- 228 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü
Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü
"Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü" Yazar Sinan Ayhan’ın Ekim 2023’te, Kdy Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu onuncu kitabı. 2021-2023 yılları arasında farklı aylarda da olsa bir batında birden çok kitabın okurla buluşturulduğunu görmekteyiz. Yüz yetmiş dört sayfalık kitap, altı bölümden oluşmaktadır. Anadolu teması, metin kurucu ve sezinleyici bir üslupla yol almaktadır. Konu dâhilinde daha çok kısa yazılardan müteşekkil derinlikli bir anlatım olduğunu söyleyebilirim.
Yüz adımda yeryüzü serisinin ilk kitabı olan "Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri" 2021 tarihinde okurlarıyla buluşturulmuş. Serinin ikinci kitabı "Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü" bütünlüğün devamı açısından daha da önem arz etmektedir. Anadolu, tarihiyle, kültürüyle ve dini motifleriyle bir kilim gibi nakış nakış işlenmektedir adeta. Anadolu konusu muhteviyatı bakımından her yönüyle şamil başat bir konu hüviyetindedir. Ayrıca Anadolu üzerine ve Anadolulu olma perspektifinde kaleme alınmış bütünlük dikkat celp etmektedir. Yazar, şifacı yeniliğin ikinci örneğini Anadolu olarak görür. İlki de Afrika’dır. Anadolu, has bir ana kucağıdır. Güzel ahlâkın coğrafyası, güneş ülkesidir Anadolu. Ayrıca "Cennet, annelerin ayakları altındadır" Hadisi Şerifiyle bağ kurulup Anadolu’nun analığına vurgu yapılır. Bu özellikten dolayı da yazar, bu kitabını annesine atfetmiştir.
Bu kitaptaki yazılanların şiirden ziyade düzyazı gibi davrandığını söylesek yanlış olmaz. Düzyazı ve manzum eserin ötesinde arafta bir yerlerde, daha çokta yazarın kuramı olan "Bileği Metni"nin bir numunesi diyebiliriz. Yazar Sinan Ayhan’ın eserlerinde işlediği “Bileği-Metni” yani “cevher söz” kuramının izlerini bu kitapta da görmekteyiz. Yazar bu bakış açısını “girift hâl, tefekkürde derinlik ve mutmain kalp” perspektifinden derinleştirir ve açılımını daha da genişletir. Gerek kitabın önsöz yazısında gerekse de kitabın içeriğinde bu durum şamildir. Ayrıca Yazar, "Bileği Metni"ni ileri bir yazım tekniği olarak da tanımlamaktadır. Bileği Metni’nin henüz tam olarak anlaşılmamış olduğunun da altını çizmektedir.
Yazılarda yer alan isimlerde de kelimelerde de Anadolu’nun zenginliğini taşıyor adeta. Yer yerde olsa okuru sözlük kullanmaya, hafızayı yoklamaya dayalı bir ihtiyaç hâsılı durum oluşmaktadır. "Merkantilist (ticaretçilik), derç (alma, toplama), masif (som), anjelik eriği, iğne deliğinden geçen deve tözü, dıkşan, vezüv (İtalya’da yanardağ), bulamaç, palimpsest (parşömen kâğıt), kreşendo (ses yükseltme), batlamyus (Roma dönemi matematikçi), izgeç, reosta (elektrikte akım değiştirici), kodeklem, perikles (Atinalı soylu bir asker), drahoma (kızın ödediği başlık parası), parsifal (bir opera çeşidi), sud (kâr, kazanç), ahbaz, geno (ırsi), necah (kurtuluşa erme)" gibi bir kısım isim ve kelimeleri buraya taşımış olayım en azından.
Kitabın içeriğine bir göz atacak olursak; Yazar, ilk bölümde yüz adımda, yüz başlık altında Anadolu’nun birçok özelliğine ve değerine soyut ve somut kavramlar üzerinden anlatmaktadır. "Anadolu - Sürgün, Anadolu - Kadın, Anadolu - Süngü, Anadolu - Dünya Teni, Anadolu - Kalem ve Kılıç, Anadolu - Nakkaş, Anadolu - Yaslı Dağlar, Anadolu - Kör Talih, Anadolu - Kızıl Gerdan, Anadolu - Tarhana, Anadolu Isırgan Bir Güneş, Anadolu - Ön Türkler, Anadolu - Çeşmeler, Anadolu - Papatya, Anadolu - Çömlek, Anadolu - Salkım Söğüt, Anadolu-Otağ, Anadolu - Yas, Anadolu-Öncül, Anadolu - Taş" gibi bir kısmını örneklediğim konuların açılımlarının yapılarak işlendiğini görmekteyiz. Devamında ikinci bölümde, on adımda Anadolu, daha farklı bir perspektiften ele alınıp işlenmektedir. Üçüncü bölüm, önceki bölümlere bir ekleme hüviyetindedir. Dördüncü bölümde yazar, "albatros, Sümela, ateş ve barut" gibi Anadolu’nun eski zaman hikâyelerine bir yolculuk yapmaktadır. Beşinci bölüm de "Anadolu- Oğul Veren Kovanlar" yazısıyla adeta bir özet ve bir final yapılmaktadır. Altıncı son bölümde ise yazar, kendi sezgilerini, bakışını, ruh çözümlemelerini görmekteyiz. Bu son bölüme daha çok serbest tarzda yazılmış yazılar desek de yeridir.
Yazarın yazım biçeminin ve konu anlatımının görülebilmesi adına kitapta yer alan ilk bölüm ve son bölüm yazılarından birer tanesini buraya taşımak istiyorum izninizle. "Yüz Adımda Yeryüsü Serisi 2: Anadolu - Salkım Söğüt" yazısı şu şekildedir. "...duvar saatlerinin dili var söğüt ağaçlarında, ne zaman bir seyri işgal etse gönlüm, bir dere çizer karşı yakaya, aklım takılıp kalır dere kenarlarında salkım salkım sallanan söğüt ağaçlarına, o zaman bir sedirde yeşil bir uykuydu çocuk gözlerim, uyurdum, bir güneş de benimle uyurdu; uykusu çözülmemiş bir dilde, saat de duvar da onundu..." (sayfa 55) "Mesafemiz Ne Kadar" son bölüm yazısının içeriği ise şu şekildedir. "...mesafemiz beş taş oynayan çocukların ölçü taşları kadar, uçan demirlerin havaya bıraktığı iz kadar; bir ağ atıyorsun olanların üstüne, hâkimiyetin rüzgârda toz, rüzgârda kül kadar: bir fındık ağacına tırmanan acı su sisleri ufku tutmadan boğazımda düğümlenen söz kadar; bütün tülleri geçtik, mesafemiz yine aramızdan çekilmeyen tül kadar, göğe doğru yükselen öğün kadar..." (sayfa 173)
Son tahlilde, bilinç giyindirilmiş bir Anadoluluk portresi çıkıyor ortaya. Okurun zihnini açacak şekilde çok boyutlu yaklaşımlarla konu irdeleniyor. Daha çok sofistike nüveler barındırılmaktadır satırlarda. Tabi ki de bu hikemî tarzda ki bir anlatımla ele alınmaktadır. Hakikati ıskalamayan bir surette portreleniyor bu olgu. Yazarın duyumsamalarıyla beraber, hüzün ağrısı ve huzur duasını da görmekteyiz. Bu gün tevarüs etmiş bu kadim kültür ve medeniyetin aktarıcıları olarak bizlere büyük sorumluluklar düşmektedir. Ayrıca gelecekte Anadolu yeni yeni yüzlerle ve yeni yaklaşımlara mülaki olacaktır. Bulunduğumuz coğrafyanın, iklimin taşıdığı, barındırdığı medeniyetlerin ve kültürlerin bir süreği olarak Anadolu mümbitliğini ve ekosistemini yaşamaya ve yaşatmaya devam edecektir. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
12.11.2023
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 122, Ocak 2024
------------------------------
Havanın Gizemi
Duyulara hizmet eder, kokuyu sesi iletir, rüzgâr olup eserek kendisini açık eder hava. Kuvvetli ve kararlı bir elementtir. Havanın görünmezliği, maviliği, enstantanesi, gizemi, büyüsü insanı sarhoş etmektedir. Göğe bakıp sevdayı, aşkı, hayali tatmayan insan yok gibidir. Bundan kelli şairlerin, hayal gücünün zenginliğinin odak noktasında ufuklar, gökyüzü ve mavilikler vardır. “Hava beni sarhoş etti” diyen Emily Dickinson ne güzel söylemiş değil mi? Canın bidayeti için hilkatten bu tarafa hizmetine devam eden havanın güzelliklerine çok şeyler borçlu olmalıyız.
İslam inancımızda hava ve tabiat olaylarının idaresi, Mikail meleğinin üzerindedir. Moğolların, Cengiz Han’ın mavi gökyüzünü kutsal sayması boşuna değildir. Yunan mitolojisinde hava, Zeus’un; rüzgârlar, Poseidon’in oğlu Aeolus’un kontrolündedir. Paracelsus’a göre hava ve gök, semada yaşayan bir hava perisinin kontrolündedir. Japonlar için rüzgâr, Kamikaze olarak bilinir. Altıncı ve yedinci yüzyılda o zamanın Persleri, ilk rüzgâr değirmenlerini kullanmaya başlamışlardır. Aristoteles’in dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) tespitinin yanında Müslüman bilim insanlarından Câbir, Bîrûnî, Kindî, Zekariyâ el-Râzî, İbnî Sînâ gibi değerlerin çalışmalarını hatırlamamız gerekiyor. Bunlar gibi hava ve parametrelerinin değer bulduğu daha çok örnek verilebilir.
Her inanışta her değerde, göklerin melekûtunun bir kutsiyeti vardır. Öyle ki “farklı annelerden doğan aynı semanın çocuklarıyız” türünden tanımlamaları yapanlar olmuştur. Evlere ve gönüllerin içerisine göğün dolması hep arzulanır. Hava ve atmosfer, dünyayı ve dünyanın müdavimlerinin üzerini kalın bir battaniye gibi örtüp korumaktadır. Yani gökyüzünün, evsizlerin yorganı ve çatısı olmasının değeri yadsınamaz. Bu arada hava, taşıdığı güneş ışığını ve sıcaklığını bir kalorifer gibi canlılara ikram etmektedir. Bir nevi en iyi besleyici olarak görev yapmaktadır. Gaz kokusu, yemek kokusu ve nice kokular, hava içerisinde yolunu alıp insan ve diğer canlılara haberini sunmaktadır. Mesela, Marcel Proust’un on beş ciltlik eseri olan “Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde” eserini, ıhlamur çayının kokusundan esinlenerek yazdığı söylenir. Öyle ki bu iletme özelliğiyle aynı su döngüsünde olduğu gibi tam bir bellek oluşturulmaktadır. Dağlardaki hava ile birlikte iç içe yaşayan insanın, dingin yaşamıyla hayata ve doğaya karşı mantıklı, barışık olduğunu söyleyenler olmaktadır. Böylelikle bir güneşli, bir yağmurlu, bir öfkeli, bir ağlak olan hava; bir çocuk gibi her daim yüzümüze gülümsemeye devam etmektedir.
Hava üzerine çalışan birçok bilim dalı vardır. Bunlardan sadece bir tanesine bakalım. “Biyometeoroloji” meteorolojik şartların canlılar üzerinde etkilerini inceleyen bir bilim dalıdır. Soğuk ve sıcak hava kaynaklı kalp krizi, astım, küf ve polenlerin insanlara etkileri gibi birçok alan ilgi alanındadır. Başka bir ifadeyle hava, birçok etmenler ile beraber direkt insanın ruh sağlığına olumlu ve olumsuz cihetleriyle etki etmektedir. Böylelikle meteorolojik şartlar, insanların beden ve ruh sağlığında önemli bir role sahiptir. Sonuçta sağlık dediğimiz olgu, daha çok diriltici bir soluk olarak önümüzde durmaktadır. Olaya başka bir boyuttan bakacak olursak; her şeyde olduğu gibi fazlasınca zarar, kararında fayda olan kıymettedir hava. Nefesin de fayrap yemişliği her hâlükârda bünyeyi sarsacaktır. Mesela kuşların özgürlük alanı sema, belki de kuşların hapsidir, kim bilir. “Patlıcan mevsiminde insanlar azar” türünden kimi tespitler, söz varlığımıza bile dâhil olmuştur. Havanın sıcaklığı, nemi, rüzgârı, durgunluğu gibi türlü çeşit hali canlılar ve tabii ki insanların ruh sağlığı için önem arz etmektedir. Cahit Zarifoğlu’nun “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir” demesi gibi hava, bir şifa, bir deva kaynağıdır. Başka bir örnek olarak, Arapların güzel bir özdeyişi vardır. “Gök ağlamayınca yer gülmez” şeklindedir. Burada bulutta hem yağışın olmasını hem de gök sema ile yerin etkileşimini anlıyoruz.
“Karbon ayak izi”, “küresel düşünüp yerel hareket etme” gibi günümüzün moda tabirlerini de içine alacak şekilde, elimizi kafamızın arasına koyup düşünmemiz gerekiyor. Her şeyde olduğu gibi havayı da kollamamız gerektiğinin farkında olmalıyız. Maalesef biz üstüne üstlük -dalından koparılmış elmaya sen niye çürüyorsun- demekle meşgulüz. Dostumuz, yoldaşımız havaya, suya, toprağa kısacası dünyamıza yaptığımız tahribatlarla beraber kılıcımızı her zaman sinelerinde tutuyoruz. Bu çektiğimiz kılıç, başımıza daha çok işler açacak gözüküyor maalesef. Velhasıl, havayı daha geniş çerçevede dünyamızı korumayı, kaynaklarımızı bilinçli ve tasarruflu kullanmayı, kişiliklerimizin vazgeçilmezlerinden biri yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile.
İlkay Coşkun
10.08.2024
---------------
Meşe Bakkaliyesi
Soğuk bir kış günü, karın yağmakta hiç de ihtiyat etmediği soğuk mevsimlerden geçmektedir. Memuriyete yeni atanan Ahmet, şark görevinin garipliğinin yanında, kültür farklılığının zirvelerini de görmektedir. Bıyıklarında terlememişlik, üzerinde ayrı bir toyluk seremonisi taşımakta. Ergenliği sırtlanan aşk-meşk iştiyakı yanında, yirmili yaşların maaş imkânı dahi bir ferahlık hasretmemiştir. Deveye demişler ki; yokuşu mu seversin yoksa inişi mi? diye. Düzlüğe kıran mı girdi dediği gibi beklentiler hep olumlu cihetlerde yaşanmıyor maalesef. Hayatındaki tercihlerde hep bir ters taraflar hep bir ters gidişler yok değil maalesef bir taraftan.
Doğu Ekspresi ile uzun ve yorucu bir tren yolculuğuydu yaşadığı. Kars’a ulaşmasını şimdilerde yaşasaydı bol bol öz çekimli, kültürlü, coğrafi ve bölgesel bir gezi addedecekti yaşadıklarını ama bu da olmadı maalesef. O yıllardaki tren yolculukları meşakkatli bir o kadar da tadı bölüşmenin güzelliğinde değillerdi. Bu yer değişikliğinde yeni memur Ahmet’in iş arkadaşları vardı var olmasına ama hepsi de kendince buyruk, tarafeyn ve hatta devleteyn gibiydiler. Kendi mecrasında olan Ahmet, dar alanda top koşturan bu tavrıyla hiç kimseyi rahatsız etmeme munisliğini taşımaktaydı. Ahmet’in daha çok olanla yetinmişliği ve insanlarla kavga etmeyecek kadar az teması halinde bir tavrı da vardı elbet. Ayrıca üstüne üstlük dairede keko damgası yiyerek de ötekileştirilmişti. Bütün bu zihinsel yetilerinin kısacık zaman diliminde dumura uğraması ayrı bir netameli konu olmuştu. Böyle zor anlarında bu hissiyatla, rahmetli dedesinin "pancar tarlasında orkide bitmez oğul" sözü sık sık aklını yoklamaktaydı neyse ki.
Yalnızlık, gariplik ve hatta aşksızlık kaylüleye yatırmıştır Ahmet’i. Ne zaman kendi içine doğru yürüse hafakanlar basmaktadır. Susuzluk, kaşgalar, kış boyu sımışkalar, camilerde dualı taşlar, etrafta Terekemeler, Azeri ve Kürt mozaiği derken bu listeyi uzattıkça uzatabiliriz. İşte böyle bir ortamda çıktı bakkal serüveni Ahmet’in. Maaşının önemli bir kısmına ortak ettiği Meşe Mahalle bakkalıdır bu mekân. Hazır müşteriye kavuşan bakkalcı Hasan ve yaşlı babası Şükrü Amca da Ahmet’in yoldaşlığına ortak olmuşlardır. Meşe Bakkalı hem lokantası hem de abur cubur merkezi olmuştur. Hatta engelli ve yaşça kendisinden daha büyük olan Hasan’a yardım eder olmuştu. Müşterilerin istediği kadar beyaz peynirler, helvalar, zeytinler tartıp satış dahi yapmaktadır. Bakkal Hasan ve Şükrü Amca’nın güvenini de kazanmış olmanın verdiği özgüvenle sanki Meşe Bakkalının bir çalışanı oluvermişti. Meşe Bakkalı, hatırı sayılır memura da hizmet vermektedir. Bir nevi bu sosyalleşme alanında giden gelen müşterileri gözlemlemektedir Ahmet. Bakkal camekânından soğukla ve yoğun kar yağışıyla birlikte beyazın galebe hâline dikkat kesilip en çok da Ruslardan kalma taş binalar ilgisini celbetmektedir. Beyazın uyumu ve raks hali gözlerinde oynaşmaktadır adeta.
Ahmet ile Hasan’ın dostluğu karşılıklı oynadıkları oyunlarını da doğurmuştur. Meşe Bakkalında satılan bir elma içerisinde kaç çekirdeğin olduğuna dair bir tahmin oyunudur. Uzak tahmini yapan, yakın tahmini yapana, öğüne göre yine Meşe Bakkaliyesinden karşılanan nevalelerle ikramı içeriyordu. Bir manada yarı kumar denebilecek bir oyun. Ahmet’in yüreği ile hayat şartları arasındaki sosyalliği bu aktiviteler belirlemekteydi. Bekâr olan Hasan’ın, Ahmet’i de yanına alarak kale evlerinden birine eğlenceye gitmeleriyle devam eden bir yoldaşlık hâlidir bu durum. Bu eğlenceler, Hasan ile Ahmet’in yalnızlığına bir yama ile bir gövde gösterisi olmaktaydı. Eğlence sonralarının birinde bir hüzün geçidi yaşandı. Sözün kifayetsiz kaldığı Ahmet’in can arkadaşı, Meşe Bakkalının varisi Hasan’ın dünya yolculuğunun sonuna gelmesiydi. Belki de bedensel engelli hâli ömrünü kısa tutmuştur, kim bilir. Tövbe tövbe! Hayatın süresini belirleyen Allah’a imanımız tamdır. Ölüme yürek germe hâli gibi bir durum da değildir bu. Eşikte, kapının önünde soğuk bir ölümdür. Bu boyut değiştirme hâli hem zamanın üşümelerini yüreğine indirmiş hem de içindeki yalnızlık ulumalarını artırdıkça artırmıştır. Ahmet ne öğrendi bu dünyadan ve ne öğrenecek bu ölümden bilinmez ama zamanın verdikleri ve aldıklarıyla yüzleşip koşabilmesi gerektiğinin farkındadır.
Kars yerlilerinden olan arkadaşı Hasan’ın ifadesiyle “Kars Kalesine bir kez olsun çıkan, hayatının başka bir evresinde Kars’a illa ki bir defa da olsa geri gelir” sözü, Ahmet’in heyecanını ve korkusunu derinleştirmiştir. Böğrü yanık hayatında, gönül seyyahlığı gibi bir durum değildir bu hâl. Olsa olsa yeniden Doğu’ya gidebilirim’in heyecanını ve hatta korkusunu yaşamaktadır. İşte yıllardır batıda tayin bulunan Ahmet’i, Meşe Bakkalı rüyasından uyandıran bu korku, hayatı “zalim felek” telakki etmesinden geliyor olmalı belki de. Meşe Bakkaliyesinde oluşturduğu sığınak ve yakaladığı huzur aşkına uyumaya devam etmektedir tekraren. Ahmet’in, zamanın yek ahenk akışı içerisinde daha çok mazi ve anılarına karşı bu uzun oturuşu, Hasan’ı hatırlayışı ilk kez olmayacaktır.
İlkay Coşkun
06.07.2023
Tastamam ve Şeybişey
İnsan daha çok malum olanı görüyor. Perde gerisinde olan sır daha az görünüyor. Estanteneyi, halukârdayı bu seyreklik kat ve kat değerliyor olmalı. Aşinalıkta sır çözülüyor, giz yok oluyor. Bir gövde gösterisi yapılan şu hayatta, tastamamcı ve garanticidir kimi insanlar ki tıyneti bunu gerektirir. Başka bir cihette de şek ve şüpheye mahal veren muğlaklıkta gel-gitler... Sonunda hayatın kahramanlığını taşıyan bütün karakterler, biri Türk mavisi turkuaz diğeri de dinî sosyallikte bir hayat oluyor. Ağzı dualıdır ikisinin de biri sadece duaya biraz geç geçer, ihtiyarlık da diyelim. Diğeri de birazcık itiraz ehlidir. Dönem dönem kimsesizlikleri olmaktadır elbet ama şükürcüdürler. Vara yoğa muhalefet etmeyi severler. Sanki bir görev hüviyetindedirler. Her ikisinde de doğrucu davutluk yok değil. Mayalarından gelir bütün bunlar besbelli. Ama Allah’ın sanatının üstüne başka bir sanat yoktur anlayışından taviz vermezler.
Biri katıdır diğeri şüpheci. Aksa ak kara ise karadır. Diğeri hep ara renkleri de kollar. Belki ola ki neden ki gibi birçok ihtimali tevarüs eder. Belki de eksi artı gibi, köşe kenar gibi, iç dış gibi tamamlayıcı olmasındandır bunlar. Bir denge hâli. Öznel bir ilişki ağında yani, hayatın tam göbeğinde. Ama her ikisi de kırbaç izlerini taşırlar. Hayat yorgunluğu da denir buna. Kiminin zihninde kiminin belinde. Zulalarında mütebessim çehreler istiflenmiştir. Tastamam kuralcıdır ama pencere ve kapıların hep içeri açılması gibi kuralları yoktur. Birbirlerinden hazzetmez değillerdir. İçleri ve dışları dağınıktır biraz.
Bir eski zaman dervişi değillerdir. Çok bir kitap yalamışlıkları da yok hani. Kızdıkları da neşeleri de olmuştur. Taşıdıkları sadece ağırlık değildir. Avamca sırlanacaklar desek de yeridir. Hayatı çok ciddiye almayı da matah görürler, asıl olan ölümdür bildikleri. Kendinden dışarı yürüyen hikâyesi çok da ağır olmayan zamanlardan geçmiş kişiliklerdir. Fazla ciddiyet, boş verememe biraz da Rodin heykeline dönüşmüşlük hâli. Mükemmeliyetçilik sopasını yutmuş gibidirler bir taraftan.
Belki de hayat, zamanla müdavimini kendine daha da muhkemleştirip tik oluşturuyor olmalı. Her lafı getiremediğinde şey, hım, şeybişey gibi çokça takıntı buluyor kendine. Birazını yaşına yorsan da kalanına ne demeli. Herkesin pazarda sergilediği bir meziyeti var ama pazarda müşteriler hep türlü türlü nedense. Bu hayatlar işte Tastamam Osman ile Şeybişey Hüsnü’nün içine tik kaçmış hikâyesi olmalı.
İlkay Coşkun
23.07.2023
“Cansız” Kitabında Canlı Bir Anlatım
“Cansız” Yazar Sinan Ayhan’ın yeni bir anlatımla yola çıktığı, bulduğu yöntemi denediği, şaşırtıcı yeni bir romanı. Yazar, giriş yazısında bu anlatımını “bir anti-roman tarzı” olarak mütalaa etmektedir. En azından bazı yazarların has görevi olarak görülen, farklı anlatım tarzlarını bulmaları, denemeleri ve geliştirmelerine yönelik önemli vurguları taşımaktadır. Bunu da yazarın “bileği metni” * kuramının bir alt versiyonu olarak da görmemiz mümkün. Gerek giriş yazısında gerekse de son bölüm yazısında “Cansız” ifadesinin mahiyeti, yazarın ‘cansız’a bakışının kritiği etrafında kümelenmiş gözüküyor. Yazar farklı söyleyiş, farklı tarz ve buluşlara yönelik hemdert bir ortaklığı taşımaktadır desek yeridir.
‘Cansız’ romanının ana omurgası farklı bir tarzda inşa edilmiş, ‘otobüs’ kurgusunu ve bununla ilintili olarak bilgi toplama evresini içermektedir. İlginç bu otobüs metaforu ve serüveni, kitap okununca ancak daha ziyadesiyle anlaşılacaktır. Romanın ayrıntılarına değinecek olursak; yazıların ilk bölümü, “Yırtık”, “doğum”, “sınır”, “yayılma”, “sancı”, “okuma, yazma”, “dağılım/ oranlama” şeklinde yedi bölümde tasniflenmiş gözüküyor. Yazıların içeriğinde, anlatımların devamında verilen kelimelerin gerek gerçek anlamları üzerinden gerekse de yazarın muazenesi perspektifinden kelimelere içten bir bakışla yaklaşılmaktadır. Yer yer de yazar bazı kelimelere anlamlarının dışında apayrı anlamlar da yüklemektedir. Bunların birkaçını da olsa burada örneklendirelim. “Irmak” kelimesinin ismini şu şekilde tanımlar yazar. “Irmak: Üzerine köprü kurulabilen beş duyuda akıcı madde”. Başka bir kelime, “Hoşgörü: Kötünün içine işlemiş ak damla”, “Kravat: Resmi tavır... Memur bayrağı”, “Bıçak: Kesmek için eğitilmiş demir”, “Önsöz: Kasıntı repliği; bir yazının mimik göstermesi, tavır takınması”. Bunun gibi kelimelere daha çok bilinen anlamları ve işlevleri üzerinden ve yazara özgü bir tanımlama bütünlüğünde yaklaşıldığını söyleyebiliriz. Bunlarla beraber bazı kelimeleri, yazarın kendi türetmiş olduğunu ve bambaşka anlamlar yükleyerek yeni kavramlara ulaşmaya çalışmış olduğunu da söylemek mümkün. “Süpü, Vatka, Karartama, Perendeler” gibi birçok kelimede bu durumu görmekteyiz. Bahsi geçen bütün bu kelime ve kavramlar ‘bilgi toplama evresini’ oluşturmaktadır.
Yazar Sinan Ayhan yeni buluşları ve yeni yazma denemeleriyle, farklı bakışları ve melez yaklaşım tarzlarıyla okura farklı pencereler açmaya devam etmektedir. İlginç ve farklı olan bu tarz; okuru içerisine alarak yazılanlara alıştırmakta ve kanıtsatmaktadır adeta. Kelimeler ve anlamları üzerinden farklı ırmaklara yol vermektedir. Yazarın başka bir tespiti de şu şekildedir: “Alışveriş yaparken ne kadar düğmeli giysi aldığınıza bir bakın eğer düğmeleri olmayan giysiler almışsanız sizin hiçbir şeyle bağınız olamaz, hiçbir gölgenin altında kalamazsınız, o halde siz mutlaka su katılmamış bir bohemsiniz”. Ne kadar farklı bir bakış açısı ve okuru durup düşünmeye iten satırlar, değil mi?
Yazar Sinan Ayhan’ın yazdıklarını, sorumlu ve yapıcı bir boyutta, yaşadığı çağın kalıplarına kafa tutar bir anlayışta görebiliriz. Daha çok izi sürülecek ve buluşları olan şair ve yazarlardan olacak gözüküyor. Hz. Mevlana’nın dediği gibi; “Her gün bir yerden göçmek ne iyi, bulanmadan donmadan akmak ne hoş, her gün bir yere konmak ne güzel. Dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar laf varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünün canlı bir örneği desek Yazar Sinan Ayhan’ın yazdıklarına, yeridir. Bilgileneceğimiz, buluşlara, yeni tarzlara şahit olacağımız, yer yer şaşkınlık yaşayacağımız ve okudukça kanıksayacağımız ve elbette zamanla anlayacağımız Sinan Ayhan kitabını okumaya buyurunuz efendim. İyi okumalar.
* Çakmak taşı, bileği taşı neyse; kelime ve anlam dünyasında bir izdüşüm olarak “Bileği Metni” de o… Yani bıçak bileniyorsa, metni bileyen bir şey, bir hal, bir düşünce, bir tarz, bir tür de olabilir… Çakmak taşı ateş yakıyorsa, bu tarzın metni de ateş yakma, kalplerde kor olma aracı olabilir… Rimbaud’ya göre o hal, “ateş hırsızlığıdır…” Aşka sürtünen aşk olsun, metne sürtünen o sırlar içinde o metin olsun…
-------------
“Benim Adım Süheyb” Filistin Üzerine Bir Gençlik Romanı
"Benim Adım Süheyb" Yazar Halit Yıldırım’ın, Filistin’de yaşanan insanlık dışı olaylar kapsamında -bir gençlik romanı- mottosuyla yayın hayatına dâhil ettiği eseri. 2024 tarihinde, Yafes Kitap etiketiyle okurlarıyla buluşturulmuş. İki yüz yirmi dört sayfa hacmindedir. Dikkatimi en çok celp eden şey, roman dili ve anlatımının merak duygusunu hep canlı ve diri tutmasıdır. Anlatımda verilen her bir esrar aynı oranda çözümleme aşkınlığına taşındığını da söyleyebilirim.
Geleneğimizde de olan münazara uygulamasını romanın ana omurgasından birisini oluşturmaktadır. Futbol ve okçuluk diğer bir ana tema hüviyetindedir. Roman başkahramanı gencin, isim benzerliği üzerinden, Hz. Süheyb güzergâhında da bir yol alınmaktadır. Hz. Süheyb ile beraber Filistin ve Araplar konusuyla beraber daha geniş anlamda Müslümanların meselelerine dikkat çekilmektedir. Filistin ve Araplar üzerinden daha çokta Müslümanlara yönelik kimi iftiralara varan, yanlış muharref anlayışlara karşı cevaplar verilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Bir nevi roman tekniği ile maneviyat ve uhreviyat üzerinden de yol alındığına da şahitlik ediyoruz.
Süheyb, İstanbul’da ailesiyle beraber yaşayan Bafralı bir gençtir. Bir üniversitenin tarih bölümünde okumaktadır. Ayrıca futbol oynamakta ve okçuluğa ilgi duymaktadır. Futbol turnuvası vesilesiyle İstanbul’dan Çorum’a gelmesiyle roman apayrı noktalara taşınmaktadır. Süheyb-i Rûmî isimli Sahabenin Çorum’da medfun olması ve görülen rüyalar genç Süheyb’i heyecanlandırmaktadır. Süheyb’in yıllar önce anne ve babasının da yolunun Çorum’a düşmüş olduğunu öğrenmesiyle beraber roman daha da heyecan taşımaktadır. Süheyb’i "Tekke çocuğu” olarak nitelendiren annesinin Çorum’daki büyük sırrı nedir? Nilsu arkadaşının Süheyb’i Arap ismi olması sebebiyle istememesinin gerekçeleri nelerdir? Süheyb ismi yerine Süha ya da Suphi isimlerini neden önermektedir? Süheyb ismi üzerinden Arap ve Müslüman karşıtlığı yapılmasıyla devam eden serüven hangi noktalara taşınacaktır?
Roman başkahramanı Süheyb’in yanında romanda geçen diğer isimlere bir bakacak olursak; Süheyb’in on sene önce kaybetmiş olduğu babası Sinan Bey, annesi Selma Hanım, babaannesi Hasibe Hanım, dedeleri Laz Ahmet ve Hacı Hasan Efendi, halası Ayşe Hanım, arkadaşları Çorumlu olan Zeynep, diğer arkadaşı Nilsu, okçuluk hocası Esra Hanım, kantinci Hayri abi, Ferguson Tarık, Hıdırlık cami imamı Emir Efendi, Tarık abi, Kemal Bey, Ethem Erkoç Hoca, Aylin, Ömer, Yücel" gibi isimlerin öncelikli olarak sıralayabilirim. Ayrıca ilginç bir şekilde romanın yazarı Halit Yıldırım, eşi Nurhan Hanım, Yazar Nuray Alper ve Turhan Candan Bey gibi kimi isimlerin romana dâhil edilmesini söyleyebilirim. Romanda, Çorum’a dair çok özelliği de öğreniyoruz. Çorum leblebisine aşinalığımız var ama Çorum’un bir de zahter çayı vardır. Çoruminia, Hattuşa Boğazkale gibi yerleri de bunlara dâhil edebiliriz.
Genç Süheyb’in, Süheyb isminin ne anlama geldiğine dair bir ödev hazırlamasıyla devam eden bir süreç yaşanmaktadır. Daha da önemlisi, karşıt fikirlerde olan Zeynep ile Nilsu arkadaşların, Filistin konusuyla alakalı okul içerisinde bir münazaraya tutuşmalarıyla devam edecek haraketli zamanlardır bunlar. Son yaşanan Filistin zulmüyle beraber ülkemizin, Filistin’i desteklemesi veya desteklememesi fikriyatları doğmuştur. Müslümanlar arasında birlik oluşturma anlayışı ile Müslümanlık adına Araplaşma temayülüne dur demek isteyen diğer anlayışın karşılıklı bir münazarası desek de yeridir. Ülkemizdeki kimi çevrelerin, Türkistan’daki zulme bigâne kaldıkları gibi birçok konuya da açıklık getirilmeye çalışılmaktadır. Daha genel anlamda roman tekniği üzerinden dünya Müslümanlarının önemli bir bölümüne münhasır sıkıntılar işlenmektedir. Ama şu bir gerçek ki romanda da anlatılan her çağın zorluklarına rağmen her Müslüman hiss-i adavet taşımamaktadır.1492 yılında gemilerle İspanya’dan Anadolu’ya getirilip kurtarılan Yahudiler bunun en güzel örneğinden birisi olsa gerek. Açılması gereken bir parantez ise, insanımızda ki marazi merhametin bazen başımıza büyük işlerde açmasıdır.
Çorum, Hıdırlık mevkiinde mezarları veya makamları bulunan Süheyb-i Rûmî Hazretleri, Ubeyd-i Gazi, Kereb-i Gazi, Yusuf-u Bahri, Abbas Kûlâhî gibi değişik zamanlarda yaşamış ve mezarları bulunan zatlar hakkında bazı bilgilerin de romanda yer aldığını görmekteyiz. Süheyb’i Rûmî Hazretlerinin İslam’la şereflenen 37. Müslüman olduğunu öğreniyoruz. Bazı rivayetlerde Süheyb Hazretlerinin, İstanbul kuşatması dönüşünde Çorum önlerinde Bizanslılar tarafından şehit edildiğini ve Çorum’a defnedildiği söylenmektedir. Başka bazı kaynaklarda ise mezarının Medine’de olduğu, Çorum’da sadece makamının olduğu yönündedir. Ayrıca Süheyb isimli sahabe üzerinden gerek yaşadığı dönem gerekse de Filistin ve Übülle şehri özelinde bağ kurularak roman farklı mecralara taşınmaktadır. Merak duygusunu fazla törpülememe adına bu bölümleri kısa ve özet geçiyorum izninizle.
Roman anlatımlarında yaşanmış bazı tarihi vakalar üzerinden de fikirler serdedilmektedir. Bunların bir kısmı şu şekildedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mısır’da on beş bin askerimizin gözlerini kör edenlerin Araplar değil, İngilizler ve İngiliz ordusunda ki Ermeniler olduğu vurgusudur. Bu konu ayrıntılı bir şekilde masaya yatırılmaktadır. Bunun yanında Osmanlıya isyan ettiği söylenen beş bin Arap askerin durumu, 1916 Kût’ül Amare Kuşatması, İngilizlerin, Arabistan Krallığı vaadine kapılan Şerif Hüseyin ile bu günkü yansımaları, tarihteki Nili örgütü ve liderleri Nili Sarah, 14 Mayıs 1948 de kurulan İsrail devleti ve devamında yaşanan süreçler, Araplar üzerinden yapılmaya çalışılan İslam düşmanlığı gibi birçok konuya değinilmektedir. Filistin üzerine son yaşadığımız İsrail zulmünü de içine alacak şekilde konu etraflıca ele alınmaktadır. Filistin’in sözde Ermeni soykırımını tanıdığı, Ermeni tehciri üzerine pul bastırdığı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tanımadığı, Doğu Türkistan’da Uygurlara yönelik zulme kayıtsız kaldıkları gibi pek çok konuda eleştiriler yapılmaktadır. Bu roman vasıtasıyla, bütün bu eleştirilere teker teker cevaplar verilmektedir.
Roman başkahramanı Süheyb’in ilgi alanı olan futbol ve okçulukla alakalı bilgilendirici ve doyurucu anlatımlarla da yol alınmaktadır. Romanda okçuluk üzerine teorik birçok bilgininde verildiğini görmekteyiz. Bunların bir kısmı şu şekildedir. "Okçu demek kemankeş demektir. "keman" yay çeken demek, "keş"te çeken anlamına gelmektedir", “Yay yapan ustalara kemanger, ok yapanlara tirger denmektedir”, “Okun ucundaki demire temren denir. Kirişin yaya bağlandığı yerlere toz denir. Eğer kemankeş, yayı kuvvetli çekip tozu koparırsa buna da tozkoparan denmektedir. Okçuların piri, Sahabelerden Sa’d b. Ebi Vakkas olarak bilinir" gibi pek çok bilgiler verilmektedir.
Son tahlilde, büyük bir dilemmanın içerisinde olan insanlığa karşı biz Müslümanların sözünün ve katkısının gerekliliği daha çok hissedilmektedir. Başka bir taraftan bu anlatımlarla Türk-İslam medeniyetinin ve Müslüman hassasiyetinin felsefesinin yol ve yöntemlerini de taşımaktadır. Başka bir ifadeyle roman, Türk Müslüman felsefesince yol almaktadır desek yanlış olmaz. Günümüzde yaşanılan bütün dilemma ve sarmal hallerin karşısında sloganik olmadan, suya sabuna dokunarak gerçekçi katkıları sunabilmenin en doğru hareket olacağı vurgusudur. Bu durum biz Müslümanlara mütemadi bir mücadele ve gayret halini gerekli kılmaktadır. Öyle ki hakikate muttali olan Müslüman, doğruluk ve sıratı müstakim üzerine itminana böylelikle erebilecektir. Bu vurgularla beraber, bu güzel romanı başta gençler olmak üzere güncel ve tarihi konulara meraklı bütün okurlara tavsiye ederim. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
18.04.2024
-------------
“Ardıç Kuşu” Öykülerinin Anlattıkları
“Ardıç Kuşu” Yazar Süheyla Karaca Hanönü’nün Şubat 2024 tarihinde, Okur Kitaplığı etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu “Karaca Gözü” kitabından sonraki ikinci öykü kitabıdır. Yüz üç sayfa hacmindeki eserde on dokuz öykü yer almaktadır. Öykülerin geneli iki-üç kitap sayfası hacminde olsa da on altı sayfa olan uzun öyküleri de yer almaktadır. “Öykünün kısası hasta ziyareti gibi makbuldür” (s. 10) sözüyle, yazarın genellikle kısa öyküleri tercih ettiğini anlıyoruz.
“Her çocuğun hikâyesi bir anne ile başlar” girizgâh cümlesiyle bir nevi mottosunu yazmış yazar. İlk öyküsünü burada yazmış gibi. Yazının devamı şu şekildedir. “…Dedem üşenmiş anneme kimlik çıkarmaya ve anneme ölen ablasının kimliğini vermişler. O yüzden annemin kimlikteki ismi kifayet’tir. İşte bu bile başlı başına bir hikâyedir”
Kitapta yer alan öykülerin, iki ana omurga üzerine inşa edildiğini görmekteyiz. Birincisi kitabın ismi olan, “Ardıç Kuşu”ndan anlaşılacağı üzere, kimi kuşlara yönelik öyküleri söyleyebiliriz. “Ardıç Sesi, Kumrular Gibi, Kava ile Jako” (Jako bu arada papağan ismi), Kanatları mı Yok Ebabillerin? Güvercin Kanadı, Kuş Kalbi” gibi öyküleri sıralayabiliriz. Puhu kuşu, kırlangıç, baykuş gibi diğer kuş türleriyle bu listeyi daha da çoğaltabiliriz. Burada daha çok kuşların çağrıştırdığı özgürlük, hürriyet gibi değerlerle birlikte canlıya, insana yönelik birçok değerin öncelendiğini görmekteyiz. Öyküleri oluşturan diğer bir sacayağı ise gündelik sıradan yaşantılardan alıntılanmış olmasıdır. Bunu daha çok “Lekesiz Gömlek”, “Çerçeve”, “Enginar”, “Baza İçi”, “Halamın Koltukları” gibi öykülerinde görmekteyiz. Bu iki omurganın da birbiriyle uyumlu bir şekilde mecz edildiğini görmekteyiz.
Öykülerin büyük bir kısmı anıların ve çevrede gözlemlenen yaşanmışlıklardan temellük ettiğini söyleyebiliriz. Başka bir cihette öykülerde daha ziyade pozitif bir bakış hali uç veriyor desek yanlış olmaz. Başka bir ifadeyle insanlıktan, kadınlıktan ve öğretmenlikten mülhem duyarlı sezgisel bütünlüğü olan öyküler okudum diyebilirim. Semantik olarak kuşlar üzerinden özgürlük ve bağımsızlık vurgulanıyor. Basit, sıradan hayatlar, yaşamlar üzerinden de dünyanın geçiciliği ve mutluluğun basit şeylerde aranması gerektiği vurgulanıyor olmalı. Ayrıca hayatın merkeze alındığı öyküler de diyebiliriz.
Okuduğum kitaplardan ne öğrendiğimin kritiğini de yaparım zaman zaman. Bu kitapta da “Kava İle Jako” öyküsünde Elektra ve Oidipus kompleksi geçmektedir ve bunlar bir araya gelince de yaraların sarılabileceğinden bahsedilmektedir. Ben, bu araştırmamı yaptım. Bu iki terimin izi sürülerek anlatım derinlemesine irdelenebilir.
Öykülerdeki kahramanlara ve yer alan isimlere şöyle bir göz atacak olursak; “Zeynep Kadın, Metin Bey, Sinem, Asiye, Olga, Hasibe, Âdem, Oruç Baba, Etkin Hala, Didem, Engin, Zilan, Arif, Veysi Efendi, Şehmuz, Tilki İbrahim, Mehmet, Abdussabur, Ahfaz, Akmer, Ecrin, Acer, İsmail, Aras, Berat, Terlan Nine, Kürşat, Fargo, Hilmi Abi, Hamdullah, Göy Göz Ali, Baltacı Ali, Ayı Mehmet, Seriye Nene” gibi bir kısmını sıralayabilirim. Öykülerde geçen yer isimlerinin bir kısmı da şu şekildedir; “Kelkit Çayı, Mardin, Urfa, Kars, Trakya ve Bangkok güvercinleri, Kudüs, Bakü’den esen rüzgâr, İran’dan gelen türbe kokusu, Karakoyun’un koç başlı mezarları, Aras Nehri, bir tarafta Ermenistan, İpek Yolu güzergâhı, Kudüs ninnileri” gibi bir çok yer geçmekte ve göndermelerde bulunulmaktadır.
Öyküler içerisinde anlamlı güzel mesajlarla, tespitlerle karşılaşıyoruz. Bunların bir kısmı yazara özgü, bir kısmı da yazarın alıntıladıklarından oluşmaktadır. Örneklendirecek olursam; “Bir erkeği tanımanın en iyi yolu onu trafikte araç sürerken gözlemlemektir” (s. 18), “Doğru olup ok gibi uzağa fırlatılırken, eğri olan yay elde kalıyor” (s. 21), “Lezzetli enginarların kalbi olduğunu öğrendim. Evet, kalbi olan bir bitkiydi enginar” (s. 28), “Buzdolabının üzerine sevdiklerinizin fotoğraflarını yapıştırmayın, bu durum ilişkilerinizi soğutur” (s. 33), “Sakın ola ki yattığınız yatağın bazasını çok doldurmayın hele ki kitap hiç koymayın” (s. 33) Nedenini kitaptan okuyabilirsiniz. “Kitaplar sadece okunmak için değil birlikte yaşamak için de alınır” (s. 34), “Eğer evinizin bir yerlerinde kapı arkasına ya da gümüşlük arkasına saklanmış halınız varsa fakirsiniz” (s. 34), “Süpermen Türk olsa pelerinini halası bağlar” (s. 40) Bunun sebepleri de kitapta. “Bir evde anne mutsuzsa herkes mutsuz olur. Bir evde anne mutluysa evde herkes mutlu olur” (s. 85) Bu örneklemeleri kimi alıntılar üzerinden de yapmaktadır yazar. Oğuz Atay, Cemal Süreya, Attila İlhan gibi kimi değerlerden alıntılar yapılmaktadır. Mesela Oğuz Atay’dan alıntılanan söz şu şekildedir. “Gömleğinin tüm düğmelerini yanlış iliklemek gibi bazı insanları sevmek. En başından beri yanlış yaptığını sonuna gelmeden anlayamıyor insan” (s. 17) Cemal Süreya şiirinin bir mısrası şöyle yer almaktadır. “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyor” (s. 41) Bu örnekleri daha da artırabiliriz ama şimdilik bunlarla kifayet etmiş olalım.
Gelinip gidilen bu hayatta zaman, teker teker bütün kalplere gömülecektir. -Bu dünya ha geçti geçecek- dediğimiz kuş uçumu zamanları yaşıyoruz. Sonuçta zaman bütün sesleri süpürecektir. Nâbi’nin tabiata, kuşlara ve bütün bileşenlerine hikmet nazarıyla bir kitap olarak bakması gibi bu öykülerde de yazar; hayatı, kitabına sığdırmaya çalışmaktadır. Mutluluk kırıntılarıyla beraber yutkunma ve kan kusup kızılcık şerbeti içmeler de yaşanmaktadır. Sonuçta insan hem hüzünlerine bulanır hem de acılarını dilsiz yaşar değil mi?
Öykülerde kadim kültürümüz ve klasikleşmiş değerlerimiz üzerinden de anlatımın zenginleştirildiğini görmekteyiz. Öykülerde gönderme yapılan kimi hadiselere ve isimlere bir bakacak olursak; “Hz. İsmail’in yerine kesilen koç, Hz. Yunus’u yutan balık, Hz. Süleyman’ın karıncaları, Belkıs’ın hüthüt kuşu, Ashâb’ı Kehf’in Kıtmir isimli köpeği, Peygamber Efendimizin Kusva isimli devesi, Zekeriya’nın girdiği kovuk, Mamud denilen büyük fil, Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma girişimi, Ebabil kuşları hadisesi” gibi bir kısmını buraya taşıyabilirim. Bunlarla birlikte antik çağ dönemi olay ve kimi kahramanlarına da göndermelerde bulunulmaktadır. “Babil’in Asma Bahçeleri ve Zeus ile Cynara’nın aşkı gibi. “Zeus, Poseidon’a gittiğinde Cynara’ya âşık olur. Onu tanrıça ilan eder. Birlikte yaşamaları için evine götürür. Olimpos’ta mutlu bir şekilde yaşarlarken Cynara ailesini çok özlediği için Zeus’tan izin almadan ailesini görmeye gider. Bu duruma çok öfkelenen Zeus, Cynara’nın kalbini enginara dönüştürür…” (S. 28) Ve bu şekilde hikâye devam eder. Devamını kitaptan okuyabilirsiniz.
Son tahlilde kadim kültürümüz ve medeniyetimizden mayalanmış güzel öyküler okudum. Nietzsche’nin dediği gibi “Hayatın bize adadığını, biz de hayata saklarız” türündeki bir duygudaşlıkta konular ele alınıp işlenmektedir. Yazar Sadık Yalsızuçanlar’ın arka kapak yazısında söylediği gibi biz de samimi, sıcak, gerçekçi, gönülde melal, hem gelenekten beslenen hem de modern görünür yanlarının konu edinildiği güzel öyküler okuduk. Daha çok da rotanın kalbe çevrildiği ve kalpte tutulduğu bir anlatım naifliğince yol alınmaktadır. Başka bir ifadeyle, nazenin ve vakarlığın önde olduğu bir samimiyetle yol alınmaktadır desek yeridir. Okunmasını ehemmiyetle tavsiye ederim. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
03.05.2024
-----------------------
“Yaralı Ağaç Kabukları” Şiirlerinde Aşk, Hüzün ve Umut
"Yaralı Ağaç Kabukları" Şair Fatih Tezce’nin, Çıra Kültür etiketiyle, Kasım 2023’te okurlarıyla buluşturduğu ikinci şiir kitabıdır. Dört bölüm, yetmiş sayfa hacminde ve kırk beş şiirden oluşmaktadır. Şair; kitabın ilk bölümünü eşine, ikinci bölümünü kızına, üçüncü bölümünü oğluna ve dördüncü bölümünü de kendisine atfen yazdığını anlıyoruz. Bu bölümler de şair kendisini, “kar ve kır”a, oğlunu “kavak yeli”ne, kızını “kelebeğin kanadında büyüyen”e, eşini de “terminallerde unutulan fotoğraflar”a benzetmektedir.
Arka kapak yazısında da belirtildiği gibi şair, yetmişlerin sonu ile seksenlerin başında çocukluğunu yaşamıştır. Kendisini şehir yalnızlığında büyütülmüş bir çocuk olarak görmektedir. Seksen ihtilali ile sağ ve sol kavgalarının gölgesinde çocukluğunu geçirmiştir. Duvarlarda kırmızı ve yeşil renklerde yazılmış yazılar havsalasında yer edinmiştir. Bir de yüreğini yaralayacak şekilde ağaçlara ve banklara kazınmış olan isimler kalmıştır. Ağaç gövdelerine isimleri kazımak, duvarlara yazılar yazmak, bankları karalamak bir zamanların hataları olarak önümüzde duruyor maalesef.
Şiirlerde kırılganlıklarla, özlemlerle beraber aşk ve sevgi; duygulu bir anlatımla kendisini hissettiriyor. Bu duygulu anlatım daha çok tabiat ve şehir olgusu üzerinden nakşediliyor. Şiirler, hem öznel hem de kolektif bakışın izlerini taşıyor. Bu bağlamda anlatımda sabit kadem bir dil kendisini hissettiriyor. Şiirlerde yer edinmiş tema ve adlandırmalara bir göz atacak olursak; "Ağaçlar, söğüt, ahlat ağacı, incir ağacı, meşe ağacı, çınar, kestane, orman, mısır, toprak, gül, kuşlar, kelebek, leylek, nehir, deniz, martılar, kırlangıç, serçe, güneş, ay, atlar, çiçekler, ayçiçeği, apartman, sokak, ev, şehir, anne, çocuk, aile" gibi ifadeleri en belirginleri olarak sıralayabilirim. Şehir, çocuk ve tabiatı en güzel “İncir Ağacı” şiirinde anlatmış şair. Şiirin bir bölümü şu şekildedir. “…Kentlerin gölgesinde şişirilen/ insanlardık biraz/ aslında/ denizlerine dolgu yapılmış/ büyükşehir belediye/ yalnızlığıyız/ biraz da…” (s. 12) Ama her şeye rağmen “Bu şehre uzaklardan girerdi vefalı bulutlar” (s. 9), “Uyandırır bulutlar göç yolundan şehirleri” (s. 66) gibi bölümlerle konu daha pozitif cihetlerle ele alınmaktadır.
Hani hep deriz ya -yarası olmayanın ne şiiri olur ne de hikâyesi olur- diye. Başka bir ifadeyle dünya, tabiat, insanlar ve sokaklar hikâyelerle dolu olduğu kadar şiirlerle de yoldaşlık yapmaktadır. Her ne kadar zaman içerisinde yaralar kabuk bağlasa da şiirleri de hikâyeleri de yanlarında taşınmaktadır. Hüzünlerle, acılarla, savaşlarla yoğrulan insanlığın yanında gün gelecek denî dünyanın da vadesi yetecektir. İnsanların tokluğunun tartmasının zorluğunun yanında acılara, hüzünlere şiir olunmanın daha da çok önemli bir vakıa olduğu, önümüzde duruyor maalesef.
En çok beğendiğim mısralardan bir potpori sunacak olursam; “…Çivi gibi batıyor dünya/ sağa sola dönünce ben/ baksam şimdi güneşe doğru/ pencereye düşen ışık da sen…” (s. 13), “Çiçekli gömleğini her giyişinde toprak/ rüyalarımın içinden sen geçerdin/ geçerdin de haberim olmazdı/ ben vaktinde uyumuş dağları izlerdim…” (s. 19), “Uzadıkça binalar/ alçalıyor insan/ toprak seviyeli/ mahalle kayıtsız/ uykular göçmen/ arandım bulunamadım/ her duvarda aynı tırnak izim…” (s. 26) son olarak “Göç” şiirinden bir bölüm paylaşmak istiyorum. “…Ne kadar sesim varsa/ toplamıştım ağzıma/ ve ne kadar yolum varsa/ almıştım önüme…” (s. 28)
Şair, çocukluğu çiçek desenli koşmalar olarak görmektedir. Tabiatı da içini okuyan aynalar gibi gördüğünü söylesek çok da yanlış olmaz. Bir taraftan da aklında kalan çocukluğunda, ağaçlar hep yaralanmıştır. Tabiî ki de ağaçları yaralamak gibi yanlış hareketlere bakarak herkesi aynı kefeye koymak enseyi karartmak da doğru değildir. Bu durumu, kitaba isim olmuş olan “Yaralı Ağaç Kabukları” şiirinin bir bölümünde şöyle anlatır; “Elma bahçeleri yalnız kalmış bir hüzün/ ay çiçeği yangını sarışın girmiş eylüle/ ağaç kabuklarını yaralamışlar/ bir sürü isimle” (s. 43) Bu yaralanmalar şairin yüreğinde derin yaralar açmıştır. Ama yine de pozitif düşünceyi kaybetmez. “…Kimse bilmiyor işte/ aslına dönecek insan/ kıyısında oturan ağacı/ sevdikçe” (s. 36)
Günümüzde ne yazık ki tabiattan uzakta gri bir ortamda, şehirler de yaşıyoruz ve daha çok buralarda şiirler yazıyoruz. Bu dağdağalı, heyulalı zamanlarda toprağa, tabiata, doğallığa daha çok ihtiyacımız olmaktadır. Bu grilikler içerisinde Kafka’nın dediği gibi “Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı” durumlarını yaşamıyor da değiliz. Tabiat sevgisinin yanında sokaklar, apartmanlar üzerinden şehir vurgusu yapılmaktadır. Bu noktalarda şehirle tabiatı birlikte anma tahayyülünde bulunmaktadır. Sonuçta şiirin şah damarı olan özgürlük daha çok tabiatta yaşanmaktadır. Şairin geri planda vurguladığı diğer bir olgu da tabiatın, çevrenin genel anlamda dünyamızın bizlere geçici olarak, bir süreliğine temlik edildiğinin vurgusu olmasıdır. Bu durum da nisyan ve ünsiyet üzerine olan insanlık için büyük dersler taşımaktadır.
Son tahlilde şair, çocukluğunu ve bu günün şehir hayatını içine alacak şekilde aşkı işlemektedir. Yaşanılan zorluklarla, hüzünlerle beraber dilhûn olmaktadır. Anlatımı abartısız dingin, yerine göre sade ve minimalist bir çerçeveden işlendiğine şahit olmaktayız. Daha çok aşk teması başat bir unsur olarak kendisini hissettiriyor. Şairimiz aşkı metafizik bir kanat olarak her zaman yanında tutuyor olmalı. Şair, çocuk haliyle bağı bahçeyi, tabiatı özdeşleştirmiş bir nevi. Şairin, “Eski Mevsim” şiirinin bir dörtlüğü ile yazımızı nihayetlendirelim. “Her şey biter geriye senden bir mevsim kalır/ ince ve uzun yolculuklardan döner gibi/ sesimin içindeki ben bir benle dolaşır/ karanlığı beyaza aniden boyar gibi…” (s. 64) Kuşların, tabiatın ve bütün güzelliklerin hep hayatımızda olması temennisiyle, iyi okumalar dilerim.
İlkay Coşkun
08.05.2024
--------------
Biz Cumhuriyet Çocuklarıyız
adımız vatan soyadımız bayrak
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
toprağın altında yatan
şehitlerle kazanıldı bu vatan
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
coşkuluyuz bugün, gururluyuz
şanlı al bayrağın altında
doğduk büyüdük yürüyoruz
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
yirmi dokuz Ekim özel bir gün
umutluyuz hep gelecekten
her zaman el ele verelim gençler
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
Poyrazhan Coşkun /2024
------------------------
Özgeçmiş – Poyrazhan Coşkun
Ben Poyrazhan Coşkun. 21.12.2013 tarihinde babamın işi dolayısıyla bulunduğumuz Sivas’ta doğdum. Babam Yozgatlı, annem Artvinlidir. Anaokulunun ilk senesini Sivas’ta ikinci senesini Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Anaokulunda okudum. Zor bir dönemde ilkokula adım artık. 1. sınıfı evlerde hapis gibi okuyan çocuklardık. Futbol oynamayı ve resim yapmayı çok seviyorum. Ayrıca mutfakta otellerdeki gibi sunum tabakları hazırlayıp sunmaktan, ikram etmekten çok mutlu oluyorum. Doğal taşlara da çok ilgim var. Doğada onları aramak, bulmak da hoşuma gidiyor. Bir şeyler üretip, satıp para kazanmayı da seviyorum. Henüz 10 yaşındayım. Bu sevdiğim uğraşlardan hangisini meslek edileceğini şimdilik bilmiyorum. Bakalım...
Biz Cumhuriyetin Çocuklarıyız
adımız vatan soyadımız bayrak
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
toprağın altında yatan
şehitlerle kazanıldı bu vatan
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
coşkuluyuz bugün, gururluyuz
şanlı al bayrağın altında
doğduk büyüdük yürüyoruz
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
29 Ekim özel bir gün
umutluyuz gelecekten
hep el ele verelim gençler
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
Poyrazhan Coşkun /2024
Uzay Turu
Hafta sonu gelmişti yine. Cuma sabahı idi. Her zamankinden daha sevinçle kalkmıştım. Bugün serbest giyinecektik çünkü bugün öğretmenimizin bir sürprizi vardı. Ne olduğunu sürpriz olduğu için söylememişti. Kahvaltıyı zorla da olsa yaptım ve okula gitmek için evden çıktım. O gece uyuyamamıştım heyecandan. Öğretmenimiz bugün bir arkadaşınıza sürprizim var demişti. Acaba kimdi? Ben olsam keşke. Bugün nelerle karşılaşacağımızı düşünürken yukarıda bir gölge varmış gibi hissetim. Kafamı kaldırdım. Bir şey yoktu. Yanlış gördüm herhalde diyerek yoluma devam ettim. Bugünkü sürprizi düşünürken biraz önce hissettiğim gölge önümde yine belirdi. Ne olduğunu anlamadım. Şoka girmiştim. Bu gölge, bir araca benziyordu. Bildiğimiz arabalar, uçaklar gibi değildi. Filmlerde seyrettiğimiz uzay aracı ya da deniz altı gibiydi. Yana açılan demirden kapısı vardı. Kapı açıldı ve içinden uzay kıyafeti giyinmiş bir adam çıktı. Korktum birden. Mıknatıs gibi beni çekerek uzay aracına aldı. İçerisi başka bir dünya gibiydi. O anda aşırı korkmaya başlamıştım. Beni uzaylılar mı kaçırıyordu diye düşünürken, içeride başka çocukların olduğunu gördüm. Derin bir nefes aldım. O çocuklar bana gülüyordu. Yoksa öğretmenimizin bugünkü sürprizi bu muydu? Karşı duvarda "Uzay Turuna Hoş geldiniz" yazıyordu. Ben o an çok mutlu oldum çünkü benim uzaya çok ilgim vardı. Valilik her okuldan bir öğrenciyi alıp uzay turuna götürmek istemiş. Annemin bu uzay turundan haberi var mıydı? Beni okula gittim biliyordu. Çıkış saati evde olmazsam meraktan delirirdi. Nasıl haber verecektim ona. Benim akıllı saatim vardı. Aramayı denedim ama telefon çekmiyordu. Biraz endişelendim. Sonra bize anons yapıldı.
— Merhaba sevgili çocuklar. Uzay turuna hoş geldiniz. Bu tura katılan çocuklar uzaya ilgi duyan çocuklardan oluşturuldu. Bilgileri okulunuzdan, öğretmenlerinizden aldık. İlk istikametimiz Plüton. Oturduğunuz yerden kalkmayın. Panik yapmayın ve de kemerlerinizi bağlayın, dedi.
Bu tura beni seçtikleri için çok mutlu olmuştum. Uzaya gitme fikri hem korkutuyordu beni hem çok heyecanlanıyordum. Uzay aracında bulunan çocuklarda korkmuşlardı. Bir tane genç yanımıza geldi üstündeki tişörtte Türk Bayrağı vardı. Sanırım bizim rehberimizdi. Bize korkmamamızı söyledi ve programı anlattı. Yolculuğumuz iyi geçti. Uzay aracının penceresinden bakarak uzay boşluğunda ilerliyorduk. Yıldızlara uzansak elimizle dokunabilirdik. Uzay aracı bir istasyonda durdu. Bizi bir odaya tek tek aldılar. Uzay kıyafeti verdiler. Hemen üstümüzü giyindik ve beklemeye başladık. Sırayla dışarı uzay boşluğuna çıkacaktık. Ben 3. sıradaydım. İlk sıradakine her şeyi anlattılar. Bizde can kulağı ile dinledik. İlk çocuk uzay aracından çıktı belli bir süre sonra döndüğünde yüzünde bir gülümseme vardı. Artık tüm korkum gitmişti. İkinci çocukta araca geri gelince sıra bendeydi. Çok heyecanlıydım. Artık annem içinde endişelenmiyordum çünkü bize anlattıklarına göre her aileden izin alıp bize sürpriz yapmadıklarını söylediler. Ve o zaman annem okula giderken çantama neden küçük bir yastık koyduğunu anladım şimdi :) Neyse, kapı tekrar yana açıldı ve ben uzay boşluğuna ilk adımımı attım. Bu kadar iyi olacağını düşünmemiştim. Bize 10 dakika süre verdiler. Çünkü biz 16 kişiydik. Herkes Plüton’u gezdikten sonra, ikinci durak Mars’tı. Orayı da dolaştık. Sıradaki gezegenler Satürn ve Neptün’dü. Ve son durak Ay’dı. Sevinmedik değil. Hem çok yorulmuş hem de acıkmıştık. Yemeklerimizi yedik ve Ay’a yolculuk başladı. Uzay boşluğu karanlıktı ve yıldızlar parlıyordu. Benim aklıma bir fikir geldi. Türkiye’de gece mi gündüz mü yaşanıyor diye düşündüm. Güneş’e bakarak görebilirdim. Uzaydan Dünyayı buldum. Güneş tam Türkiye’ye bakıyordu. Yani şuan Türkiye’de sabah ya da öğlen idi.
Kısa bir yolculuktan sonra son durak Ay’a gelmiştik. Ay’da deney yapacaktık. Bu sefer bize 20 dakika verdiler ve 5’er 5’er çıkarttılar. İlk grup hazırlandı. Herkes çok heyecanlıydı ama ben heyecanımı Plüton’da yenmiştim. Deney için fazla süre verdikleri için de çok sevinmiştim. Hemen annemin çantama koyduğu elmayı ve suluğumu çantamdan çıkardım. Uzay elbisemi tekrar giyerek sıramı beklemeye başladım. İlk gurup geldikten sonra bize sıra gelmişti. 5 arkadaş aya ayak bastık. Dünya da Ay’a ayak basan ilk öğrencilerdik.
Ben ilk deneyimi yapmak için sabırsızlanıyordum. Hemen elma deneyini yapmak için elmayı elimden bıraktım. Elma dünyadaki gibi yere düşmedi. Yukarıya doğru uçuyordu. İçimden "gitti güzelim elma" diye söyleniyordum. Rehber ise bana bakarak eliyle tamam işareti yaptı. İkinci deneyim ise su deneyiydi. Suluğumun kapağını açtım ve yere dökmek istedim. Ama su havada dağıldı. Bu çok iyiydi :) Üçüncü deneye zamanım yetmedi üzülmüştüm ama önemli değildi. Tam uzay aracına geçerken yerde parlayan bir taş gördüm. Onu almak için eğildiğimde, vücudum ters döndü. Ayaklarım havada, kafam yerde idi. O taşı arkadaşlarıma gösterdikten sonra anneme, anneler günü hediyesi verecektim.
Diğer gurup da deneylerini yapınca eve dönmenin zamanı gelmişti. Bugün yaşadıklarımı aileme, öğretmenime ve arkadaşlarıma anlatmak için sabırla dünyaya dönmeyi istiyordum. Her şeyi anlatacaktım onlara. Eve giderken son kez dışarıyı izledim. Bir daha göremeyecektim buraları. Gece odamın penceresinden yıldızları seyrederken bu uzay turunu hep hatırlayacaktım.
Uzay aracı bizi şehrin meydanında bıraktı. Kapı açıldı. Meydanda büyük bir kalabalık vardı. Öğrenciler, öğretmenler, ailelerimiz, mahalleliler toplanmış bizim gelmemizi bekliyorlardı. Merdivenlerden indik. Rehber öğretmenimiz bizi çiçekle karşıladı. Hepimiz kendimizi uzaya giden ilk astronot Alper Gezeravcı gibi hissettik. Gururluyduk.
Poyrazhan Coşkun
Mayıs/2024
------------------
“Eşikte Üç Kadın” Bacıyân ve Babayânî Bir Tavır
"Eşikte Üç Kadın" Yazar Mithat Önal’ın, 2024 yılı, Kavim Yayıncılık etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu hikâye kitabıdır. On iki hikâyenin yer aldığı eser, yüz on yedi sayfa hacmindedir. Yazar; kitabını, ablası Elif Yılmaz’a atfederek girizgâhta bulunmaktadır. Hikâyeler, sekiz-on sayfa kitap hacminde ve orta uzunluktadır. Hikâyeler de illaki az çok kurgu vardır. Ama daha çok gerçek hayatta yaşanmış hissini uyandıran aşkınlıkta hikâyeler okudum diyebilirim.
Hikâyelerde iyi bir gözlem ve sezgisel muhakeme hali kendini hissettiriyor. Hikâyeler bozkırın, taşranın düşlerini, umutlarını ve zorluklarını taşımaktadır. Daha çok kasaba ve köy hayatı hikâyelerde yer almaktadır. Kırsal yaşam ve bozkırın esintileri önde gözükmektedir. Öykülerin önemli bir kısmında kadın tasvirlerinin, betimlemelerin baskın bir şekilde işlendiğini görmekteyiz. Ayrıca insana ve kalbe odaklı, bireysel ve toplumsal duyarlılığı taşıyan temleri de taşımaktadır. Anlatımlarda yer alan karakterler sofi mistisizmi ve miskinliğinden uzaktadır. Bunun yanında karakterler hem hareketlidirler hem de üretkendirler. Hikâyelerde iki tür anlatıcı kendisini hissettiriyor. İlki, bazı hikâyeleri dış anlatıcı ağzıyla dinliyoruz. Diğerlerini de hikâye baş kahramanının ağzından dinlemekteyiz.
Anlatım, günlük yaşantılardan alıntılar şeklinde yol almaktadır. Anlatımdaki insanî ilişkiler samimi ve doğaldır. Başka bir ifadeyle kişi portreleri üzerinden pasajlar şeklinde konular işlenmektedir diyebiliriz. Öykülerin geçtiği tarihlerin nirengi noktaları tam olarak belli olmamakla birlikte, 70’ler, 80’ler hatta 90’lar da yaşanmış izlenimi uyandırmaktadır. Bunun da yazarın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Hadiselerin yaşandığı kabul edilen yerler fludur. Sadece bir yerde ‘Sivas günleri’ ibaresi geçmektedir. Ama genel anlamda bütün Anadolu coğrafyası özellikle bozkır ve taşranın baz alınmış olduğunu söylesek yeridir.
Hikâyeleri, kahramanlar boyutuyla üç izlek kategori de tasnifleyebiliriz. Birincisi başat olarak, bolca kadın tasviriyle beraber kadın olgusudur. İkincisi dünyayı ve hayatı farklı boyutlarıyla yaşayan enformel karakterlerdir. Başka bir ifade ile mugayir kişiliklerdir. Bunun en iyi örneği, karıncaları beslemeyi kendisine görev edinmiş olan Ahmet karakteri ve gıcır paraları toplayan, biriktiren Gıcır Kazım karakteridir. Ve üçüncü olarak da babayânî ve bacıyân karakterleri sıralayabiliriz. Bunlarla beraber “bakkal, öğretmen, köy bekçisi, minibüsçü, kamyoncu, ev kadını” gibi bu listeyi kimi meslek gurupları üzerinden de sıralayabiliriz. Ama her şeye rağmen ana tema ehramında kadın var desek yeridir.
Hikâyelerde yer bulan baş kahramanlar ve diğer karakterlerin çoğunluğu isimleriyle beraber lakaplarıyla ve yaptıkları meslekleriyle anılmaktadır. Bazı hikâyelerde isim geçmemektedir. Bu bağlamda flu bir anlatım kendisini hissettirmektedir. Bunun yerine “Kadın, kız, anne, adam” gibi kimi isimlendirmeler üzerinden anlatımın şekillendirildiğini görmekteyiz. Hikâyelerde yer alan kahraman isimlerine bir bakacak olursak; "Melahat, Firuzan, Mümine, İnci, Kamyoncu Salih, Melih, Gıcır Kazım, Kuruyemişçi Asım, Mali Müşavir Murtaza, İsmet Usta, Kel Mürsel, Bodos Zülküf, Porsuk Rıfat, İklime, Hikmet, Bal Döken, Tel Mevlit, Pala, Deli Fişek, Rıfat Ağabey, Durmuş, Firdevs, Hilmi Emmi, Süleyman, Kulaksız Kerem, Hacce Bacı, Nebahat Nine, Deli Fişek, Kerime Kadın, İllez, Zehra, Zennure, Kıvırcık Hacer, Nevra Kadın, İbrahim, Şaziye, Rukiye Hanım, Şemsi Bey, Rasim, Sema Hanım, Hamit, Gülce, Asım Bey, Nazan Hanım, Karınca Ahmet, Gülnaz Hanım, Şevki Bey, Nalbur İlhan, Özlem Abla, Şengül Teyze, Bisikletçi İdris, Muhtar Şemsettin, Çopur Musa, Simitçi Nedim" gibi birtakım isimleri sıralayabilirim. Sanki Yeşilçam filmlerinden çıkıp gelmiş film karakterleri gibi.
Yazarın, hikâye dilinin anlaşılabilmesi için kitapta öne çıkarılan "Eşikte Üç Kadın" hikâyesinden bir bölümü paylaşmak istiyorum. Kitapta yer alan bu ilk öykü hem kitaba isimlik yapmakta hem de kitap arka kapak sayfasında bir bölümüne yer verilmektedir. "...Ben aslında üçünün yaşantılarından çok gözlerinden okumuştum neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini. Melahat’ın gözlerinde geçmişin acılarını, İnci’nin gözlerinde geleceğin hayallerini, Firuzan’ın gözlerinde ise şimdinin sevincini görmüştüm.// Bir kadının gözleri özlemi anlatırken, bir başka kadının gözleri huzuru arıyordu sesli kalabalıklar arasında. Bir başka kadının gözlere ise mutluluğun resmini çiziyordu hiç durmadan.// Üç kadın, üç hayat, üç hikâye... Ortak noktaları ise gözlerinde taşıdıkları duygularıydı.// Gözler, bir insanın ruhunun aynasıydı; bu üç kadının gözleri, onların yaşamlarının yansımasıydı"
Hikâyelerin sonlandırılmadığını, uçlarının açık bırakıldığını görmekteyiz. Her hikâyenin bir devamı var gibi bir hissiyata kapılıyor okur. Hikâyelerde yer yer yöresel söyleyişler ve deyişler de yer almaktadır. Bunlara bir göz atacak olursak; "Çetik, çitmik, hannıpçı, elmalık, günlendirmek, gardaşlık, gözek" Bunlarla beraber “gara, beğencek, gız, geliyom, Hacce" gibi kimi yöresel ifadeler ve isimlendirmeler de yer almaktadır.
Yazarın tasvir, betimleme ve metin kuruculukta mahir olduğunu görmekteyiz. Sonuçta yazar duyumsatma ve hissettirme ustasıdır. Yazarın önemli bir görevi de anlatımdaki güzelliklerle filiz ve meyve hamiliği yapmasıdır. Yazılanlarda öz olarak, tezyinatla birlikte köpüğü alınmış arılıkta ve sarihlikte bir anlatım kendisini hissettiriyor. Ayrıca betimleme ile tezyinat öykülerin teşmil gücünü artırmaktadır. Bütün bu anlatımlarda milletimizin yaşantısını, irfanî yönünü ortaya çıkaran temler olarak da görebiliriz. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
28.05.2024
----------------
“Son Bisküvi”de İnsan Hâlleri
“Son Bisküvi” Yazar Ercan Ata’nın ilk baskısı 2016 yılında yapılan öykü kitabı. Kasım 2017’de ikinci baskısı Ötüken Neşriyat etiketiyle okurlarıyla buluşturulmuş. Eser, altı bölümde tasniflenmiş. Yirmi altı öykü ve yüz on sayfa hacmindedir. Yazarın yirmili yaşlarının ikinci yarısı ile otuzlu yaşlarının başında, yıl olarak da doksanların sonu ile iki binlerin başında, yazarın genç yaşlarında yazmış olduğu öykülerden müteşekkildir. Yazarın bu genç yaştaki iştiyakı ve tecessüs hâli takdire şayandır. Bu kadar genç bir yaşta bu yetkinlikte öyküler yazılması ve birçok ödüllerin alınması ayrı bir güzellik olsa gerek.
Öykülere daha çok İstanbul mekânlık yapmaktadır. İstanbul’la beraber öğretmenlik, yazarlık ve şairlikten mülhem, baş karakter istikameti ve giriftliğinde yol alınmaktadır. Bu baş kahramanın çevresinde, hatıralar ve hayallerle inşa olunmuş farklı farklı öyküler yaşanmaktadır. Öykülerde daha çok tek kişilik kahramanın, kalabalıklar içerisinde uluyan yalnızlığına şahit oluyoruz. Kalabalıklar içerisinde bireyselleşme tozunun daha çok yutulmuş olduğunu söylesek yanlış olmaz. Dışarıya açılım, insanlarla kavga etmeyecek kadar az temas etmenin mantığındadır. Ama her şeye rağmen yazar, öykü baş kahramanını yalnızlığın odalarına hapsetmez, bilakis bütün çalkantılarıyla beraber hayatın içerisinde tutmaya çalışır. İstanbul gibi kalabalığın, keşmekeşliğin merkezinde, zamanın ve mekânın üşümelerini yüreklerin tam orta yerinde yaşatmaya çalışır.
Öykü kahramanının çevre üzerinden kurguladığı içsel yolculuğu, ikilemleri, sıkıntıları, umutları, açmazları, kaotik ve nevrotik hâlleri, bunalımları daha çok da yalnızlığı üzerinden gündelik konular ayrıntı boyutlarıyla işlenmektedir. Bunlarla birlikte aşk kırıntıları, İstanbul gezmeleri, öğrenci, genç ve öğretmen hâlleri gibi serüvenlerle devam etmektedir öyküler. Ama öykülerde yaşanılanlar bir düzen içerisinde değildir. Bilakis yaşanılanlar zuhurata tâbi değişkenliktedir. Çok farklı kişilik hâlleriyle hermenötik bir çerçeve oluşturulmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Hani hep denir ya, “edebi eser hemen her zaman öncekilerin üzerine bir tuğla koymakla yol alır” diye. Bu bağlamda yazarın, “Fuzulî, Ebû Zer-i Gifârî, Haşim, Necip Fazıl, İsmet Özel, Orhan Pamuk, Kemal Sayar, Mario Levi, Kafka, Pablo Neruda, Nietzsche, Dostoyevski, Tolstoy, Camus, Virginia Woolf, Hemingway” gibi birçok isme göndermelerde bulunduğunu görmekteyiz. Öykülerde mekân İstanbul’dan sonra Edirne’dir diyebiliriz. Yazarın doğduğu yer Edirne ile doyduğu yer olan İstanbul olmasının etkisinin çok olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul’un bazı semtleri, Beykoz, Kadıköy, Kızkulesi, Pera, boğazın suları, sahil, deniz gibi birçok mekânı örnek olarak gösterebiliriz.
Öykü anlatımlarında geniş zaman kipi kullanılmaktadır. Bununla beraber karşılıklı diyalog, konuşma hiç yer almamaktadır. Ayrıca kullanılan çok geniş bir kelime yelpazesi de dikkat çekmektedir. “Sayrı, mefluç, huş ağacı, lamel, taravet, abraş, ebleh, muganniye, mülevves, tahassür, süfli yan, muayyen, evkaf” gibi bir kısmını burada sıralayabilirim.
Öykülerde altını çizdiğim bazı güzel tespitlere ve alıntı sözlere göz atacak olursak, “Yaşam denen gemiyi güzel yüzdürmek asıl” (s. 46), “İstanbul bir masaldı(r)” (Mario Levi), “Dellenmiş sevda ırmaklarına asla karşı konmaz” (s. 63), “Aşkın karşıtı nefret değil, ilgisizliktir” (Nietzsche), “Yazmak için kendine bir hapishane seçmelisin” (Dostoyevski), “Yazmak için Tolstoy gibi sorunlu bir evliliğin olmalı, parçalanmış bir imparatorluğun, kaybedilmiş bir uç beyliğin bulunmalı. Yürürken tüm kadınlar kutsamalı seni. Bakışlarıyla vurmalı yüreğinin tam ortasından” (s. 91), “Dünya bir aşüfte kadındı. Seni almadan teslim olmuyordu asla” (s. 92), “Hemingway’ın intihar notlarını okumuştum. İnsan, gençken ölmeli, diyor coşkusu ve korkusu canlıyken” (s. 94), “Bir âşığın en büyük gıdası içindeki acıdır” (s. 108) şeklinde bir kısmını sıralayabilirim.
Son tahlilde, günlük yaşantıdaki kimi ayrıntılar tezyinatla işlenip faş edilmektedir. Birbiriyle ünsiyet halinde ve senkronik duygudaşlıkla yazılan öyküler, hipotetik ortak bir dille işleniyor adeta. Belirli belirsiz, silik, sancılı veya vurgulu yaşam dediğimiz hayatların örnekleri sunuluyor. Öyküler çerçevesinde yaşananlar okurun çekmecesini doldurmaya yönelik olduğu kadar nasıl doldurulabileceğinin yol ve yöntemlerini de göstermektedir. Gözlem olgusunun imkânlarından çokça faydalanılarak iç gerçeklik ile dış gerçeklik arasında bir mücadele ve uyuşma hâlini de görmekteyiz. Bütün bunlar şuur ve şuuraltına sirayet edecek şekilde bir erkle yapılmaktadır diyebiliriz. İyi okumalar dilerim.
İlkay Coşkun
20.05.2024
Şair Yazar Ercan Ata Kimdir?
1973 yılında Edirne’de doğdu. Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 1995 yılında mezun oldu. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Eserleri “Yedi İklim, Dergâh, Ayna ve İnsan, Temrin, Mağaradakiler, Barbar…” dergilerinde yayımlandı. Hâlihazırda şiir, öykü, deneme ve röportajları “Hece, Temmuz, Dil ve Edebiyat, İstanbul Birnokta, Hayal Bilgisi…” dergilerinde yayınlanmaya devam etmektedir.
1993’te Cahit Zarifoğlu Şiir Birinciliği, 1995’te Altın Koza Dadaloğlu (Altın Koza Film Festivalinde şiir dalında) Özel Ödüllerini aldı. “Atlılar” dergisi tarafından en iyiler -şiir dalında- arasında gösterildi. Çeşitli mecralarda köşe yazıları yazdı. Şiirleri 2015 yılında “Ten ve Gölge” ismiyle kitaplaştı. “Son Bisküvi” adlı öykü kitabı da Ötüken Neşriyat tarafından Kasım 2016’da yayımlandı. “Son Bisküvi” Kasım 2017’de ikinci baskısı Ötüken Neşriyat etiketiyle okurlarıyla buluşturulmuş. Yazar ayrıca “Son Bisküvi” kitabıyla Hayal Bilgisi dergisi, 2017 Öykü Ödülüne layık görüldü. Üçüncü kitabı “Boşluk Değil Hayat”ı (deneme) Ötüken Neşriyat tarafından 2022 yılında okurlarıyla buluşturdu. İstanbul’da yaşamaya ve yazmaya devam etmektedir.
------------------------------------
Yazar Halit Yıldırım’ın Hikâyeciliği
Yazar Halit Yıldırım, 2024 yılında, Yafes Kitap etiketiyle “Anahtar”, “Misafir”, “Rötarda Makas Değiştiren Hayaller” ve “Geç Kalan İtiraf” isimlerinde dört yeni hikâye kitabı yayımladı. Yazar, son yıllarda birçok romanını da okurlarıyla buluşturdu. Cengiz Aytmatov’un; “Büyük duyguları anlatmaya yetecek kelimelere gerek yoktur” dediği gibi. Biz yine de gerek bu dört hikâye kitabı gerekse de yazarın yazmış olduğu diğer hikâye kitapları üzerinden yazarın hikâyeye bakışını ele alalım istedim.
Yazarın; “Zamandan Kaybolan Adam” romanının “Zamanda Kaybolan” hikâyesinden doğduğunu anlıyoruz. Ayrıca “Muska” isimli romanın da aynı isimli hikâyeden vücut bulmuş olduğunu görmekteyiz. Başka bir ifadeyle özellikle bazı hikâyelerin sonlandırılmadığını bir yer de romana giden güzergâhta bir bölüm hüviyeti taşımaktadır. Bu bağlamda, yazarın hikâyelerinin kritiğini yapmak, romanları hakkında da fikirler verecektir.
Hikâyeleri muhteva ve teknik olarak iki başlıkta ele alabiliriz. Öncelikli olarak Halit Yıldırım’ın hikâyeleri herkesin anlayabileceği tarzda yazılmış ve daha çok gelenekten beslenmiştir. Bu duygudaşlıkla gelenek, geleceğe ışık tutacaktır. Hikâyeler tema ve motif olarak maneviyat yüklü Anadolu’yu ve Anadoluluğu barındırmaktadır. Türk-İslam medeniyet olgusu ve kültürel sınırları (biyopolitiği) çerçevesinde anlatımlar şekillenmektedir. Hakikat, tarikat ve marifet güzergâhındadır yazılanlar. Yaşadığımız bu fani hayatta, şeytan çevrintisi olmaktansa derviş ermişi olmak daha iyi değil mi sonuçta. Ahlak, vicdan ve irfan mektebi çerçevesinde yol alınmaktadır. İslami şuur taşıyan hikâyeler de diyebiliriz bunlara. Kıssa ve menkıbeleri de içerisinde barındıran bir izlektedir. Bu kıssalarda esrar çözen aşkınlıklar taşınmaktadır. Daha çok da kurgunun yanında yaşanmışlık eylemleri var. Yer yer hikâye içinde, başka bir hikâye anlatımlarıyla da karşılaşmaktayız. Bu anlatımlarda konunun bir benzerinin, asıl hikâyeye rücu etmesi ayrı bir dikkati celp etmektedir. Bu bağlamda faydacı (pragmatik) bir bakış açısı kendisini hissettiriyor desek yeridir.
Hikâyelere “Çorum, Yozgat, Ankara, Sivas, Tokat, Kayseri, İstanbul” başta olmak üzere Anadolu’nun birçok şehri mekânlık yapmaktadır. Bu şehirlerimizde geçen yer isimleri ise özel olarak; “Cağaloğlu Yokuşu, Dikmen, Bağlum, Bentderesi, bazı cami ve türbeler” şeklinde birçok ayrıntılara yer verilmektedir. Bu bağlamda hikâyelerde mekân bütünüyle Anadolu’dur desek yeridir.
Hikâyelerde karakterler, genellikle lakaplarıyla ve meslekleriyle birlikte anılırlar. “Dr. Ahmet, Sürüngen Hakan, Hacı Asım, Şükrü Hoca, Nuri Abi, Bekçi Haydar, Hıdır Çavuş, Ahmet Reis, Üfürükçü Âdem, Muhtar Kerim Ağa, Yücel Bey” gibi bir kısmını örneklendirebilirim. Anlatımlar da cezbelenmiş karakterler de yer almaktadır. Kıssadan hisse çıkaran karakterlerdir bunlar. Böylelikle çok değişik konuların hikâyeleştirildiğini görmekteyiz. “Muska, rüya, dini ve sosyal yaşam, bağımlılıklar, seksen ihtilali, köyler arası mera davaları, denizcilik, hac, hastane, dergâh, minibüsçü, kamyoncu” gibi hayatın içinden birçok konu hikâyeler de geçmektedir.
Hikâyelerde dikkatimi celp eden bazı bölümleri buraya taşımak istiyorum. “İnsanoğlunun binlerce yıllık rüya ve bunu anlamlandırma mirasına saygı duymaya başlamıştı” (Anahtar, s.9), “Hayat, boşluk kabul etmeyen bir deverandır” (Anahtar, s.26), “Onun makamı hiçlik, varlık ile âşıklık olur mu?” (Misafir, s. 37) Hikâyeleri konu dâhilinde desteklemek adına kimi alıntı sözlere de çokça yer verilmektedir. Bu bağlamda hikâyelerin bir tarafında didaktik bir tavır vardır. “Ecel mukadderdir, tagayyür etmez”, “Kadere razı olmayan kedere duçar olur” (Anahtar, s.27), “Kem âlât ile kemâlât olmaz”, “Bilen buldu, bulan kâmil oldu” Bunun gibi birçok alıntı söze çoğu hikâyelerde yer verilmiştir. Bunlarla beraber, tasavvufta, inancımızda, kültürümüzde yeri olan birçok terim anlatımlarda işlenmektedir. Böylelikle; “Bilmek, bulmak ve olmak” mucibince derinlemesine anlatım genişletilmektedir. “Kün turaben, bel hüm edal, esfel-i sâfilin, tavaf, say, tayy-i mekân, tayy-ı zaman, Ashabı Kehf, Harut Marut” gibi birçok isim ve terim anlatımlara dâhil edilmiştir.
Halit Yıldırım hikâyelerinde merak duygusu hep diri tutulmakta ve enigmatik çağrışımlara sık sık başvurulmaktadır. Sonuçta ilginçliklerle, simgelerle mücehhez sırlı bir âlemde yaşıyoruz. Heyecanı, gizemi taşıyan bu güzel hikâyeler, kendi iç dünyasını onarmaya çalışan bir okur için yeni fikirler sunmaktadır. Hikâyelerde tezyinat, teşbih ve müteşabih hal kıvamındadır. Okurun gönlünü zenginleştiren temler barındırmaktadır. Hikâyeyi hikâye yapan amil, okuru etkilemesinde, cezbetmesinde ve doyurmasında saklı değil midir? Nasıl ki her insan aynı zamanı farklı yaşasa da hayat her insana farklı farklı yüzünü göstermektedir. Öyle ki biz de savaşların ve hüzünlerin yaygın; rahatın ve huzurun mahdut olduğu bir coğrafya da yaşıyoruz maalesef. Bu hikâyelere bütüncül olarak baktığımızda, Anadolu’nun ve coğrafyamızın zorluklarına da şahit oluyoruz.
Mustafa Kutlu’nun “Aydınımız dindar olmaktan korkar” sözünün karşısında Halit Yıldırım, İslamiyet’i, kadim değerlerimizi sabite yaparak, Müslüman bir aydın kimliğiyle hikâyelerini, şiirlerini ve diğer bütün edebi türdeki yazılarını yazmaktadır. Başka bir ifadeyle tasavvuf, ilahi aşk güzergâhı ve kadim değerlerimizin ışığında güzel hikâyelere kalem olmaktadır. Yazılanlar, ocakbaşı hatıralarının tesbihini çekme samimiyetinde ve güzelliğindedir. Bütün bu yazılanlar, dünyanın kirini yüreğe değdirmemenin çabalarından biri olsa gerek. Hal ve gönül inşası sağlam bu güzel hikâyeler zamana ve metalaşmamış okura, incilerini tezyinatla sunacaktır. Türk-İslam Medeniyetinin mührünün vurulduğu güneş ülkesi Anadolu’muzdan sımsıcak samimi güzel hikâyeler okuyacaksınız. Buyurunuz efendim. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
24.06.2024
----------
Suyun Ruhu
Yaşam, suyun içinde başladı ve onun içinde hayatiyetini sürdürmektedir. Su, nereye giderse yaşam oraya taşınmaktadır adeta. Böylelikle su, tıpkı ideolojiler ve dinler gibi insanları harekete geçirme gücüne sahiptir. Bu gücü de her zaman elinde bulunduracak gözüküyor. İnsanlar tarih boyunca suyun yakınına yerleşebilmek için daima yer değiştirmişlerdir. Bu sebeptendir ki suyun kıtlığında insanlar büyük göçlere maruz kalmışlardır. Başka bir ifadeyle büyük medeniyetler suyun etrafında doğmuşlar ve suyun yokluğunda da yok olmuşlardır.
Bilinenlerin aksine su, cansız bir madde değildir. Canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Bilim insanlarının tespit ettiği bu altıgen kristal yapı, müzik, ahenk dolu söz, sevgi ve ilgiyle karşılaşınca daha muntazam ve daha düzgün yapılara dönüşmektedir. Bu güzellik ve ahenkle birlikte su, şırıltısıyla, çağlamasıyla her zaman canlılara şarkılarını söylemektedir. Yaşamın en kıymetli elementi olan su, gezegenimizin de en güzide solisti olmaya devam etmektedir. Başka bir ifadeyle çölün karşısına vaha olup, hayat için güçlü bir sağaltı olmaktadır. Dünyanın dörtte üçü su, hücre protoplazmasının yüzde doksanı su, beynin yüzde doksan yedisi sudur. Dünyamızdaki organizmaların yüzde doksanından fazlası denizlerde yaşamaktadır. Bunların çoğu da planktonlardan oluşmaktadır. Bunun gibi suyun, baskın yüzde değerlerini daha da çok sıralayabiliriz.
Her inanışta, her dinde ve her medeniyette suya hep önem ve kutsallık atfedilmiştir. Biz Müslümanlar için en kutsal su olarak Cebrail Aleyhisselam’ın işaret ettiği, Hz. İsmâil’in annesi Hâcer’in, uzun arayışlarından sonra İsmâil’i (As.) bıraktığı yerde suyu bulup oğluna ikram ettiği Mekke’deki Zemzem suyudur. Ülkemizde de Asi Nehri’ni örnek verebiliriz. Antiyahos zamanında Nehr-i Maklubun yani Ab-ı Hayat (ölümsüzlük suyu) olarak bilinmektedir. Daha çok tersine akan nehir olarak bilinen Asi Nehri, ters bir yol izleyerek denize dökülmektedir. Başka bir taraftan Asi Nehri tarihte doğudan gelen nehir anlamına gelen Orantes adıyla da anılmaktadır. Bir diğer ilginç nehrimiz de Menderes’tir. Bu nehrimiz, kıvrım kıvrımdır. Büklümlüdür. Tersine dönüp geri geri aktığı dahi söylenmektedir. Hıristiyanlarda, Hz. İsa’nın da vaftiz edildiği, Ürdün Nehri ile Galile Deniz’inin kesiştiği yerde olan su kutsaldır. Çin’de Ponlai Pınarı kutsal kabul edilir. Japon efsanelerine göre, Fuji Dağı’nın zirvelerindeki saklı pınarlar kutsaldır. Yunan mitolojisinde su, Nestis veya Persefor’un yetki alanındadır. Ayrıca Zeus’un eşi olan Tanrıça Hera’nın bekaretini geri kazanmak için her sene bir kez yıkandığı Argolid’deki Kanathos pınarı mucizevi kabul edilir. İskandinav mitolojisinde ise ‘akıl pınarı’ olarak nitelendirilen ‘dünya ağacı’nın köklerinden çıktığına inanılan pınarları vardır. Büyük İskender’in savaşlarının ve mücadelelerinin bir tarafında hep gençliğini koruyacağına inandığı bir kutsal pınar arayışı vardır. Bunlar gibi daha çok kutsal su örnekleri verebiliriz.
Su, terapidir. Su kıpır kıpır, rûh-ı revandır. Suyun şırıltısını, nehirlerin dalgalarını dinleyen bir insan tamamıyla umutsuzluğa düşmeyecektir. Denizlerle, göllerle iç içe yaşayan insanlar genellikle merhametli ve duyarlı olacaktır. En iyi sır tutucu suya karşı her zaman sırlarımızı fısıldamaya devam edeceğiz. Böylelikle silinmeyen hafızası olan suyun döngüsü ve devri daimîliğine her zaman hayran kalacağız. Kuyulara sırlarımızı faş etmemiz ve havuzlara madenî paralar atarak dilekler tutmamızın geri planında, suya duyduğumuz derinlikli saygı yatmaktadır. İnsanı gürültülü zihinden sessiz zihne dinginliği taşıyan sudur. Derinlik ile derin düşünme ve su sonsuza dek ayrılmaz bir bütün olarak kalacaktır. Su, sabrın simgesi değil midir? Su, sabrıyla ancak istiridyeler gibi inci yapılabilmektedir. Su olmasaydı inci de olmazdı elbette. Su, dört element içinde en çok yönlü sese sahiptir. Su, selde ve tsunamide büyük bir öfkedir. Yağmurla birlikte lütuftur. Nisan yağmurlarıyla gelen bu katmerli lütuf, susamış yeryüzüne ne güzel bir armağandır…
Edebiyatımızda suya dair çok şey bulabiliriz. Biz, birkaç örnek ile yetinelim. Karacaoğlan’ın koşmalarında genellikle sevgili; suna, ördek vb. benzetmelerle anılır. Su; derya, pınar, nehir gibi motiflerle birlikte yer almaktadır. “Bir sırma kemerdir suya baksam” diyen Ahmet Haşim suyu ne güzel görmüştür. Kanunî Sultan Süleyman’ın ‘Su Vakfiyesi’ ve Mimar Sinan’ın suya bakışı ne kadar kıymetlidir. Su olmasaydı, Fuzûlî’nin en güzel kasidelerinden biri olmazdı. Yahya Kemal, ‘Geçmiş Yaz’ şiirinin son bölümünde ne güzel söylemiş. “Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin/ Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden/ Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin.../ Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!” İsmet Özel ise “Sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez” diyerek suya bakışıyla farklı bir pencere açmıştır okurlara. ‘Sırça Fanus’ romanında Sylvia Plath; “Sıcak bir banyonun iyileştiremeyeceği birçok şey olmalıdır. Ama ben bunların çoğunu bilmiyorum” demesindeki suya övgü ne güzel anlatılmıştır. Yazar Sinan Ayhan; “Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü” ismini verdiği kitabında çok şeyi anlatmış bizlere. Daha çok örneklerle beraber bir yazı muhteviyatına taşınabilir bu konu. Şimdilik bunlarla kifayet edelim. Su, söz varlığımızda da çokça yer almaktadır. Birkaç örnek verecek olursam; “Su akmayınca durulmaz”, “Su gibi aziz ol”, “Su ve yemek kaplarının ağzı açık bırakılmaz. Açık kalan kaplara şeytan işer”, “Su gibi ömrün uzun olsun. Irmak olup denizlere dolasın” vb.
Her yaratılmış gibi su da yaratıcının isteği dışında kendi başına bir şey yapamaz elbette. Ama başta yaratıcı ve suyun vesilesiyle yaşam lütfunu yaşıyoruz. İnanışımıza göre bütün canlılar, cennetten ve yeryüzünden en önce var olan suyun aracılığıyla meydana gelmiş olmalı. Birinci Yüzyılda yaşayan Romalı Bilgin Tarihçi ve Filozof Plinius’un yazdığı, ‘Naturalis Historia’ (Doğa Tarihi) kitabında dediği gibi “yeryüzündeki bütün güçler suyun armağanıdır”. Suya dair bütün tespitler övgüler, bilgilendirmeler, dört temel elementin en önemlilerinden biri olan suyun korunmasına, dengeli kullanılmasına taşıyor bizleri. Eğer suyun, Allah’ın bize bir lütfu ve bir mucizesi olmadığını düşünsek dahi, en azından kısa bir süreliğine susuz yaşamayı deneyerek dersimizi alabiliriz. Her ne kadar dünya suyunun kapalı bir sistem olduğu, dünyamızda gerek sıvı gerek gaz gerekse buhar halinde bulunan suyun hep aynı olduğu, aslında suyu hiç harcayıp tüketmediğimiz söylense dahi dengeleri bozmak gibi kötü bir huyumuzun olduğunu bilmemiz gerekiyor. Öyle veya böyle su, yerine göre akiferini yerine göre sızıntısını bulup görevlerini ifa etmeye devam edecektir. Önemli olan bizim ne kadar doğru hareket ettiğimiz ve dengelerle oynamamamız gerçeğidir.
İlkay Coşkun
29.06.2024
Saçı Süpürge...
Köşeden başını çıkartıp avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kallavi bir küfür savurmasına ne demeli. Hem de biplenecek cinsten. Demokles’in kılıcı gibi kolunu sallaması ve korkutacak raddede peşi sıra koşması da cabası. Yaşadığı ve yaşattığı dilemma ve sarmal eşliğinde.
Her acı kabuk bağlarmış. Kor olur alevi ve sonrasında küllenirmiş. Üçüncü yıla vurmuştu eşi öleli. Orta halli bir Anadolu şehrinde üç kızıyla kalakalmıştı. Bu kadar zorluğun yanında kızlarının hûb simasıyla teselli buluyordu en azından. Çok şeye kızardı, söylenirdi ama kızlarına bakınca avazesi davut gibi olurdu. Söylenmedeki sevimsizliğini, kızlarına adanmışlığı dengeleyebiliyordu böylelikle. Çevre, komşular ve dahi çocukları alışmış ve kabullenmişti bu durumu. Kocadan kalma ufak bir maaş, medarı maişetine yettiği kadar yetiyordu işte.
Sık sık hangi ara, yılların geçtiğine anlam veremiyordu. Kızlarının birini seslerken, üç kızının ismini arka arkaya sıralaması ve en son söylediği isimle doğrusunu bulmasına hayıflanır, rahmetli babaannesini hatırlar ve manalı manalı gülümserdi. Tarih neden bu kadar acımasız tekerrür ediyor diye düşünürdü. Kızlarına belki de yaşlanmaya başladığının çok fırsatını vermemek için “sizi çok sevdiğimden” der susardı. Evde naftalin kokuların, tütsülerin, eski berki eşyaların çoğalması çabuk geçen yıllarına şahitlik yapıyor olmalıydı. Zamanın su olup akması fehvasınca hüzne dalıyordu. Feri azalan gözler, uzaklaşan meneviş ve sönmeye yüz tutmuş ömür yalnızlığına dem vuruyordu.
Bir daha eskisi gibi olmayacağı olası beklentileriyle birlikte, zamanla dikiş tutturamayacağını düşündüğü zamanlara şimdiden hazırlıyordu kendini. Dünya bu, devran dönecek, eskiyen yüzler gidecek yeni yüzler gelecekti. Belki de en güzeli, zamanın ruhunu dinginleştirip pişirmesi olacaktı. Şen şakraklığı, gaba boydan konuşması gitmiş, yerine bir çilingir misali maziyi ve hayatı kurcalamasıyla kalakalmıştı. Hem ecelinden kaçıp hem de ecelini çağıran hâli bu olsa gerekti.
Haklı haksız söylenen bir anne oluvermişti. Ama her şeye rağmen kızları hayat dolu, günlerinin çiçekleriydi. Kızların annelerini sıkıcı ve sıkboğaz bulmaları olmasa... Gülseren Hanım, morfin yemiş zamanlarından gelen bütün ağırlığıyla ne yapacaktı? Yüreğine yerleşik yalnızlığına yeni yeni ağırlıklar oturmaktaydı. Varlığını çekecek kılan bir dirhem şefkat arayışı olmalıydı. Dursa dinlense ve düşünse, silkelenecek bütün yüklerinden belki de. Kızları, ölmüş babaları ve kıymetli neleri varsa iplikle tutturulmuş dünyasında kalmış olmalıydı. Hem sever hem de döver cinsten, hazine sandığında sadece bunları bırakmıştı.
Salondan mutfağa giriş yapan Şevket Bey’in, “çay koyar mısın hanım?” diye seslenmesiyle irkilerek uyanan Gülseren Hanım, tövbe tövbe dualarındaydı. Gülseren Hanım’ın edebiyatçılığıyla mütevellit süsleyerek bir solukla anlatıvermişti rüyasını. Manalı manalı gülümseyen Şevket Bey, “rüyanda beni ölmüş görmeni anlıyorum ama oğullarımızı kız olarak görmene mana veremiyorum hanım,” der demez başını eğdi ve hanımının yıllarca kız evlat özlemini hatırlayıverdi. Şevket Bey, pot kırdığını anlayıp “hanım, belki çocuklar işlerinden fırsat bulup gelirler bu bayram,” diye teselliyle lafı değiştiriverdi yine…
İlkay Coşkun
16.03.2024
Bir Kişilik Uyku
Evinin önü, yarısı kırık ahşap bir eşik girişi. Çatısız damın bir tarafı kaymış, üzeri loğ ağırlıklı ve camları kırık pencerenin önüne yastık dizili. Dünyanın fazlasıyla kırıp döküp ve döver gibi dokunduğu, yani virane bir ev göze değen. Cankurtaran Mustafa dedenin evi dedikleri burası olmalı. Ama her şeye rağmen özlem karışımı hazine sandığı beyninin bir köşesinde sığınağı olmalı. Kimi yaşlı insanlar gibi yaşadığı çağın kalıplarına kafa tutuyor olması dahi uyumasına mani değildir.
Bu kadar harabenin içerisinde hiçbir şeyine dokunmaz, arardı sadece. Ne çok insan gelip geçmişti ömründen hiç bulamadığı, durup durup gülümsediği. Özüne taşınan yalnızlığı da buna dâhil edebiliriz. Kimine göre fakirdir kimine göre de düşkün. Belki daha çok da morfin yemiş bir hasta gibi yılların ağırlığını üzerine giyinmiştir. Ölüp ölüp dirilip günlük ihtiyaçlarına münhasır bir çaba göstermesiyle zorlanıyordu daha çok.
Aradığı bir nefes mazrufu bir ses, bir eş olmalıydı. Kapı pencere yalnızı değilse sadece. Yine de penceresinde güneş, kapısını yalayan rüzgârı olmalıydı. Uyuyup uyandığı mezar yeri gibi olmamalıydı. Yeğenleri filan yok değildi bu dünyada ama herkesin kendine yaşadığı tek başına dünyası vardı. Dünün şen şakrak günlerinin yanında, bugünün kasvetli anlarıyla kalakalmıştı. Birbirinden olabildiğince uzak düşmüştü bütün gerçeklere. Kaç zamandır maziye ait keşkelerini bir çilingir edasında kurcalamasına da mâni olamıyordu.
Bir karabasan ürpertisiyle uyandı Mustafa dede. Uyandırıldı belki de. Yeni bir dünya idi burada yaşadığı. Geleceğini görmüş gibiydi. Yalnızlık ve derme çatma bir ev gerçeği aklında çakılırcasına. Yarının amcası veya dedesi gerçeği, ürpertisinde kalmıştı. En önemlisi de ölüm gerçeğiyle uyutulmuştu. Bugünün kokteyli, partili günlerinden yeni dönmüştü kim takarsa. Sözüm ona bayram gelmişti kimilerine. Bolca amnezi yaşasa da geleceğe dair sadece bir uyku ile kalakalmıştı. Uyanacaktı Mustafa dede, Sur ile uykusundan elbet bir gün, uyandırılacaktı. Işıklar içi yorar seni Mustafa, karanlıkta uyu.
İlkay Coşkun
07.03.2024
Efendime Söyleyeyim
Vedat hem rahmetli dedesini hem de amcasını toplum insanı, bulunduğu muhitin kıymetli bir bireyi olarak görürdü. Muhitinin adamı olmak her insana nasip olmaz anlayışındaydı. Böyle kişilerin muhitteki konumları sağlamdı. İllaki aykırı kimi yönlerin kendisine yer bulacağına da inanırdı. Bu aykırı yönler kimi zaman düzene ters iken kimi zaman da ters yönde yol alan düzene panzehir hüviyetinde olduğuna da inancı tamdı.
Satılmış Amca eski zamanlardan kalmış bir derviş edasında, mümbit bir örnek kişilikti. Yeğeni Vedat için günümüzün tabiriyle bir idol şahsiyetti. Yağmur Adam lakaplı Efruz Dedesi rahmetli olalı yıllar olmuştu. O yıllarda Vedat ortaokul öğrencisiydi. Nereden bilecekti ki yaz tatilinde dedesini son görüşü olacağı. Dedesinin nasihatleriyle büyümüştü Vedat. Dedesinin çok sık tekrarladığı; “İçimizdeki mücevherleri yaşattığımız kadar çırpınıp duran dışımızdaki dünyayı da satmalıyız oğul” sözünü hiç unutamamıştı.
Babası Cevahir Bey’i de hiç tanıyamamıştı Vedat. Annesi, Vedat’a hamileyken iş kazasında kaybetmişlerdi babasını. O iş kazası da aile içerisinde hatırlanmak istenmeyen bir gün olarak kalmıştı. Vedat, anasıyla beraber, dede evinin yanında iki odalı bir evde, dede ve amca gözetiminde bu günlere gelebilmişti. Geçmiş günlerden aklında kalan şey, ilkokul çağlarında baba gibi gördüğü amcasının isminden utanmasıydı. Satılmış diye isim mi olur diye sık sık sorgulardı. Yeşim halasının ve Cevahir babasının isimleriyle gurur duyardı hep. Satılmış isminin niye verildiğini ne dedesine ne de amcasına cesaret edip de soramamıştı bir türlü. Köyde, başka Satılmış isimli insanların da olduğunu öğreneli bu isme de yavaş yavaş alışmaya başlamıştı.
Ninesi, Amcası, Yeşim halası ve annesinin sohbetlerinin arasında hep bir duaya giderdi dili amcanın. Dua dediysek Allah’tan bir şeyler istemekten daha çok zikir, tesbih ve tazim ağırlıklıydı. Kimilerine göre tik olarak addedilse de anksiyete ve klostrofobi gibi durumları da yok değildi. Zikirlerinde çok nadir de olsa “Allah” diyerek bağırmasının çok insanın irkilmesine sebep olduğu da olurdu.
Ölen dedesinden sonra Hayriye ninesi ve bir türlü evlenememiş olan Amcası ile Yeşim Halası kalmıştı evlerinde sadece. Yaşça büyük olan Yeşim Halaya genç kızken dünür gelenler olmuş ama dedesinin birkaç dünürcüye yok demesiyle arkası kesilmiş isteyenlerin. Amcası da “ablam evlenmeden olmaz” bahanesiyle yıllar katlanarak üst üste geçmiş ve her ikisi de evlenememişlerdi.
Yeğeni Vedat’ın gözünde gün gün ihtiyarlamaya devam ederken, amca hem bir murabıt edasında hem de yarenliği elden bırakmıyordu. Olumlu tavrı, neşesi, çarşı çeşmesi gibiydi. Herkesler nasipleniyordu. Sohbetlerin konusu üzerine hep bir temsil getirir, konuşmalarda muhatabı kişinin sözlerini tekerlemeler ile bağlardı. Vedat, kapı komşusu amcasını hiç boş bırakmaz ve hep yârenliğine şahitlik ederdi. Satılmış Amca’nın çevresinde ve aileyi taallukatta cereyan eden her olumsuzluğu iyiye tebdil eder ve bu sıkıntıları hep öteleyerek kendisine sirayet etmesine müsaade etmezdi. Karşılarında şen şakrak bir karakterde gördükleri Satılmış Amcayla, olumsuz anlamda iletişim kuranlar da pek olmazdı zaten. Bu dünyada her insanın bir yol tutturması misali, amcanın adının geçtiği meclislerde önden bir gülüp geçilirdi daha çok. Belirgin en güzel söz tekrarlarından birisi, her söze “efendime söyleyelim” ile başlamasıydı. Yemek konusunda çok özenli ve nevale, alışveriş anlamında bol keseden hareket ederdi. Haftalık çıktığı pazardan sanki aylık alışveriş yapar gibi dönerdi. Gelirinin tamamına yakınını bu amaç için sarf ettiğini söylesek yanlış olmaz. Kaygıdan kaygıya yol alan bu dünya zamanından münezzeh olan kaç kişi vardır acaba? Vedat, amcası gibi insanların ne çok şanslı olduğunu düşünürdü. Bu insanların hayatın geçiciliğini, dünyadaki çok şeyin boş beleş olduğunu kavramış olduklarını düşünürdü daha çok.
Ailenin tek varisi Vedat olmuştur artık. Büyükannesi yaşının doksanını geçmişti. Amca ve halası dahi yetmişine merdiven dayamışlardı. Vedat da ailenin tek okuyan bireyi olarak Maden Mühendisi çıkmıştı. Derece ile bitirdiği üniversitede halası Yeşim’e mülhem yeşim taşları üzerine lisans tezini dahi yapmıştı. Bir taraftan hazırcevap olan amcası iyi bir hikâye anlatıcısı da olmuştur. Amcasına çevre taallukatın yeterli derecede değer verilmediğini de düşünürdü. “İlkokuldan terk amca, ancak bu kadar olur” diyen amcasının mütevazılığına da hayrandı. “Amca, eğer lise mezunu olsaydın, bakan, başbakan en azından Cem Yılmaz olurdun,” sözünü tekrarlardı Vedat. Ağzı dualı, derviş görünümlü amcası, duanın gerekliliğinden, rahmet, bereket kapılarını açtığından bahsederdi hep. Bir yerde dua taşı, ‘Yada Taşı’nın tılsımından bahsetmişti. ‘Yada Taşı’nın tılsımını ve Yada taşını Cebrail Aleyhisselam’ın Hz. Nuh’a verdiğini, oradan da dolaşa dolaşa Eski Türk kamlarına geçtiğini uzunca bir mesel olarak anlatmıştı. Yağmur ve kar yağdırdığına inanılan, yeşim taşı olarak da bilindiğinden bahsetmişti. Ama Allah’ın ikramlarından behresine ne düşerse alabileceklerini, tılsım türü şeylere çok da itibar etmediği notunu her anlatışında düşerdi.
Bu kadar bilgiyi nasıl nereden bildiğini söyleyen Vedat’a karşılık odaya giren amcası bir çıkın bohçayla çıkageldi ve özenle bohçayı açıp içerisinden yeşil renkli, biraz da parlak bir taş çıkarıp Vedat’ın eline bıraktı. Amcası; “Vedat, fen ilimleri yanında mitoloji de okumanı istiyorum,” diyerek bir dilekte bulundu. Bu da “babamdan sana saklaman için güzel yadigâr evlat” diye uzattı. Yeşim taşının üzerinde Arapça olarak “efendime söyleyeyim” yazısının ilginç bir şekilde yazdığını okudu. Amcası yine, yeni bir sürprizle yaptı yapacağını. Hayranlıkla amcasına bakan Vedat; “efendime söyleyeyim” söze girme cümlesinden sonrakileri duymamıştı bile. Halasının güzel ismi Yeşim’i ve babasının ismi Cevahir’i düşündü. Dedesinin lakabı olan “Yağmur Adam”ı ve ismi Efruz’u daha da çok anlamlandırdı bu sefer. Rahmetli dedesinin diline pelesenk olmuş olan; “içimizdeki mücevherleri yaşattığımız kadar çırpınıp duran dışımızdaki dünyayı satmalıyız oğul” sözündeki “satma” ifadesiyle amcasının ismi olan Satılmış arasında bir bağ kurarak derinlere daldı.
İlkay Coşkun
29.04.2024
Kâmuran da Kim?
Kütükteki ismi Sabit’ti. “Sabit’ten isim mi olur?” diye kimse bu isimle çağırmaya tenezzül etmezdi. Gerçi bu ismi ailesinden hiç kimse de sevememişti. Sabit doğunca babası, ilçedeki nüfus müdürlüğü memurunun karşısında “çocuğun ismi ne olacak?” sualine karşılık kısa bir süre duraksamadan mütevellit olsa gerek memurun; “Sabit olsun” işgüzarlığı. Çocuğun uzun sürecek serüvenini başlatmıştı böylelikle. Beş sene gibi uzunca bir süre çocuğun olmasını bekle. Hiç tanımadığın elin adamı senin çocuğuna isim koysun. Olacak iş değil ama oldu maalesef. Siz, isim veren bu memurun cesareti, özgüveni deyin, biz densizliğine sayalım. Bir ömür Sabit ile Kâmuran arasında kalan bu kadar insana ne demeli. Sabit’in çocukluğunun, müzmin ezikler sınıfına böylelikle dâhil edilmesinin hikâyesi bu.
Sabit de kim? Kâmuran Kâmuran. Hem de -a- harfi inceltilmiş Kâmuran. Kimilerine göre biraz safça görülen Sabit’in babası İsmail, nüfustaki yaşadığı durumu babası Nail Efendi’ye bir bir anlatmıştı. Kimliği de gören dede, “şart olsun ben bu çocuğa Sabit dersem, bunun adı Kâmuran olacak” demişti. Dede de bütün bir dilemmanın bir tarafı oluvermişti. Beş sene torun bekleyen Nail Efendi’nin, “özlenen, arzulanan” anlamlarına gelen Kâmuran isminde diretmesi de boşuna değildi elbette.
Kâmuran aşağı Kâmuran yukarı, bütün köylü ve aile efradı bu isimle çağırırdı. Okulda ve resmi işlerde Sabit ismi kullanılmaktaydı. Bu hikâyeyi yazanın; Sabit mi, Kâmuran mı seçimini yapamaması bundan geliyor. Aşağı Tekke Köyü’nün ilçeye ve şehre yakınlığından mütevellit olsa gerek, eski zamanların lakaplarını söyleyenler de kalmamıştı artık. Sonuçta şehirli ağızlar, lakapları daha çok itici bulmaktaydılar. Gerçi ismini getiremeyen kimi yaşlılar “Saf İsmail’in oğlu” derlerdi ama bu da çok tutmamıştı. Araplardaki gibi İsmail Bin Kâmuran veya Kâmuran İbn-i İsmail şeklinde isminin geçmemesi de gayet olağan bir durumdu. Her ne kadar Arap asıllı çevre köylerden tanıdıkları olsa da onlar da kendi kültürlerinden bigâneydiler.
Türkçe öğretmenliği bölümünde okuyan Sabit’in okulda (a) harfi üzerinde “inceltme olmalı mı olmamalı mı? Yazılışta inceltme işareti olmamalı ama söylenirken varmış gibi söylenmeli” türünden deli deli sorularla boğuşmaktaydı hep. Vatanı, devleti, milleti Sabit kurtaracak değildi ama Kâmuran’daki inceltme işareti kafasını kurcalamaya yetmişti bir kere. İleride, maaşa geçişle beraber, avukat tutup ismini Kâmuran olarak düzeltmeyi dahi düşünmekteydi. Bu vesile ile hem dedesinin ruhunun şad olacağını düşünür hem de çok önemli bir ikilemi ortadan kaldıracağının hayalini kurardı.
Okuyup sınıf öğretmeni olan Kâmuran ilk maaşını alalı yıllar olmuştu. Köyünden de ayrıldığı için daha çok Sabit ismi üzerinde kalmıştı. Bu isimle de ünsiyeti gelişmişti artık. Sadece ismiyle soy ismi yan yana geldiğinde tuhaf bir durum olmaktaydı. Bunun üzerinden şakalar yaparlardı çoğu zaman. Soy ismi Demir idi. Sabit Demir denince ya kimileri gülme krizine girerler veya kimileri bu duruma kendilerince yorumlar getirirlerdi. Demir soy ismi güzeldi. Sertliği, sağlamlığı, gücü kuvveti çağrıştırıyordu ama Sabit ismiyle bir araya gelince bambaşka anlamlara taşınıyordu. Bu isim hep yüreğini burkar, çoğu zaman bu isimden utanırdı. Yüreği dilhûn olurdu. Sezgisel muhakemesi hüzne gark olurdu. Hatta bir yakını, Sabit’e yarım yamalak bir ağızla ve ironik bir tavırla demonte diye hitap etmeye başlamıştı. Demonte kelimesinin ne anlamına geldiğini bilmediklerinden ve söylenişi zor olduğundan olsa gerek, isminin yerine kullanılan bu lakap da mazinin tozlu raflarında yerini almıştı.
Hatta bir keresinde arkadaşlarının Sabit Demir ismiyle dalga geçtiği bir zamanda, Kâmuran gözü yaşlı eve gelmişti. Dedesinin onu teskin etmesiyle biraz da olsa mutmain olmuştu. Dede Nail Efendi sözü dinlenir, derviş gönüllü bir insandı. Her fırsatta torununa bildiği efsanelerden, söylencelerden örnekler vererek ders almasını sağlardı. Her ne kadar Sabit isminden hoşnut olmasa da isim benzerliği üzerinden sabiteden, sıratı müstakimden, sağlamlıktan bahsederdi. Sonra Yozgat’ta geçtiğine inanılan, Gelin Kayası Efsanesine getirirdi sözü. “Efsaneye göre Yozgat’ın bir köyünde gelin alayı yol almaktadır. Yollarını kesen şakilerin niyeti kötüdür. Gelini alıp esir pazarında yüksek meblağlara satmayı düşünürler. Gelin alayı ile eşkıyalar kapışırlar. Gelin ve damat Allah’a dua ederler. Oracıkta gelin, develer ve atlar taş olurlar. Damat ise kuş olup gökyüzüne uçar gider. Gelinin gözünden döktüğü yaşlar sel olur ve orada kırmızı laleler bitmeye başlar. Zamanla bu laleler tüm tepeyi kaplar. Laleler kırmızı kırmızı renklidir. Ve beyaz güvercinler gökyüzünde süzülürler. Yöre halkı avcılar buradaki güvercinlere kesinlikle ateş etmezler”. Yol üzerinde, deveye binmiş geline benzeyen kayaların bu efsane üzerine doğduğuna inanılmaktadır. O gün Kâmuran bu hikâyeyi sadece bir aşk hikâyesi olarak algılamış ama daha sonraları taşların ve demirin muhkemliğine, sağlamlığına, sıratı müstakime, her demirin, her taşın, her cevherin kıymetli olduğuna, kaderlere şahitliklerine kafa yormaya başlamıştı.
Mevsimler mevsimleri kovalar, aradan yıllar geçmiştir. Okulda ve resmiyette Sabit’in evde ve dost ortamlarında Kâmuran’ın başına talih kuşu konduğuna da şahit olunmuştur. E-Devlet diye bir program çıka gelir hayatlara. Günlerden bir gün Sabit isminin e-devlet üzerinden bir dilekçe ile başvurarak kolaylıkla değiştirilebileceğini öğrenir. Bile isteye başvurusunu yapar ve ismi düzeltilmiş nüfus cüzdanını büyük bir heyecanla eline almıştır. Tabii bu yapacağı değişikliği öncelikle eşiyle ve çocuklarıyla müzakere ederek belirlemiştir.
Bir gün haberi duyup da yanına gelen Maden Mühendisi yakın arkadaşı “hayırlı olsun Kâmuran, ismini düzelttirmişsin” sözü karşısında, “Kâmuran da kim?” sorusuyla karşılık verir. Yeni ismini ailesi dışında ilk olarak arkadaşının söylemesi önemli olmuştur. Sabit ve Kâmuran’ın hikâyesini bambaşka bir boyuta çekmeye yetmektedir bu cevap. Arkadaşının neden bu isim sorusuna karşılık; “deniz, ırmağı yutabilir ama her cevherin tenorunu yatak belirler arkadaşım!” deyivermişti.
İlkay Coşkun
16.05.2024
Üç Kafadar
Kimilerine göre kuş akıllı bilinse de ledûn âleminden üflenmiş gizemli bir hâli yaşıyor olmalıydı. ‘İnsan ki alası içinde, hayvan ki alası dışında’dır sonuçta. Zaman zaman gelen geçene taş, kezek fırlatması olmasa zararsız biri diyebiliriz. Bu taş atma hariç, akıl dizginini elinden bırakmadığını söyleyebiliriz. Bu olay sonrası, bir gölge dibinde pel pel bakarak kendi kendine konuşurken ve bazen de kavga ederken bulabilirsiniz Deli Kemal’i. Bazıları da Veli Kemal olarak tanımlayan olmaktadır. Kemal’deki bu taş fırlatma hâlinin gençliğinin ilk yıllarında nüksetmeye başladığı söylenmekte. Karşılık bulamadığı sevdasından sonra bu hâle büründüğü söylenir. Sevdasına açılan kapı Yasemin’dir. Yaş on yedi demeden can kuşunu erkenden uçuran Yasemin’in hüznüdür bir taraftan yaşadığı. Mecnun’u Mecnun yapan daha da çok Leyla’ya kavuşamama hâli, divane olma hâli değil midir?
Özellikle çocukların yaramazlık yaptığını düşünür. Yerden aldığı taş ve kezek parçalarını çocuklara fırlatır. Yel yepelek, yelken kürek söylenerek bir köşeye çekilir. Bu durumda, yüzünde hiç gülümseme tutmayan ebeveyn despotluğunu taşımaktadır. Ama zaman zaman cennetteki yerini görmüş gibi güldüğünü görenler de olmuştur. Gerçi bu taş fırlatmalarından doğru dürüst sakatlanan bir çocuk da olmamıştır. Yolda belde Kemal’i gören çocukların, birbirine “Deli Kemal geliyor” diyerek kendilerini sağlama aldıkları olurdu. Bu kızgınlık hâli belki de ayda bir nüksederdi. Bundan mütevellit, ailesi de hiç evlendirme çabasına düşmemişti. Köyde arkadaşı da yok değildir hani Kemal’in. Lakaplarıyla münhasır iki samimi arkadaşı vardır. Birisi Kurtağzı Osman diğeri de Hallice Kazım’dır. Kemal’in müdanasız ölçü bilmezliğinin yanında Kurtağzı Osman’ın ısrarı ve durmazlığı gırladır. Bu iki arkadaşı ancak Kemal’in sinirli hâlini teskin edebilmektedirler. Bir nevi Kemal’in kızgınlığını, sinirini bir nihale gibi alabilmektedirler. Konuşup anlaşabilmektedirler. Kurtağzı Osman, kışın köye inen kurtları kovalaması ve üzerlerine yürüme cesaretinde bulunması dolayısı ile bu ön ismi aldığı söylenir. Yirmili yaşlarında göbeği yıldız görmemiş bir yiğit olduğunu da söyleyenler olmaktadır. Çocuklarla çatışması ve kavgaları nedeniyle köyün ileri gelenlerinin kızmaları da olurdu Kemal’e. ‘Yapma’ diyenlere karşı, Erzurumlu İsmail Hakkı Hazretlerinin “Harabet ehlini hor görme Zakir / defineye malik viraneler var” sözünü nereden öğrendiyse ikide bir tekrarlayarak, bir nevi karşısındaki insanın sinirini teskin eder ve kendince gardını alırdı.
Kurtağzı Osman ise bir dönem, akşamları eve dönmeyen büyükbaş hayvanları kurt yemesin diye, cep bıçağını açıp dualar ederdi. Ve bıçağın ağzını kapatırdı. Ayrıca hastalara yel ipliği düğümlerdi. Yaptığı dualar pek tutmadığı için dua yaptıranlar da kalmamıştı ama isminin önünde lakap olarak Kurtağzı kalmıştı. Kurtağzı Osman, bir taraftan da köy imamının yanında müezzinlik yapmaktaydı. Arada bir de imamın müsaade ettiği kadarıyla ezan okurdu. Kurtağzı Osman hep bunları İmam Efendi’nin gözetiminde yapardı. Geçmiş zamanlarda İmam Efendi’nin köyde olmadığı bir zamanda, sabah namazı öncesi cami hoparlöründen yarım saate varıncaya kadar vaaz etmeyi kendisine iş edinmişti. İlk baştan köylüler buna şaşkınlıkla pek bir anlam verememişler lakin daha sonra sohrananlar çıkmaya başlamıştı. Sabahın erken saatinde uyanan köylülerde -ne oluyoruz- mahmurluğu peydahlanmaya başlamıştı. Bundandır ki İmam Efendi cami anahtarını köşe bucak saklardı Osman’dan. Kurtağzı Osman’ın bundan başka cabaları da vardı. Ayda bir defa köyden yakaladığı birkaç çocuğu yanına alır, yüz-yüz elli haneli köyde kapı kapı birlikte dolaşırdı. Osman, kapının biraz uzağında durur, çocuğa bellettiği “televizyon izlemek günahtır, izlemeyin” sözünü söylettirirdi. Her zaman bu uyarıyı alan köylü bu duruma alışmıştı. Kimisi kızar çocuğa, kimisi de ‘tamam’ diyerek çocuğu gerisin geri gönderirdi. Kimi köylüler de Osman’la konuşmak istediklerinde Osman uzaktan; “İçine televizyon kaçmış insanı dünya berbad eder” klişeleşmiş sözünü tekrarlardı. Çocuklar da aldıkları şeker ödülleriyle mutlu olurlardı sadece.
Hallice Kazım ise tembelliği ve vurdumduymazlığı ile nam salmış birisiydi. Hallice Kazım, iki tutam ot için yara düşmüş tembelliktedir. Üç arkadaşın da kırklı yaşlarda olması ve evlenememeleri, bunları bir araya getirmiş olmalıydı. Tembelliğiyle maruf Hallice Kazım’ın beceri yönlerinin olmasına rağmen, bir baltaya sap olmamak için büyük gayret göstermekteydi adeta. Gelin olup da el öpmeği öğrenemeyenlerden olmalıydı. Müzmin tembeller sınıfının başkanlığını yapacak takati dahi olmayanlardan. Belki de hayattaki tek bitinin kanlandığı hadise, diğer arkadaşlarından habersiz Yasemin’e platonik olarak âşık olmasıydı. Hallice Kazım, hayatın daha çok geçici ve boş olduğuna inanırdı. Yaşamayı sadece dokunaklı bir hikâye olarak görenlerdendi desek yeridir.
Kim bilir belki de bu üç kafadar hayatın ne bir düğün ne bir yas, sadece bir iş günü olduğunu evvelinden öğrenmiş olmalıydılar. Belki de hayatın yük olmadığını gördüler de bu ağır yükü hiç taşımaya yeltenmediler. Üçünün dostluğu saçlarına göre tarak olmuştur belki de. Bundan kelli bin bir mihnet ve yaşam kavgasından beriydiler. Üç arkadaşın hikâyesi takıntıları, aldığı yaralar ve birbirini anlamanın teşmil gücünde saklıydı. Ya da bu üç arkadaşın aynı kıza âşık olmalarından doğan yara ve anıların memelerinden beslendikleriyle kalmalarıydı. Kalbe odaklı ve içe dönük bir arkadaşlık merkezinde yaşadıklarıyla.
İlkay Coşkun
06.06.2024
Nadide Bir Biçem
Nihilist’te yazılanları, hikâye ile deneme arasında bir yerlerde konumlandırabiliriz. Kısa hikâyelerde az sayıda flu karakterler, gri bir ortam ve zaman hiyerarşisinin yer almaması gibi unsurlar anlatımı daha da gizemli bir hale sokmaktadır. Bu bağlamda yazarın hançeresinin tahkiye üzerinde yol aldığını söylesek yanlış olmaz.
Nihilist, kelime olarak “reddeden, hiçliği savunan, karşı duran” anlamlarına gelmektedir. Kitapta da aynı isimle yer alan hikâyeden mütevellit bu isim verilmiş olsa gerek. Hikâyelerin biçemi; Nietzsche, Albert Camus, Rimbaud gibi yazarların felsefelerinin ve bakış açılarının izlerini taşımaktadır. Bu bağlamda yazarın farklı bakış açılarını, reddiyelerini ve karşı duruşlarını da bulacaksınız.
Hikâye isimlerinde geçen; “tornavida, kâse, kapı, cüzdan, terlik, kül, bıyık, makas, halı, vitrin, küpe, kerpeten” gibi kimi nesne ve isimlerle beraber “nefret, karabasan, dostluk” gibi başka soyut kavramlar ile mecz edilerek hikâyeler işlenmektedir. Mesela “Küpe” isimli hikâyenin ilk cümleleri şu şekildedir; “Hayatımın başında bir küpe taktım ve bir daha da onu çıkarmadım. Çevremdekiler önce garipsediler bunu, sonra küpe sayesinde elde ettiğim hâkimiyeti kabul etmek durumunda kaldılar. Onlar küpeyi stratejik bir şey sanıyordu; oysa o doğrudan var oluşsal bir şeydi; bunu öngöremediler. Kavga da orada başladı…” Şeklinde devam etmekte ve anlatım soyut kavramlar üzerinden ölüm olgusu ile nihayetlenmektedir. Diğer birçok öyküde de nesne – isim - kavram olguları üzerinden bilinç akışı belleğe taşınmaktadır.
Yazar yazdıklarıyla metinlerini hep daha büyütmeye çalışmaktadır. Bu büyütmeyi inşa sanatının buluş becerisiyle birlikte atbaşı koşturmaktadır. Şair Yazar Sinan Ayhan, biraz kapalı üslubuyla da olsa yazılarında üst kurmaca tekniği, kapalı metin, monolog anlatım, anlatım içinde anlatım türündeki bakış açılarını yansıtmaktadır. En önemli bir ayrıntı olarak, yazarın üslubunun ince nüvelerini bu eserinde de çokça görmekteyiz.
Nihilist kitabında, yazarın bütün yazdıklarının paralelinde tekmil hikâyeler okuyacağız. Buluş tekniği, söyleniş derinliği, daha önce hiç kimsenin kurmadığı cümle buluşları, çoklu anlatım ve çoklu metin gibi yazarın poetik ırasına yönelik ipuçlarını barındıran öznel yaklaşımlar bulacağız. Her bir hikâyede, farklı bir cevher bulunacağı, okurun havsalasında farklı pencereler açacağı muhakkak. Bu perspektif doğrultusunda okur; düşünmeye ve mananın derinliklerine misafir olacaktır. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
Temmuz 2024
--------------------
Cemre Düştü Yaz Göründü
“Karın yağdığını görünce/ kar tutan toprağı anlayacaksın/ toprakta bir karış karı görünce/ kar içinde yanan karı anlayacaksın/…” Sezai Karakoç’un “Kar Şiiri”nin ilk bölümünde anlatıldığı gibi tabiat ve insan ruh hali ne güzel benzeştirilmiş ve betimlenmiş. İnsan bu, bütün bu halleriyle beraber tabiatta bir karşılığı, bir izdüşümü taşınmaktadır. “Sanmasınlar yıkıldık/ sanmasınlar ki çöktük/ başka bir bahar için/ sadece yaprak döktük” diyen Hz. Mevlâna’nın insana bakışını mevsimler ve tabiat üzerinden anlatması ayrıca insan ve tabiat bütünlüğünü yansıtması açısından ne çok kıymetli değil mi? Bu bağlamda Yazar Vedat Güneş’in “Cemre Düştü Yaz Göründü" * kitabına değinelim istiyorum.
Kitabın ana temasının Halk Meteorolojisine, gözlemlerine odaklanıldığını söylesek de Meteoroloji’nin tarihi, bu çerçevedeki bilimsel gelişmeler şeklinde de konular ele alınıp işlenmektedir. Yazarın mesleğinin, Meteoroloji Uzmanı olması hasebiyle de bu konu daha etraflıca ele alınmaktadır. Atalarımızın, havayı gözlemleriyle oluşturdukları bilgi (novhav) ile beraber hava olaylarını anlamak için ölçme, kaydetme ve analiz etme gibi bilimsel metotlarını da en etkili şekliyle göz önünde bulundurmak gerektiğinin altı çizilmektedir. Bu anlatımlara kısa kısa da olsa değinmek istiyorum izninizle.
Meteoroloji, Hipokrat’ın M.Ö. 5. Yüzyılda Tıbbı Meteoroloji konularındaki raporları ve tespitleriyle başlatılmaktadır. Devamında yine Milattan Önce 340 yılında Aristo’nun ’Meteorologica’ eserine yer verilmektedir. Bu süreçlerden daha yakın tarihlere ve bize gelecek olursak; bu süreç on beşinci yüzyılda Ali Kuşçu ve Uluğ Bey ile başlatılır. 1867 yılında Rasathane-i Amire (Kandilli Rasathanesi) kurulur. 1909’da İstanbul Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi’nde "Alaim-i Cevviye" adlı ilk meteorolojik dersinin okutulması; 19 Şubat 1937’de Atatürk’ün onayı ile Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün kurulması gibi birçok sürece yer verilir. Bütün dünyada özellikle İkinci Dünya Savaşı şartları ve ihtiyaçları dahilinde, teknik olarak meteorolojinin gelişimine yönelik ciddi kazanımlar sağlanmıştır. 17. yüzyılda termometrenin; atmosfer basıncını ölçen barometrenin de 1643 yılında keşfedilmiş olduğunu öğreniyoruz. Daha sonraki yıllarda nem, rüzgâr hızı, buharlaşma, güneşlenme gibi birçok hava parametresi ölçüm cihazlarının geliştirilerek hayatımıza dahil edilmiştir. Bunun gibi örnekleri daha da artırmak mümkün.
Esas konumuz olan, halk meteorolojisi ve buna dair kültürümüzde yer edinmiş söz varlığımıza dönelim istiyorum. Özellikle mevsimler ve takvim üzerinden genel bir çerçeve çizecek olursak; halkımızın, güneş sisteminden hareketle seneyi iki mevsime ayırdığını söyleyebiliriz. Hıdrellez ile başladığına inanılan yaz mevsimi Rûz- î Kasım’dır. 6 Mayıs ile 7 Kasım arasında hüküm sürdüğüne inanılan 186 günlük bir zaman dilimidir. 8 Kasım ile 5 Mayıs aralığındaki geri kalan zaman dilimine Rûz-î Kasım, yani ‘kış ayları’ olarak tanımlanmaktadır. Bu da 179 günü kapsamaktadır. Artık gün olan senelerde de 180 günlük bir zaman dilimidir. Kış ayları içerisinde erbain (zemheri) ve hamsin (kara kış) dönemleri vardır. Arapçada kırk manasına gelen ve kırk gün süren erbain 22 Aralık- 31 Ocak aralığında yaşanır. Yine elli manasına gelen ve elli gün devam ettiğine inanılan hamsin 1 Şubat- 21 Mart aralığında hüküm sürmektedir. Bu günlerin karakteristik özellikleri çokça vardır elbette ama konuları kısa daha çok özet geçiyorum izninizle.
Belki de bunlardan önce İslamiyet öncesi Türklerde 12 Hayvanlı Takvime ve diğer bazı uygulamalara da değinmek gerekiyor. On iki Hayvanlı Türk Takvimi’nin ilk gönü Nevruz günü olarak bilinir. 21 Mart, yaratılışın da ilk günü kabul edilmektedir. Gerçi İslamiyet öncesi ve sonrası birçok bakışın ve uygulamaların yansımalarının, söz varlığımızda ve inanışlarımızda bolca kalıntılarını görmemiz mümkün. Eski Türk takviminde on iki yıl, bir hayvanla sembolleştirilmiş ve her yıl kendine özgü bir karakteristik özellik taşımaktadır. "Sıçan Yılı, Sığır Yılı, Pars Yılı, Tavşan Yılı, Ejderha Yılı, Yılan Yılı, At Yılı, Koyun Yılı, Maymun Yılı, Tavuk Yılı, İt Yılı ve Domuz Yılı" şeklindedir. Bu takvimde on iki yıl bir devreyi, her beş devre de bir çağı (60 yıl) oluşturmaktadır. Bu sıralamaya göre 2024 Ejderha Yılıdır. 2025 Yılan Yılı, 2023’te Tavşan Yılıdır.
Ana hatlarıyla, Türklerde kullanılan takvimlere bir bakacak olursak; "12 Hayvanlı Takvim, Hicri Takvim, Celâlî Takvim, Rûmî Takvim ve Miladi Takvim" olarak sıralayabiliriz. Hicri Kameri Takvim de Muharrem’in ilk günü sene başı kabul edilir. Hicretin olduğu zaman başlangıç kabul edilmiştir. Yaklaşık olarak yıl 354 gündür. Bundan mütevellit Miladi Takvime göre dini bayramlarımız on bir gün öncesine kaymaktadır. Celâlî Takvimi, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah himayelerinde ve Ömer Hayyam başkanlığındaki bir kurul tarafından, güneş sistemine göre tasarlanarak kullanıma sokulmuştur. 15 Mart 1079 tarihi başlangıç alınmış ve daha çok da devlet işlerinde kullanılmak üzerek, 1092 yılına yani Melikşah’ın ölümüne kadar kullanılmıştır. Rûmî Takvim de Peygamber Efendimizin Hicretini (622) başlangıç kabul eder. Miladi 1840 yılına kadar Hicrî Kamer takvimini işletir, bu yıldan sonra Şemsi Takvim (Miladi) takvimine geçiş yapılır. Mesela kullandığımız Miladi Takvimde, 1 Ağustos 2024 tarihi, Hicri 25 Muharrem 1446 tarihine, Rûmî 1 Ağustos 1440 tarihine karşılık gelmektedir. Miladi ve Rûmî Takvimi karşılaştırmak açısından, Rûmî takvimin, Miladi Takvimi 584 yıl geriden takip etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Miladi Takvime, Gregoryen Takvimi de denmektedir. Kısa bilgilerle bu bahsi sonlandırmış olalım.
Hıdırellez’le başlayıp mevsimlere, aylara, havamıza dair söz varlığımızda yer edinmiş gözleme dayalı anlamlı, nasihat nüveleri barındıran sözlerle girizgâh yapalım. 6 Mayıs tarihlerinde başlayan Hıdırellez’de yiyecek kaplarının, ambarların ve para kâselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, araba gibi isteği olan kimseler, gece bir ağacın veya gölün dibine istedikleri şeyin resmini, maketini bırakırlar ki Hızır gelip onlara dokunup istediklerini almalarına vesile olsun. Mesela Hıdırellez’de yaş ağaç kesilmez, ağaç dalları kırılmaz ve dikiş dikilmez. Söz varlığımızda “Hızır gibi yetişmek”, “Hızır uğramış”, “Hızır eli değmiş” gibi çokça söz ile karşılaşmaktayız. Türklerde, Nevruz günü çok önemlidir. Senenin başlangıcıdır. Cemrelerin havaya, suya ve toprağa düşmesinden sonra tabiatın uyanmaya başladığı önemli bir gündür. Divan-ü Lügat-it Türk’ün ifadesiyle bugün, “Sellerin, suların çağlaması, karların eriyip dağ zirvelerinin görünmeye başlaması, dünyanın nefesinin ısınması, renk renk çiçeklerin açması, yeryüzüne yemyeşil ipek kumaşın serilmesi, hayvanların doğurması” şeklinde bahsedilmektedir. Başka rivayetlere göre Allah, kâinatı ve insanları Nevruz’da yaratmış ve bütün yıldızlar bugün dönmeye başlayıp Koç Burcu’ndan geçmişlerdir. Nevruz zaten “yeni gün” (nev-ruz) demektir. Anadolu’da Nevruz, “Sultan-ı Nevruz”, “Nevruz Sultan” olarak da anılmaktadır. Her gün sabah keçinin pöçüğüne bakarak (pöçük havada ise yağmur yağmaz, aşağıda ise mutlaka yağar) o günün yağış durumunu tahmin eden çobanın çabası boş ve gereksiz değildir elbet. Bunlarla birlikte Kur’an’da “gök gürültüsü, yıldırım” manasına gelen “Rad” suresinin yer alması, apayrı anlamlar taşımaktadır muhakkak.
Hava, iklim, mevsim konularında gerek Türk ve Anadolu gerekse diğer kültürlerin söz varlığı da bir hayli zengindir. Bunlardan örnekler serdedelim. “Mart yağar nisan övünür, nisan yağar insan övünür”, “Mart ile mayıs arasında yağmur yağarsa öğ sabahı, yağmazsa sat sabanı”, “Yılın eksiğini nisan yetirir, Nisan’ın eksiğini yıl yetiremez”, “Nisan sağanakları mayıs çiçeklerini açtıracaktır”, “Yağmur yağsın da varsın kerpiçti ağlasın”, “Çiftçi yağmur ister tuğlacı kurak, ikisinin de muradını veren Hak”, “Kork zağardan, çok yağardan”, “Yağmurun hayırlısı, bağın bayırlısı”, “Yağ yağışla, süt sağışla”, “Akşamın kırmızısı sabahın gönlünü hoş eder”, “Dağ başı tandır başı”, “Zemheri zürafası”, “Havanın gözü yaşlı”, “Mangal başı kış gününün lâlezarıdır”, “Kar yılı var yılı”, “Kar kuytuda eğleşir”, “Sitte-i Sevir, kapıyı çevir”, “Ne kadar çok yağarsam yağayım yaza kalmam, giderim”, “Evin ilk çocuğu dolu tanesi yerse dolu kesilir”, “Gökyüzünde kaz göğsüne benzer bulutlar varsa bir taraftan rüzgâr eseceğini gösterir”, “Koç sürüye katılınca siyah koyuna yaklaşırsa kış hafif geçer, beyaz koyuna yaklaşırsa şiddetli kış olur” Bunların yanında bazı tanınmış isimlerden ve farklı ülkelerden örnekler verelim. “Bulutlar ağlamasaydı, yeşillikler gülmezdi” (Hz. Mevlâna), “Bizim sohbetimiz Nisan yağmuruna benzer. Balığın ağzına düşerse inci olur, yılanın ağzına düşerse zehir olur” (Hz. Mevlâna) “Tembele bulut dahi yük olur” (Kaşgarlı Mahmud), “Rüzgâr, toprağın vekil harcıdır. Tepeleri, çukurları meydana getirir. Birinden alır, birine verir” (Nizamî), “Yağmur yağmayınca, sel uyanır mı?” (Sümmanî), “Kışın konuğu ateştir” (Moğolistan), “Bazı insanlar yağmuru hisseder, diğerleri ise sadece ıslanır” (Bob Dylan), “Ölmek için doğmuştur ya insan, o yüzden her yağmur sonrası toprak kokusunu sever” (Tolstoy) Son olarak Dante’nin İlahi Komedyasında geçen orman metaforuyla hayatın aydınlığı, karanlığı, gizemi, baharı ve kışı ile beraber dört mevsim anlayışında betimlemeler yapılmaktadır. Söz varlıkları olarak yer edinmiş olan bütün bu tespitler, daha çok da havamızın, çevremizin daha genel anlamda dünyamızın önemini ve korunması gerektiğini kulaklarımıza fısıldamaktadır.
Bunlarla birlikte, “Berd-ül Acûz soğukları (Kocakarı Soğukları), “Mart Dokuzu”, “Abril’in Beşi” (Manda Kıran, 18 Nisan), “Sitte-i Sevir (20-25 Nisan arası esen fırtınalar), “Kırk İkindi Yağmurları”, “Eyyam-ı Buhur” (Bunaltıcı sıcaklar), “Pastırma Yazı”, “Gündönümü”, “Ağyel” (Batıdan doğuya esen yel), “Tersyel (Güneyden esen, Samyeli), “Mihrican Fırtınası (24 Ağustos’ta eser), “Zemherir” (Bu kelimenin son r’si genellikle telaffuz edilmez), “İmam Kırdı” (Erbain’in ilk günü), “Karğış” (Kara Kış) Bunlar gibi özel tanımlamaları, betimlemeleri konu dahilinde, kulaklarımıza hiç de yabancı gelmeyen ifadeler olarak buraya not düşmüş olalım. Atalarımızın tecrübeleriyle biriktirdiği bütün bu kıymetli ifadeler, yarınlarımıza bir aydınlık verecektir muhakkak. Öyle ki ‘bulmak bilmeği gerektirmekte, kâmil olmakta bulmayı’ mantığında.
Tabiat ile iç içe yaşamış olan, tarımla ilgilenen, yerine göre göçebelik yapan atalarımızın havaya, çevreye, mevsimlere genel anlamda dünyamıza ait bütün bu tespitleri çok kıymetlidir. Havamız, tabiatımız genel anlamda dünyamızın başlı başına büyük bir esrar taşıyan aşkınlıklara sahip olması büyük bir kıymettir. Söz varlığımızda yer etmiş olan bütün bu anlatımlar, halk kültürümüzün önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Yeni hayatlarla beraber, mevsimlerin, iklimin genel anlamda dünyamızın bütün döngü metaforları, dünyamızın sonuna değin işlevlerini sürdürecektir. Sadece bu gidişatın hasarlı veya hasarsız olmasını bizim tercihlerimiz belirleyecektir. Havamıza, iklimimize, çevremize ve dünyamıza dair temaşa ettiğimiz, rayihasını aldığımız her güzellik, içimizdeki dünyayı da tezyin edecektir. Son tahlilde havamıza, çevremize, dünyamıza sabit kadem bir üslupla hassas yaklaşım göstermemiz, doğru işler yapmamız vazgeçilmezlerimizden olmalıdır. Emek verilmiş, güzel bir eser vücut bulmuş. Bilgilenerek ve keyif alarak okudum. Tavsiye ederim. İyi okumalar.
* "Cemre Düştü Yaz Göründü" Yazar Vedat Güneş’in hava, iklim, meteoroloji konularını ele aldığı araştırma türünde eseridir. Yükseliş Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturulan eser, yüz elli iki sayfa hacmindedir. Kitabın ilk baskısı Şubat 2017’de yapılmış. Yaklaşık doksan yazı ve üç bölüm şeklinde tasniflenmiştir. "Cemre Düştü Yaz Göründü" kitap isminin, "Takke düştü kel göründü" sözüne mülhem verilen bir isim olduğunu anlıyoruz.
İlkay Coşkun
05.08.2024
Yazar Vedat Güneş
1964 yılında Ankara’nın Beypazarı ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Beypazarı’nda, liseyi Ankara Meteoroloji Teknik Lisesinde tamamladı. 1984 yılında Meteoroloji Genel Müdürlüğünde memur olarak göreve başladı. A.Ü. İşletme ve Sosyoloji bölümlerini okudu. Birçok ilde memur ve idareci olarak görev yaptı. Hâlen Meteoroloji Genel Müdürlüğünde Müşavir olarak görev yapan Güneş, kişisel gelişim konusunda eğitimler aldı. Birçok kamu kuruluşunda “Verimli Çalışma Teknikleri ve Zaman Yönetimi, Protokol Kuralları, Beden Dili, Kamu Kurumlarında Etkili İletişim ve Motivasyon, e-Devlet Uygulamaları, Toplum Önünde Söz Söyleme Sanatı, Herkes İçin Genel prensipler, Hayata Dair Hayatın İçinden, Yöneticilerin Yönetimi ve Yöneticilik.” seminerleri verdi. Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Vedat Güneş, üç dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Birçok dergi ve gazetede yazı, şiir ve öyküler yazdı, meslekî çalışmalar yaptı. Güneş, evli ve üç çocuk babasıdır.
Eserleri:
Şiirli Dakikalar, Beypazarı Belediyesi Kültür Yayınları-1,1998
Gözlerim Orman Yangın, Günce Yayıncılık, Ankara,1999
Şiirimizde Kırşehir, Kırşehir Valiliği Yayını, 2009
Kırşehir, Nevşehir, Aksaray iklimi, MGM Elektronik Yayın, 2009
Müdür Müdür Müdür? Yükseliş Yayınları (3. Baskı), Ankara, 2019
A.Vahap Akbaş Kitabı (İ.Eryiğit ile birlikte) Türkiye Yazarlar
Birliği Yayını Ankara 2015
Hoşça Bak Kendine, Şiir ve Öykü Terapisi (A.Karafilik’le
Birlikte), Yükseliş Yayınları (2.baskı), Ankara, 2016
Cemre Düştü Yaz Göründü, Yükseliş Yayınları, 2019
Hoşça Bak Aşkına, Şiir ve Öykü Terapisi (A.Karafilik’le
Birlikte), Yükseliş Yayınları, Ankara, 2019
Bir Sen Bilirsin, Poem, Yükseliş Yayınları, Ankara, 2021
"Babama Mektuplar" Yükseliş Yayınları, Deneme, Mayıs 2022
---------------------------------------
Yoldaki Mühendis
"Yoldaki Mühendis" Filistinli Kassam komutanı Abdullah Galib Bergusi’nin otobiyografi türündeki eseridir. Kitabın ilk baskısı Haziran 2021’de yapılmış. Benim okuduğum ise Ekin Yayınları etiketiyle yayınlanan yirminci baskısıdır. Kasım 2023’te okurlarıyla buluşturulmuş. İki yüz sayfa hacmindeki kitabın Türkçe çevirisi, Abdulvahap Kösesoy tarafından yapılmış. Eserde, güvenlik gerekçesiyle bazı gerçek isimler yerine takma isimlere yer verildiğinin notunu düşmek istiyorum. Bu otobiyografik eserin bazı bölümleri, yazarın kızı Tâlâ’ya yazdığı mektuplar üzerinden şekillenmektedir.
Filistin asıllı Abdullah Bergusi, 1973 yılında Kuveyt’te doğmuştur. Her ne kadar Filistin ile bağları, gidip gelmeleri sürekli olsa da Kuveyt’te iyi bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Daha çok ilk intifada * ile ailesiyle beraber zor durumda olan vatanı Filistin şartlarında hayatları şekillenmiştir. Bu süreçte Filistin’deki Bayt Rifa köylerindeki dede evlerine daha sık gidip gelmeye başlarlar. Doksanlı yılların başlarında gerek savaş şartları gerekse de ekonomik nedenlerden dolayı Ürdün’ün Başkenti Amman şehrine yerleşirler. Ürdün’deki işlerinin zora düşmesi nedeniyle bir arkadaşının önerisiyle Güney Kore’ye çalışmaya gider. Burada değişik işlerde çalışır. Ama aklı daha çok Filistin vatan toprağındadır. Kore’de ek olarak silah ve keskin nişancılık kursları alır. Hem patlayıcı için gerekli özel elektronik malzemelerin hazırlanması hem de patlayıcı maddeler hazırlanması konularında kendisini eğitir. Beden kuvvetini daha da sağlamlaştırma adına Kore’nin en eski sporlarından biri olan tekvandoyu öğrenir. Burada bulunduğu sırada Koreli bir bayanla uzun olmayan bir evlilik yapar. Bu süreç boyunca Kore diliyle beraber bildiği dil sayısını dörde çıkarır. Çok dayanamaz ve bir zaman sonra vatanı Filistin’e döner. Kendi köyünden Filistinli bir hanımla evlilik yapar. 1999 yılında ilk çocuğu Tâlâ kızı dünyaya gelir. Daha sonrasında da oğlu Usame ve diğer kızı Safa dünyaya gelir.
Vatanına döner dönmez Kassam Tugayına katılır. Beceri ve yetenekleriyle komutanlığa kadar yükselir. Bu süreçte Kassam’ın gizli iletişim hattının kurulmasına öncülük eder. Şehadet operasyonlarını yöneten beyin takımı içerisinde görevler üstlenir. Kahramanımız yakalanmaktan çoğu kez kurtulsa da bir ihbar sonucu 2003 yılında tutuklanır. İlk önce Filistin yönetimi hapishanesinde tutsak edilir. Bu direniş yolculuğunda, Siyonist düşmana karşı 118 operasyonu planlamak ve uygulamaktan yargılanır. Tam tamına 67 kez müebbet ve 5200 sene hapis cezasına çarptırılır. On sene tek kişilik karanlık hücresinde kalır. Bu süre boyunca 10’un üzerinde kitap yazar. 2012 yılından sonra da anılarını yazar ve bu kitap kisve-i tab’a bürünür. Bu genel çerçeveden sonra ayrıntılara geçelim izninizle.
Gerek Filistin gerekse de İsrail’de olan kimi yer isimlerine de yer verildiğini, anlatımlarda geçtiğini görmekteyiz. Kudüs ve Mescid-i Aksa başta olmak üzere Ramallah, Eriha, Bîra, Nablus, Beyt Lahm, El-Halil, Halilu’r Rahman. Bi’r Seb’a Hapishanesi, Siyonist hapishanelerinden Rimon, Cal’un ve Avfer. İsrail’in yurtiçi gizli servisi "Şin Bet" gibi çokça isme anlatımlarda yer verildiğini görmekteyiz.
Bunlarla beraber şehadet şerbetini içen Filistinli bazı değerlere de yer verilir. 1935 yılında Şehit edilen İzzettin Kassam ve yanındaki arkadaşları bunların başında gelir. Şeyh Ahmed Yasin’in şehadeti bir diğeridir. Ahmed Yasin’in 22 Mart 2004 tarihinde tekerlekli sandalyesiyle sabah namazını kıldığı camiden çıkarken Siyonist rejim tarafından hava saldırısıyla şehit edilir. 2012 yılında Siyonist rejimin aracına düzenlenen saldırıda şehit edilen Hamas’ın Genelkurmay Başkanı olarak bilinen Ahmet Said Caberi bir diğeridir. Ayrıca Kassam’ın direnişçi Mühendisi Yahya Ayyaş’ın 1996’da şehit edilmesi ve Eymen Heleve’nin, Mahmud Ebu Hennûd’un, Mecdi Bergusi gibi şehadet örneklerini verebiliriz. Allahu alem bunlar gibi isimlerini sayamayacağımız tanınmış veya tanınmamış şehadete ulaşanların çokça olduğunu biliyoruz.
Ayrıca Filistin davasının dönüm noktalarına göndermelerde bulunulmaktadır. Bir yerde İsrail’in kurulması ve ondan öncesi Balfour Deklarasyonu’ ** en önemlilerindendir. Bu durumu şu şekilde ele alır yazar. "Yeryüzünün en temiz topraklarını işgalci Siyonistlere veren alçak Balfour Deklarasyonu’dur" (s. 30) İşgalci İsrail devletinin kurulması (1948) Nekbe (Büyük Felaket -1948 savaşı), Nekse (Toprak Kaybetme Günü- 1967 savaşı), Oslo görüşmeleriyle 1993-1995 yılları arasında şekillenip Filistin’e dayatılan fesat, bozguncu Oslo Özerk Yönetimi olarak nitelendirilen yapı. Bunlarla beraber, Birinci İntifada, 1987-1993’te gerçekleşmiş; İkinci İntifada *** ise 2000-2005 yılları arasındadır. Üçüncü İntifada da 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugaylarının, İsrail geneline geniş çaplı saldırısı ile başlayan savaşıdır.
Kitapta Filistin kültürüne ve söz varlığına dair kimi örneklerle de karşılaşmaktayız. "Hak ve doğruluk, düşmanın bizzat gördüğü ve şahit olduğudur" (s. 18), "Odun ve boğulan ateş isyan eder, Hakk’a dil uzatan herkesi Hakk perişan eder" (s.24), "Yenilgiye mahkûm düşmandan sakın çekinme" (s.77), "Buluşların annesi ihtiyaçlardır" (s. 99), "Bizler gireceğimiz savaşları seçemeyiz, bilakis bizleri seçen savaşların ta kendisidir", "Göze göz, dişe diş. Hiç kimse şerri başlatandan daha zalim olamaz" (s.168), Ayrıca Filistin’de şehit olanlar için düğünler tertip edildiğini ayrıntılarıyla öğreniyoruz.
“Yoldaki Mühendis” kitabında, Siyonistler başta olmak üzere zorba ve tağutî anlayışlara hep bir karşı duruş yer almaktadır. İzzet ve şeref toprağı haysiyet ve onur yurdu, direnişin ve savaşın merkezi Filistin’in özgürlüğü her şartta ve zamanda üstte tutulmaktadır. Kahramanın kısaca hedefi, Filistin’i Siyonist İsrail’den ve Oslo Yönetiminin bozgunculuğundan kurtarmak olarak nitelendirilir. Anlatımlarda daha çok Siyonist düşmanın müstekbir ve tekebbür yaklaşımları ile dost ve bizden denen taraflardan görülen küstahlıklara karşı buğz yer almaktadır. Son olarak, Nisa Suresi’nin 74. Ayeti ile yazımızı nihayetlendirelim. "Dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük mükâfat vereceğiz"
* İntifada, “silkinme” anlamına gelen Arapça bir kelime. Filistin bağlamında sivil ayaklanma olarak anlaşılıyor. İlk İntifada 1987 Kasım’ında Gazze’de bir İsrail kamyonunun Filistinli işçileri taşıyan iki minibüse çarpıp dört kişiyi öldürmesi sonucu başladı. 1993 yılına değin devam etti.
** 2 Kasım 1917’de dönemin Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour, Siyonist harekete Filistin topraklarında Yahudiler için bir yurt vaat eden deklarasyonu imzaladı.
Lord Balfour, Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Jacob Rothschild’e gönderdiği mektupta şu ifadeleri kullanmıştı: “Majestelerinin Hükûmeti, Filistin’de Yahudiler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.” Mektup, 1948’de İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşı olarak görülüyor. Filistin halkının varlığını ve en temel haklarını hiçe sayan bu deklarasyonun ardından yapılan girişimlerle Filistin, Yahudi göçmenlerin yerleşimine resmen açıldı.
*** İkinci İntifada, diğer adıyla Aksa İntifadası, 28 Eylül 2000 tarihinde ana muhalefet partisi Likud’un lideri Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya yaptığı provokatif ziyaret ve ardından 29 Eylül Cuma günü Başbakan Ehud Barak’ın polis ve asker gücünü Harem-i Şerif’e yığmasıyla başlayan Filistin halkının İsrail’e karşı topyekûn başkaldırısıdır. Tankları, uçakları ve savaş gemileri ile tam teçhizatlı bir orduya Filistinli gençler ve çocuklar taş, sopa ve sapanlar ile karşı koymaktaydı. İntifada sırasında İsrail, çok sayıda insan hakları ihlali yapmış ve savaş suçu işlemiştir: asker-sivil ayrımı yapmaksızın aşırı güç kullanımı, kasıtlı öldürmeler ve yaralamalar, sivillerin hareket özgürlüğünün kısıtlanması, sokağa çıkma yasakları, evlerin, mülklerin ve altyapının tahrip edilmesi, eğitim faaliyetlerinin ve sağlık hizmetlerinin engellenmesi, Filistinlilere ait toprakların gaspı, mahsullere zarar verilmesi, yargısız infazlar, gelişigüzel kitlesel gözaltılar ve tutuklamalar, işkence…
İlkay Coşkun
13.08.2024
----------
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.