- 304 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Göze Han Oteli
‘Kubi, benim dışarı çıkacak halim yok. Hem sen de çıkıp ne yapacaksın bu Allah’ın unuttuğu kasabada?’
Öncelikle seninle aynı odada olmayacağım. İki lastiğimizin birden patlayıp, saplanıp kaldığımız bu kasabadan çıkıp gidemiyorum ama senin sızlanmalarının devam ettiği odadan kaçabilirim. Tabi ki söylenmiyor böyle şeyler haspaya.
‘Biraz hava alayım, iki çay içeyim, gelirim’ dedim ve çıktım.
Lobide Göze Han otelinin resepsiyoncusu ve sahibi Ziya Bey’e gidebileceğim bir kahve olup olmadığını sordum. Ziya Bey de hemen yanda Çınaraltı kıraathanesinin olduğunu söyledi.
‘Ben de sizinle geleyim; zaten müşteri de yok. Tahsin! Recebe bak, ben kahveye gidiyorum’
Komilikten resepsiyonuculuğa bir akşamlığına yükselen Tahsin yerini aldı; Ziya Beyle ben de Çınaraltı’na yöneldik.
Çınaraltı deyince aklınıza gelen yer benim geldiğim yer değil. Ortalıkta ne ağaç var, ne de ağaç altı kır kahvesi. Bir apartmanın ilk katı tuhafiyeci yerine kahve olmuş. Yaz sıcağında ister istemez dışarıda, kaldırım üstünde oturduk. Ziya Bey çayları söylerken ‘İlki benden’ diye de eklemeyi unutmadı.
‘Hani çınar? diye sordum otelciye, altında oturacaktık?’
‘Palavra değil. Gerçekten zamanında bir çınar var burada. Az ilerisinde de pınar vardı. Zaten Göze Han adı da oradan geliyor.’
‘Han da mı varmış zamanında?’
‘Yok, han hiç olmamış. Ama bir hikayesi var oranın, eğer dinlemek istersiniz’
‘Başka yapacak işimiz mi var? Boşuz. Anlatın Ziya Bey’
‘O zaman Muhittin, sen bize tezgah arkasından birer tane ağa çayı getir’
Muhittin siparişi anladı. Onun idrakı bende olmadığı için sordum:
‘Ağa çayı nedir Ziya Bey?’
İşini bilen adam bakışıyla otelci:
‘Akdenizle Karadeniz’in birleşimi. Güneyden anason, kuzeyden çay bir gün yolda karşılaşmışlar...’ diye açıkladı.
Belli ki kasabada içki ruhsatı almak, alınsa da orayı her akşam doldurmak mümkün değildi. Başımı salladım.
Çaylarımız geldi. İlk yudumda ağa bir tokat çaktı, haddimi bildirdi. Ondan sonra uzun aralarla ve küçük yudumlarla devam ettim.
‘Ne diyordum... Ha, günün birinde şu karşıda görünen dağın öbür yanındaki köyde delikanlının biri yavuklusunu kaçırmış. Gencin adı Mustafa, kızın adı da Balcakız. Sabaha karşı Mustafa kızı babaevinden kaldırmış, gün boyu yol alıp akşam vakti de buraya, pınarın oraya varmışlar.’
‘Ziya Bey, pınar pınar diyorsun da, ben çınar gibi su da görmiyorum. Nerede senin pınar?’
‘Sorma, belediyenin biri ıslah etti, diğeri tarlalara bağladı, ortada bir şey kalmadı. Neyse, neredeydik? Ha, akşam vakti... Gelirler, çökerler pınarın dibine. Balcakız sorar, Mustafa buradan nereye gideceğiz? Mustafa cevap vermez, veremez. Uçkuruyla düşünen her erkek gibi sonrasını düşünmemiştir.’
Ziya Bey burada bir yudum daha aldı çayından. Benim on beş dakikalık aram dolmamıştı, elimi uzatmadım.
‘Der ki: Biraz saklanalım buralarda. Aradan bir kaç gün geçince nasıl olsa bizi affederler, köye döneriz.
Balcakız onun kadar sersem değil. Bilir ortaya çıktıklarında ne Mustafa’yı sağ bırakacaklarını, ne de kendini. Kız kaçırma türküde güzel de, hayatta pahalı bir şey. Yar etmezler Balca’yı sidikli Mustafa’ya. Bak Mustafa, der, bir yola çıktık, bunun dönüşü yok. Buradan kasabaya gideceğiz, sen orada iş tutacaksın. Irgatlık mı olur, amelelik mi, bilemem ama köye dönüşümüz yok. İkimizi de keserler, önce de seni.’
‘Gece boyunca uyku tutmaz Mustafa’yı. Gün ağardığında Balca’nın sözleri aklına yatmıştır. Bu arada Balcakız da gece boyu uyumamıştır. O da kafasında ne yapacaklarını evirip çevirmiştir. Sabah Mustafa’yı yiyecek bir şeyler bulmaya yollar. Yiyelim ki kasabaya kadar gücümüz yetsin der.’
‘Burası kasaba değil mi o zaman? Başka yere mi gidecekler?’
‘Tabi başka yere. Burada köy bile yok o zaman. Görecen, hikayede geliyor orası. Neyse, Mustafa yolluk bulmaya gider.
Gidiş o gidiş; bir daha da gelmez.’
‘Aklı başına gelip topuklamış mı?’
‘Bilinmez. Ne geri gelir, ne izi bulunur. Denir ki kız tarafı bunu yakaladı ve ortadan kaldırdı. Başkası da panik olup kaçtı der. Tek bilinen dönmediği.’
‘Peki Balkız ne yapmış?’
’Balcakız... Balcakız’ın da ne yaptığı bilinmez.’
‘Nasıl yani?’
‘Nasılı şu: Buraya o aralar bir çoban gelir, malum sürüsünü sulamaya. Sürü dediğime de bakma; elii baş ya var, ya yok. Gelince burada bir şalvar bulur, kadın şalvarı... İçinde kimse yoktur. Şalvarı alır, yüzüne sürer. Eli o kadar kadın eline değmemiştir ki, şalvar onun yavuklusu olur. Sahibinin Balcakız olduğunu da bilmez; bu sonradan ortaya çıkacaktır. Ama şalvarı alıp götüremez. Özeli yoktur köy yerinde, bulacaklarından korkar. Toprağa gömmeye kıyamaz; içindeki kadın kokusunun yitmesinden korkar.’
‘Yapacak ne kaldı?’
‘Bir şey kalmadığı için Yaradan’a yüzünü döner. Bir de bakar ki karşısında şu bizim çınar ağacı. Tırmanır çınara, saklar şalvarı. Her gün gelir, yavuklusuna sarılır. Ta ki, onun köyünden iki it, it dediğime bakma, köpek değil, işsiz iki genç... İşte o iki it tesadüfen çıkagelirler. Bunun elinden şalvarı kapapıp köye koşarlar. Bu da peşlerinden. Peşlerinden gidiyor ama kendi altı da açık; itler bunu kötü zamanda yakalamışlar. Neyse, bu üçü köye varır. Köyün eskilerinden birinin durumun ciddiyetini farkedip şalvarı bu haylazların elinden alana kadar epey tantana olur. Daha sonraki günlerde çobanı bir ahırda kendini asmış olarak bulacaklardır ama konumuz o değil. Köyün eskisi şalvarı kulaklarına gelen Balcakız’In kaçırılmasına bağlar. Haklı da çıkar; elindeki kıza aittir.’
‘Sonra?’
‘Sonrası yok işte. Ortada ne Balcakız var, ne Mustafa. Şalvarı olmayan bir kızın başına ne gelir, daha doğrusu o şalvar en başta niye çıkmış, sen düşün. Bu arada hesabı istedin mi?’
Muhittin’in getirdiği hesabı itirazsız ödedim.
‘Abi, bahşiş?’
‘Koydum ya?’
‘Abi, sen demişsin, bahşiş yüzde on olmalıymış.’
‘Doğru söylüyor, lafına arka çık ki başkaları da seni takip etsin’
İster istemez yüzde onu kahveci çırağına bayıldım.
Ziya Bey, yoksa Ziya Efendi miydi, bana:
‘Hadi ben çok içtim. Buradan doğrudan eve gideceğim. Tahsin’e söyle, kapayı kapatsın.’
Bir tek otelciyle komisi arasında ulaklık yapmadığım kalmıştı. Yalpaya yalpaya otelin çok da uzun olmayan yolunu tuttum.
Tahsin yerinde yoktu. Güç bela bizim kata çıktım. Koridorun sonundaki odamızın kapısı açık, içeriden odanın parlak ışığı loş koridoru aydınlatıyordu. Koşar adım içeri girdim. Oda darmadağınıktı.
Sesini duyunca Fulya’nın yerini keşfettim: Bir köşeye büzülmüş, ağlıyordu. Üzerinde bir şey yok gibiydi. Yüzünü kapatan ellerini kaldırdığımda avuçlarının kanlar içinde olduğunu gördüm. Dudakları patlamıştı. Sol gözü de kanlıydı. Büyük olasılıkla çok geçmeden moraracaktı. Kendisine bakanın ben olduğumu anlaması zaman aldı. Kim olduğumu anlayınca sordu:
‘Neredeydin?’
YORUMLAR
Ölüdeniz'de de bir Belcekız hikayesi mevcut, acaba dedim o efsaneden mi yola çıkılarak böyle bir hikaye oluştu. Bire bir hikayeyle örtüşmese de anımsatıyor. Bu hikayede de birkaç hikaye iç içe geçmiş gibi sanki...Mustafa ile Balcakız'dan sonra, çoban da dahil oluyor ve aynı hikayenin içinden bir başka hikaye daha türemiş gibi...
Finalde beklenmedik bir ters köşe var ve her zaman olduğu gibi akıcı bir anlatım. Hikayenin devamı gelecek gibi açık bir kapı da bırakılmış.
Geçmişle bugünün hikayesi de diyebiliriz.
Gule tarafından 15.11.2023 18:38:34 zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Kısa cevap verirsem, hayır. Ama böyle bir yorum doğaldır ki daha tatminkar bir yanıtı hakediyor. Kaçma/kaçırılma öykülerinin ve efsanelerinin birbirlerine benzemeleri doğal. Elimizde kaçan bir çift var, gide gide 'Hemen şu dağın arkası'na kaçmışlar (O bölümde aklıma İnce Mehmet gelmişti). Bundan sonra olanların değişik mekanlardan gelen söylencelere benzememesi mümkün değil (Eğer o çifti uzaylılar kaçırmıyorsa). Öyküyü ilk tasarladığımda (Kahve yapıyordum)kızın adı başkaydı. Ama sonradan klavyenin başına oturunca o adı unuttum ve yerine şiir yazabilmek için Boğaziçi Üniversitesindeki ekonomi profesörlüğünü bırakan bir hocanın kızının adını verdim. Belcekız'la benzerliği benim açımdan tesadüftür (Ama söz konusu hoca kendi kızını isim seçerken o efsaneden yararlanmış olabilir)
'Bu hikayede de birkaç hikaye iç içe geçmiş gibi sanki...'
Doğrudur. Aynı mekanda, iki farklı zamanda geçen olayların beraber anlatıldığı ve bir sarmal oluşturduğu bir hikaye. En başındaki bölümü Ortaklar diye ayrı bir öykü yapmayın buradaki anlatıdan ayırmasaydım belki bu daha rahat görülebilinirdi. Kızla oğlan bölgeye gelirler (Günümüzde arabayla, geçmişte kaçarak) ve orada konaklamak zorunda kalırlar. Ortakların orijinal halinde lastiklerin kesilme sebebi Kubi'nin densizlikleri değil, mahalleninin Fulya'ya hayranlığı ve kasabada bir öğlen yemeğinden daha uzun kalmasını istemeleriydi. Sonrasında erkek (Günümüzde Kubi, geçmişte Mustafa) bir sebeple uzaklaşırlar ve sonrasında da geride bırakılan kıza tecavüz edilir. Failler belirsizdir. Otelci Zİya Beyin Kubi'yi içirmesinde bile art niyet arayabilirsiniz (Ya da köylü iki itin aslında suç mekanın geri dönmüşken çobana denk geldiğini varsayabilirsiniz)
Umarım bir damla açıklık getirebilmişimdir. Saygılarımla.