırmıştır, anlamını bilmemektedir, ne bileyim!?
Biraz daha ilgiyle incelediğinizde, o sözcüklerin peşinden daha karmaşık sorular çıkar karşınıza; Mesela "Eyfel Kulesi nerede, Mantar nerede var? Ayakkabılarım nerede", gibi. Belki ardından; "Nereye gidiyorsun?", ya da "Nereye bakıyorsun?" gibi sorular da çıkar... Neyse uzatmayayım!
Çocukken anladım ki, sorular çeşit çeşittir. Bu nedenle, iyi bir soruyu "yerine göre" yöneltmekte zorlanırdım. Dolayısıyla nerede ve ne zaman soru sormam gerektiğini çok sonraları öğrendim. Dahası, soruların hemen suyun derinliklerine inmemesinin önemini anladım. Onların bir süre suyun yüzünde kalması, bir süre dinlenmesi gerektiğini öğrendim. Aksi takdirde, soruyla cevabın buluşması, kaynaşması ve harmanlanması pek kolay olmazdı.
Söylemek istediğim; "nasılsın? sorusunu birine yönelttimiz zaman; alacağımız cevap hep " iyiyim!" olur. Yani yanıtın; "ah, hiç iyi değilim!" olmayacağını hesaba katmak gerekiyor. Cevap "iyiyim! "olduğunda, iyiliğin de nüanslarının olduğunu, o "iyi"liğe bir şeylerin neden olduğunu düşünmeden, merak etmeden duramayız. O iyi’liğin irdelenmesi halinde, içinden hiç ummadığımız, öngöremediğimiz olasılıkların olabileceğini kanıksamak için de sabır ve iyi bir iletişim gerek.
Ancak şunu da çok iyi biliriz ki; hiç kimse, iyi tanımadığı birine tam olarak nasıl olduğunu anlatmak istemez. Zaten soran kişi de nezaketen "nasılsın" diye sormuştur.
Muhatap olunan kişi özenle kullandığı dille, kendi iç dünyasını, "sırrını" yansıtmama çabasına girer - haklı olarak! İnsan bu durumda, dili bir palto gibi üstüne geçirir ve kendi iç dünyasının ihlal edilmemesi için çababalar - en azından ilk etapta bu böyledir. Ta ki, kendini güvende hissedene kadar. En iyi olasılıkla, o kişinin "iyi" ya da "kötü" olduğunu -fiziksel yakınlık varsa tabii- yüz mimiklerinden, ses tonundan, vücut dilinden ve takındığı tavırdan anlarız. Böylelikle söz konusu kişiyi tanıma fırsatını, nispi de olsa, yakalamış oluruz. Diyeceğim o ki; her halükarda kullandığımız dili iyi bileylemek gerekiyor, dolayısıyla soruları da...
Bir keresinde anneme: "en çok hangimizi seviyorsun, anne?" diye sormuştum. Annem, bu soru karşısında şok olmuştu. Belki de sorum onu heyecanlandırmıştı. Bana düşünceli bakarak: "kızım o ne biçim soru? Ben anneyim: hiç ayrım yapar mıyım aranızda. Tabii ki hepinizi de çok seviyorum." demişti. Sesi telaşlıydı. Gözleri dolmuştu kadının. Benim neden böyle bir soru sorduğumu merak etmiş olmalı ki, bir süre susmuştu. Düşünmeye ihtiyaç duymuştu. Kim bilir, belki de kendini sorgulamıştı. Ya da beni...
Ya ben? Ben de utanmıştım; çünkü patavatsızlığımla, spontan ve saçma sapan bir soru sormuştum anneme. Belki de üzmüştüm onu. Hem, sevginin ölçüsü olmaz ki! Bunu nasıl anlamamıştım?
Tecrübe ve bilgi edinmiş bir yetişkin gözüyle bakıldığında şimdi, anlıyorum ki; sorular bilenmiş bir bıçak işlevi görebildiği gibi, bir gül de olabiliyor. İnsan ilişkilerine psikolojik bir perspektifle bakabilmek gerekiyor. Soru sorduğumuz kişinin yerine kendimizi de koyabilmek gerekiyor. Peki 30 - 40 yıl önce öyle miydi?
Anlatmak istediğim; sorular cevaplardan çok daha enteresandır. sanırım onları daha çok seviyorum. İyi bir soru sormak iyi bir cevap vermekten daha kolay olduğundandır belki. Sahi, realitemiz hep öyle midir?
Acaba diyorum; soruların içinde cevap yokmuş gibi, kendimiz kandırarak mı yaşasak?
Değerli Üstad Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirinde anlattığı gibi:
"Gün olur ki ne gökyüzü para eder,
Ne deniz kenari, ne bağlar bahçeler.
Gün olur ki ne kız ne raki ne şiir,
Hiçbir şey insanı sarmaz, kandıramaz;
Her çeşmeden boş döner, elindeki tas.
Gün olur ki çıldırmak işten değildir"
H. Korkmaz, (!) 2020 Sthlm