- 241 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SONA DOĞRU
Tarihi boyunca bunca bir yandan ışığı ve diğer yandan da karanlığı içinde barındıran, gizemleri ve tehlikeleriyle, bitmek bilmez hırsların öznesi olarak Ortadoğu, beşerin mazisindeki en kara zemin ve bu geçmişin de en kanlı bölgesi olmuştur. Bunca savaşın, kaosun sonunda buradan istediğini alabilenin olmaması da düşünülmesi gereken ayrı noktadır.
Binlerce yıldır beşeriyetin kaderinin şekillendirilmeye çalışıldığı Ortadoğu, maalesef gereken dersler çıkarılmamış olmalı ki, günümüzde de bu kilit noktası özne olmaktan kurtulamamıştır. Yüzlerce yıla dayanan kirli hesapların, enerjiye, suya, verimli topraklara ve bazılarına göre de vaat edilmiş topraklara sahip olmak gibi gerçek dışı dinî misyonların kavgalarına meydan olan bu zemin, milyonlarca masun insanın da mezarı olmuştur durumdadır.
Gerek Ortadoğu ve gerekse de bu coğrafyaya yakın toprakların bir asır öncesindeki geçmişlerinde büyük katliamların yaşandığını biliyoruz. Cihan Şumûl bir devlet iken Osmanlı`nın sancağı altında esenlik içinde yaşamakta olan uluslar, bu yılların kıymetini bilememişler ve Osmanlı`ya da ihanet emişlerdir. Onlara göre Osmanlı ;bütün kaynakları sömürmüş, adaletle hükmetmemiş, kültürleri sindirmiş ve her yönden bu ulusları geri bırakmıştır. Ne var ki tarihi realite böyle demiyor. Osmanlı sonrasında güya daha özgür olacaklarını, ekonomik ve sosyal yönden güçleneceklerini ve kendi medeniyetlerinin sahibi olabileceklerini düşleyenler, bu masaldan büyük acıları yaşamaklı olarak uyanmışlardır . İddia ettikleri çirkinliklerin hiçbirini Osmanlı`dan asla görmemişken, Osmanlı`yı kendilerince saf dışı bırakabilmiş ve fakat hayal dünyasından uyandıklarında ise; kendi vatanlarında sürgün edilmiş, toprakları yağmalanmış, devlet idarelerine el konulmuş, ekonomik kaynakları sömürge edinilmiş ve adeta ikinci sınıf insan olarak yaşamaya başlamışlardır. Üstelik topluca uğradıkları katliamlar ve onur kırıcı muamelelere maruz kalmış olmaları da tarihlerine bu ihanetlerin bedeli olarak kara bir leke gibi de not düşülmüştür.
Vahşetin çığlıklarının, çaresizliğin doruklarının yankılandığı bu topraklar, ne hazindir ki insanlığa fıtratın yolunu, esenliğin yolunu, onurlu duruşu gösterecek dinlerin de doğduğu yerdir. Nasıl da büyük bir tezat değil mi? Elimizdeki kayıtlara göre fikir yürütmek gerekirse, gelmiş geçmiş dinlerin, bu dinleri tebliğ ve de pekiştirmek üzere görevlendiren peygamberlerin, onların öğretilerini yaşatmak üzere ömürlerini vakfetmiş ve tarihe de adları geçmiş onlarca değerin çabasına rağmen, rahmet kokması, yankılanması gereken bu topraklardan vehâmet, şehâdet, kan, öfke, göz yaşı yankılanmıştır ne yazık ki. Bu durum asla ilahî tebliğcilerinin ve onun üzerinden ihlasla yürüyenlerin kusuru değildir. Onca ümmetin içinden beşere yüklenen mirası hakkıyla sırtına almış aklına ve yüreğine yazabilmiş çok az millet vardır. Ne mutludur ki bunlardan birisi de Türk milletidir. Bizlere ve bizlerin ulvi misyonuna ortaklık edenler de olmasa idi, üçüncü dünya harbinin çoktan çıkmış olması konuşulurdu büyük olasılıkla.
Şunu üzülerek söylemek gerekiyor ki, üç kıtanın düğümlendiği ve pek çok medeniyete de ev sahipliği yapmışlığıyla bu kadim topraklar, beşerin yükselişinin de merkezi olmalıydı. Bu ifade iki bakımından da irdelenebilir. İlki, gerçekten de ilk medeniyet ışıklarının yükseldiği yer bu topraklardır. Dünya tarihine, coğrafyasına, bilimine, matematiğine kısacası medeniyetine yön verebilmiş olmasıyla imrenilesi bir hafızaya sahipken, dini misyonların ve çıkarların uğruna ve üstelik hanedanlık, güç, ikbâl adına verilen savaşlarla da bir yıkımın, yok oluşun da hafızasıdır. Başka hiçbir toprakta bu denli savaş, yıkım, kaos yaşanmamış, gözyaşı akmamışken; ilmin bu denli göz kamaştırıcı zirve yaptığı bir başka coğrafya da yoktur. İlkin ortaya çıkan yükseliş, ikincisinin hayat bulmasıyla adeta yağmalanmıştır. En büyük kütüphaneler, görkemli tarihiyle kaleler, surlar, hanlar, köprüler, dini ritüellerin yaşandığı ibadethaneler, kütüphanelerin çoğu bu yıkımlardan, talanlardan kendini kurtaramamıştır.
Kıtalar ötesinden gelerek bu coğrafyada hakimiyet kurmak ideali de çok eskilere dayanmaktadır. Bu durumun coğrafi nedenleri olduğu gibi, stratejik ve ekonomik nedenleri de vardır elbette. Güneyden Kızıldeniz aracılığı ile Akdeniz gibi verimli bir havzaya erişimi sağlayan Süveyş Kanalı, dün de bugün de aynı önemi muhafaza etmektedir. Bu stratejik noktayı elinde tutan bir güç, bir şekilde dünya ticaretinden de hatırı sayılı bir nasibi elde etmektedir çünkü. Benzer şekilde enerji kaynaklarına da beşiklin eden bu coğrafya, gerek kendi zemindeki ve gerekse de yakın coğrafyaların petrol, doğalgaz gibi rezervlerinin kontrolü bakımından büyük bir öneme sahiptir.
Daha bir asır öncesinde türlü ihanetlerle geri çekildiğimiz bu topraklar, uzaktan yakından ilgisi olmayan ulusların adeta gözlerini kamaştıran enerji potansiyelleri ile yaşanmakta olan kargaşa ve savaşların da önemli bir nedenidir elbette. Ortadoğu`yu yer altı zenginliğinden öte değerli kılan şeylerden biri de neredeyse oldukça verimsiz yer üstü görüntüsüne karşın dinlerin çıkar çatışmalarına girdikleri yer olmasıdır aynı zamanda. Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, İslam`ın doğduğu bu kadim topraklar, esaslı bir sahip ararcasına dini istismarların da zemini olagelmiştir. Bilhassa bütün kadim dinlerin birlikte yaşana geldiği ve Filistin topraklarında yer alan Kudüs, bu noktada apayrı bir öneme sahiptir. Daha yakın zamana kadar üç dinin mensuplarının da ibadet ede geldikleri bu kent, onlarca yıldır İsrail`in hırsları ve sapkın inançları yüzünden adeta kargaşa ve kaosun da merkezi halini almıştır. Günümüzde yaşananları da bunun üzerine koyarsak, meselenin ne denli diken üstü bir durum olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Onca yıkım, yakım, talanı, tehciri, yoksunluğu ziyadesiyle farklı farklı coğrafyalarda tecrübe etmiş beşeriyet, bugünkü kadar bir ;zulmü, pervasızlığı, insanlık dışı muameleleri de görmüş değildir. Öyle ki, bir grup etik yoksunu ve fıtrattan öte marjinal grubu (Evanjelikler) kendi sapkın öğretilerince aşılamış bu sözüm ona devlet ( İsrail ), finasmanını yaptığı ülkeleri de ekonomik dizginiyle manipüle ederek, kendi arkasına almış görünüyor. Koskoca Arap dünyasından çıkan birkaç cılız sesi bir kenara koyarsak, zulmün karşısında sessiz durmaması gereken ve üzerlerine tebliğ görevi de yüklenmiş öğretilerin insanları, adeta dut yemiş bülbül olmuşlardır maalesef. İkbâlleri ile insanlıkları arasındaki seçimi ne yönde yaptıklarını siz söyleyiniz. Oysa, hiçbir dini öğreti insanlığın katlini bırakın bir yana, zaruri olmadıkça hiçbir cana kıymaya cevaz vermemiştir. Buradan çıkarımlardan birisi de Arap olmanın doğrudan doğruya iyi Müslüman olmak anlamına asla gelmediğidir. Ve dahi, İslam`ın teblğ edilmesi ve beşeriyete hâkim kılınması mevzuu nasıl böylesi bir millete bırakılsın. Aksine, bu dava onların sırtına bir hayli fazla gelmiş olmalı ki, bir avuç sapkın Yahudi`nin rezaletine ses çıkarmamakta ısrar etmektedirler. Başlarını daha ne kadar kuma gömebilecekler bilinmez ama, sıranın o çok güvendikleri petrolleri bittiğinde kendilerine de geleceği günler elbette yakındır. Ne mutlu ki, milletimiz asla maddi hezeyanlarla onuru arasında bir seçime tarihi boyunca gitmemiştir. Bizim için her ne olursa olsun “insan”dır asıl olan özne. Aramızda ne denli büyük mesafeler var değil mi? Onlar ve onlara hizmet eden payandaları, asla kirli tarihlerinin vebâlinden yakalarını kurtaramayacakladır.
Gerek I. ve gerekse de II. Dünya Harbi`nin başlamasına zemin hazırlayan siyasi, ekonomik, stratejik bazı gelişimler yaşanmıştır. Buradan yola çıkılarak, büyük cihan savaşının ayak seslerini günümüzde de duyar gibi olmamız hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Giderek artan nüfüs ve onların ihtiyaçlarını karşılayabilecek gıda ve diğer ham madde ihtiyacı, insanların var olan konforlarından taviz vermek istememeleri, birkaç asır öncesinde şu ya da bu yola ele geçirdikleri yer altı zenginliklerine sahip olmadaki rekabet ve daha neler neler. Bunların üzerine son otuz kırk yılı aşkın süredir de “Vaat Edilmiş Topraklar” misyonu dedikleri bir dini misyonu da eklersek, artan gerilimlerin bir gün ansızın patlak verebileceği zaman yakın görünmektedir. Doğrusu, böylesi bir harpte istesek de istemesek de millet olarak bizlerde rol almak zorunda kalacağız. Hem de ne rol. Yahudi inanışının dikte ettiği bu sözüm ona Büyük İsrail” konusu, bizim yurt toraklarının bir bölümünü de kapsıyor üstelik. Bu durum, bizim ile İsrail arasındaki ipleri gerek, bıçağın kemiğe dayandığı andır şüphesiz. Hiçbir tehdite pabuç bırakmamış Türk Milleti, bundan sonraki tehditleri de kaale almayacaktır kuşkusuz.
Dostun da düşmanın da apaçık belli olduğu günümüz koşulları, saflarını belirleyen ulusları büyük bir silâhlanma yarışına da sokmuş durumdadır. Belki de dünya tarihinde savunma amaçlı bütçelerin bu denli büyük hacimlere ulaştığı bir dönem yaşanmamıştır. Kendi milli silâh ve cephanelerini, ikmal vasıtalarını, iletişim, yazılı gibi hayati enstrümanları üretebilenler, elbette böylesi bir mahşeri zeminde en avantajlı olacak taraftır. Ne mutlu ki milletimiz yukarıda değinilen önemli husularda avantajli olan taraftadır. Bekâmız için silâhlanmamız böylesi diken üstü bir coğrafyada en tabii şeydir. Ne kadar da barıştan yana olsak da, dikkate alınır seviyede bir caydırıcılığa haiz olmamız da o denli hayati bir meseledir.
Batı dünyasının inanışında Armegeddon Savaşı, İslam dünyasında da Arz-ı Mev`ud kavramına denk gelen ve Hz. İbrahim soyundan gelenlere Allah tarafından vaat edilmiş olan topraklar mevzuu, iki koca medeniyeti giderek keskinleşen bir şekilde bölmeye, kutuplaştırmaya da başlamıştır. Günümüzün İsrail`i dışında Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye`mizin de Güney Doğu Anadolu Bölgesi`ni içeren bu topraklar, çok kanlı geçecek bir harbin zemini potansiyeli olarak ortada durmaktadır. Kan ile aldığımız toprakları bizler ancak kan ile vereceğiz elbette. Bütün karamsarlıkları bir kenara bırakırsak, günümüz Türkiye`si çeyrek asır öncesinden çok daha kuvvetli, birlik ve dirliği ile sapasağlam ayakta durmaktadır. Sözün özü, zulüm ile abat olmaya çalışanlarla, zulme baş eğmeyenlerin savaşı olacaktır II. Dünya Harbi. Kılıç kından bir çıkarsa, bu coğrafyada gerçek vatanseverler ile öyle olduklarını iddia edenleri de gün yüzüne çıkaracaktır nihayetinde. Bu savaşın önündeki tek mani, barışın galip gelmesi olasılığıdır.Giderek artan tansiyonu düşürmek üzere çok sayıda diplomasi atağının da yaşandığını söylesek de, her geçen gün artan karşılıklı can kayıpları ve büyük yıkımlar, barışa olan mesafeyi de giderek ötelemektedir maalesef.
Konu Ortadoğu olunca elbette çokça yazılacak konunun ortaya çıkması doğaldır. Şu varsayım ise pek tereddüte mahal vermeyecek gibidir. Ortadoğu`da barış sağlanmadan, cihanda barışın dillendirilmesi pek mümkün değildir. Bu topraklar yeterince ölüme sahne olmuşken, aklın ve sağduyunun galip gelmesini ve yaşanan dramların son bulmasını diliyoruz. Zira, çokça filme de konu olmuş ve farklı yerlerde de adı geçmekte olan Şu “Armegeddon Savaşı” bu savaşın dışındaki diğer insanların da canlıların da sonunu getirebilir potansiyeldedir. “İnsan insanın kurdudur.” atasözünün dillendiren İngiliz düşünür Thomas Hobbes, büyül olasılıkla yukarıdaki düşünüşle ilgili kullanmış tır bu sözü Oysa, insanın dostu, kurtarıcısı, yareni, umudu olmalıydı. Hükümetlerin perde arkasındaki kirli anlaşmaları ve saydamlıktan çok öte politikaları, çıkarları için ne kadar da çirkin işlerin peşine düşebildiklerini göstermektedir.
Bir geleceğimiz olacaksa, insan öznesini doğru yere konuşlandırmadan, onun en mükemmel yaratılmış olduğunu kabullenmeden ve biz anlayışı tüm toplumlarda hâkim olmadan gerçekleşmeyecektir. Hiçte arzu etmediğimiz halde yukarıdaki nedenlerden ötürü çıkacak bir savaşın milyonlarca insanı yerinden edeceği, işsizlik ordusunun çokça ülkede çığ gibi büyüyeceği, ekonomilerin islâfın eşine gelecekleri ve beşeriyetin tümünde de karamsarlık hissiyatını körükleyeceğini unutmamak gerekir.
Bizler yarına dair umutlarla da besleniyoruz. Hiçbir nedenle bu umutların ortadan kalkmasına asla izin vermemeliyiz. O umutlarımızın içinde Uzakdoğu`nun gülen yüzleri de var, Filistinli çocukların güler yüzleri de. Maskelerin saklanacak olmaktan çıktığı günümüz, insanlığı kayıtsız, şartsız ortak bir duruşa itmektedir. Gereken mesajın alınmış olmasını ve bunun neticesinde de her tür yaptırımın icrasını beklemekteyiz doğal olarak. Her şeye rağmen bütün insanlık için bu gezegenin yeterli olduğundan hareketle, paylaşabilme farkındalığı ve hoşgörü erdeminin hayat bulmasını arzu ediyoruz. “İnsan çok ama, insanlık karaborsa” dediği şiir kitabı ön kapağında şair belli ki yozlaşan beşere sitem etmişti. Gözyaşlarının sadece sevinçten akacağı, kimselerin evlerinin başına yıkılmayacağı, sırf ibadet için saf tutanların tabutlarının taşınmadığı, oynamaklı yaşlardaki çocukların asla kaldıramayacakları ve bir ömür sürecek travmaların yaşanmadığı günlerde buluşmak dileğiyle.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.