- 251 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü
Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü
"Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü" Yazar Sinan Ayhan’ın Ekim 2023’te, Kdy Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu onuncu kitabı. 2021-2023 yılları arasında farklı aylarda da olsa bir batında birden çok kitabın okurla buluşturulduğunu görmekteyiz. Yüz yetmiş dört sayfalık kitap, altı bölümden oluşmaktadır. Anadolu teması, metin kurucu ve sezinleyici bir üslupla yol almaktadır. Konu dâhilinde daha çok kısa yazılardan müteşekkil derinlikli bir anlatım olduğunu söyleyebilirim.
Yüz adımda yeryüzü serisinin ilk kitabı olan "Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri" 2021 tarihinde okurlarıyla buluşturulmuş. Serinin ikinci kitabı "Anadolu: Bu, Harlı Irmağın Önü" bütünlüğün devamı açısından daha da önem arz etmektedir. Anadolu, tarihiyle, kültürüyle ve dini motifleriyle bir kilim gibi nakış nakış işlenmektedir adeta. Anadolu konusu muhteviyatı bakımından her yönüyle şamil başat bir konu hüviyetindedir. Ayrıca Anadolu üzerine ve Anadolulu olma perspektifinde kaleme alınmış bütünlük dikkat celp etmektedir. Yazar, şifacı yeniliğin ikinci örneğini Anadolu olarak görür. İlki de Afrika’dır. Anadolu, has bir ana kucağıdır. Güzel ahlâkın coğrafyası, güneş ülkesidir Anadolu. Ayrıca "Cennet, annelerin ayakları altındadır" Hadisi Şerifiyle bağ kurulup Anadolu’nun analığına vurgu yapılır. Bu özellikten dolayı da yazar, bu kitabını annesine atfetmiştir.
Bu kitaptaki yazılanların şiirden ziyade düzyazı gibi davrandığını söylesek yanlış olmaz. Düzyazı ve manzum eserin ötesinde arafta bir yerlerde, daha çokta yazarın kuramı olan "Bileği Metni"nin bir numunesi diyebiliriz. Yazar Sinan Ayhan’ın eserlerinde işlediği “Bileği-Metni” yani “cevher söz” kuramının izlerini bu kitapta da görmekteyiz. Yazar bu bakış açısını “girift hâl, tefekkürde derinlik ve mutmain kalp” perspektifinden derinleştirir ve açılımını daha da genişletir. Gerek kitabın önsöz yazısında gerekse de kitabın içeriğinde bu durum şamildir. Ayrıca Yazar, "Bileği Metni"ni ileri bir yazım tekniği olarak da tanımlamaktadır. Bileği Metni’nin henüz tam olarak anlaşılmamış olduğunun da altını çizmektedir.
Yazılarda yer alan isimlerde de kelimelerde de Anadolu’nun zenginliğini taşıyor adeta. Yer yerde olsa okuru sözlük kullanmaya, hafızayı yoklamaya dayalı bir ihtiyaç hâsılı durum oluşmaktadır. "Merkantilist (ticaretçilik), derç (alma, toplama), masif (som), anjelik eriği, iğne deliğinden geçen deve tözü, dıkşan, vezüv (İtalya’da yanardağ), bulamaç, palimpsest (parşömen kâğıt), kreşendo (ses yükseltme), batlamyus (Roma dönemi matematikçi), izgeç, reosta (elektrikte akım değiştirici), kodeklem, perikles (Atinalı soylu bir asker), drahoma (kızın ödediği başlık parası), parsifal (bir opera çeşidi), sud (kâr, kazanç), ahbaz, geno (ırsi), necah (kurtuluşa erme)" gibi bir kısım isim ve kelimeleri buraya taşımış olayım en azından.
Kitabın içeriğine bir göz atacak olursak; Yazar, ilk bölümde yüz adımda, yüz başlık altında Anadolu’nun birçok özelliğine ve değerine soyut ve somut kavramlar üzerinden anlatmaktadır. "Anadolu - Sürgün, Anadolu - Kadın, Anadolu - Süngü, Anadolu - Dünya Teni, Anadolu - Kalem ve Kılıç, Anadolu - Nakkaş, Anadolu - Yaslı Dağlar, Anadolu - Kör Talih, Anadolu - Kızıl Gerdan, Anadolu - Tarhana, Anadolu Isırgan Bir Güneş, Anadolu - Ön Türkler, Anadolu - Çeşmeler, Anadolu - Papatya, Anadolu - Çömlek, Anadolu - Salkım Söğüt, Anadolu-Otağ, Anadolu - Yas, Anadolu-Öncül, Anadolu - Taş" gibi bir kısmını örneklediğim konuların açılımlarının yapılarak işlendiğini görmekteyiz. Devamında ikinci bölümde, on adımda Anadolu, daha farklı bir perspektiften ele alınıp işlenmektedir. Üçüncü bölüm, önceki bölümlere bir ekleme hüviyetindedir. Dördüncü bölümde yazar, "albatros, Sümela, ateş ve barut" gibi Anadolu’nun eski zaman hikâyelerine bir yolculuk yapmaktadır. Beşinci bölüm de "Anadolu- Oğul Veren Kovanlar" yazısıyla adeta bir özet ve bir final yapılmaktadır. Altıncı son bölümde ise yazar, kendi sezgilerini, bakışını, ruh çözümlemelerini görmekteyiz. Bu son bölüme daha çok serbest tarzda yazılmış yazılar desek de yeridir.
Yazarın yazım biçeminin ve konu anlatımının görülebilmesi adına kitapta yer alan ilk bölüm ve son bölüm yazılarından birer tanesini buraya taşımak istiyorum izninizle. "Yüz Adımda Yeryüsü Serisi 2: Anadolu - Salkım Söğüt" yazısı şu şekildedir. "...duvar saatlerinin dili var söğüt ağaçlarında, ne zaman bir seyri işgal etse gönlüm, bir dere çizer karşı yakaya, aklım takılıp kalır dere kenarlarında salkım salkım sallanan söğüt ağaçlarına, o zaman bir sedirde yeşil bir uykuydu çocuk gözlerim, uyurdum, bir güneş de benimle uyurdu; uykusu çözülmemiş bir dilde, saat de duvar da onundu..." (sayfa 55) "Mesafemiz Ne Kadar" son bölüm yazısının içeriği ise şu şekildedir. "...mesafemiz beş taş oynayan çocukların ölçü taşları kadar, uçan demirlerin havaya bıraktığı iz kadar; bir ağ atıyorsun olanların üstüne, hâkimiyetin rüzgârda toz, rüzgârda kül kadar: bir fındık ağacına tırmanan acı su sisleri ufku tutmadan boğazımda düğümlenen söz kadar; bütün tülleri geçtik, mesafemiz yine aramızdan çekilmeyen tül kadar, göğe doğru yükselen öğün kadar..." (sayfa 173)
Son tahlilde, bilinç giyindirilmiş bir Anadoluluk portresi çıkıyor ortaya. Okurun zihnini açacak şekilde çok boyutlu yaklaşımlarla konu irdeleniyor. Daha çok sofistike nüveler barındırılmaktadır satırlarda. Tabi ki de bu hikemî tarzda ki bir anlatımla ele alınmaktadır. Hakikati ıskalamayan bir surette portreleniyor bu olgu. Yazarın duyumsamalarıyla beraber, hüzün ağrısı ve huzur duasını da görmekteyiz. Bu gün tevarüs etmiş bu kadim kültür ve medeniyetin aktarıcıları olarak bizlere büyük sorumluluklar düşmektedir. Ayrıca gelecekte Anadolu yeni yeni yüzlerle ve yeni yaklaşımlara mülaki olacaktır. Bulunduğumuz coğrafyanın, iklimin taşıdığı, barındırdığı medeniyetlerin ve kültürlerin bir süreği olarak Anadolu mümbitliğini ve ekosistemini yaşamaya ve yaşatmaya devam edecektir. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
12.11.2023
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 122, Ocak 2024
------------------------------
Meşe Bakkaliyesi
Soğuk bir kış günü, karın yağmakta hiç de ihtiyat etmediği soğuk mevsimlerden geçmektedir. Memuriyete yeni atanan Ahmet, şark görevinin garipliğinin yanında, kültür farklılığının zirvelerini de görmektedir. Bıyıklarında terlememişlik, üzerinde ayrı bir toyluk seremonisi taşımakta. Ergenliği sırtlanan aşk-meşk iştiyakı yanında, yirmili yaşların maaş imkânı dahi bir ferahlık hasretmemiştir. Deveye demişler ki; yokuşu mu seversin yoksa inişi mi? diye. Düzlüğe kıran mı girdi dediği gibi beklentiler hep olumlu cihetlerde yaşanmıyor maalesef. Hayatındaki tercihlerde hep bir ters taraflar hep bir ters gidişler yok değil maalesef bir taraftan.
Doğu Ekspresi ile uzun ve yorucu bir tren yolculuğuydu yaşadığı. Kars’a ulaşmasını şimdilerde yaşasaydı bol bol öz çekimli, kültürlü, coğrafi ve bölgesel bir gezi addedecekti yaşadıklarını ama bu da olmadı maalesef. O yıllardaki tren yolculukları meşakkatli bir o kadar da tadı bölüşmenin güzelliğinde değillerdi. Bu yer değişikliğinde yeni memur Ahmet’in iş arkadaşları vardı var olmasına ama hepsi de kendince buyruk, tarafeyn ve hatta devleteyn gibiydiler. Kendi mecrasında olan Ahmet, dar alanda top koşturan bu tavrıyla hiç kimseyi rahatsız etmeme munisliğini taşımaktaydı. Ahmet’in daha çok olanla yetinmişliği ve insanlarla kavga etmeyecek kadar az teması halinde bir tavrı da vardı elbet. Ayrıca üstüne üstlük dairede keko damgası yiyerek de ötekileştirilmişti. Bütün bu zihinsel yetilerinin kısacık zaman diliminde dumura uğraması ayrı bir netameli konu olmuştu. Böyle zor anlarında bu hissiyatla, rahmetli dedesinin "pancar tarlasında orkide bitmez oğul" sözü sık sık aklını yoklamaktaydı neyse ki.
Yalnızlık, gariplik ve hatta aşksızlık kaylüleye yatırmıştır Ahmet’i. Ne zaman kendi içine doğru yürüse hafakanlar basmaktadır. Susuzluk, kaşgalar, kış boyu sımışkalar, camilerde dualı taşlar, etrafta Terekemeler, Azeri ve Kürt mozaiği derken bu listeyi uzattıkça uzatabiliriz. İşte böyle bir ortamda çıktı bakkal serüveni Ahmet’in. Maaşının önemli bir kısmına ortak ettiği Meşe Mahalle bakkalıdır bu mekân. Hazır müşteriye kavuşan bakkalcı Hasan ve yaşlı babası Şükrü Amca da Ahmet’in yoldaşlığına ortak olmuşlardır. Meşe Bakkalı hem lokantası hem de abur cubur merkezi olmuştur. Hatta engelli ve yaşça kendisinden daha büyük olan Hasan’a yardım eder olmuştu. Müşterilerin istediği kadar beyaz peynirler, helvalar, zeytinler tartıp satış dahi yapmaktadır. Bakkal Hasan ve Şükrü Amca’nın güvenini de kazanmış olmanın verdiği özgüvenle sanki Meşe Bakkalının bir çalışanı oluvermişti. Meşe Bakkalı, hatırı sayılır memura da hizmet vermektedir. Bir nevi bu sosyalleşme alanında giden gelen müşterileri gözlemlemektedir Ahmet. Bakkal camekânından soğukla ve yoğun kar yağışıyla birlikte beyazın galebe hâline dikkat kesilip en çok da Ruslardan kalma taş binalar ilgisini celbetmektedir. Beyazın uyumu ve raks hali gözlerinde oynaşmaktadır adeta.
Ahmet ile Hasan’ın dostluğu karşılıklı oynadıkları oyunlarını da doğurmuştur. Meşe Bakkalında satılan bir elma içerisinde kaç çekirdeğin olduğuna dair bir tahmin oyunudur. Uzak tahmini yapan, yakın tahmini yapana, öğüne göre yine Meşe Bakkaliyesinden karşılanan nevalelerle ikramı içeriyordu. Bir manada yarı kumar denebilecek bir oyun. Ahmet’in yüreği ile hayat şartları arasındaki sosyalliği bu aktiviteler belirlemekteydi. Bekâr olan Hasan’ın, Ahmet’i de yanına alarak kale evlerinden birine eğlenceye gitmeleriyle devam eden bir yoldaşlık hâlidir bu durum. Bu eğlenceler, Hasan ile Ahmet’in yalnızlığına bir yama ile bir gövde gösterisi olmaktaydı. Eğlence sonralarının birinde bir hüzün geçidi yaşandı. Sözün kifayetsiz kaldığı Ahmet’in can arkadaşı, Meşe Bakkalının varisi Hasan’ın dünya yolculuğunun sonuna gelmesiydi. Belki de bedensel engelli hâli ömrünü kısa tutmuştur, kim bilir. Tövbe tövbe! Hayatın süresini belirleyen Allah’a imanımız tamdır. Ölüme yürek germe hâli gibi bir durum da değildir bu. Eşikte, kapının önünde soğuk bir ölümdür. Bu boyut değiştirme hâli hem zamanın üşümelerini yüreğine indirmiş hem de içindeki yalnızlık ulumalarını artırdıkça artırmıştır. Ahmet ne öğrendi bu dünyadan ve ne öğrenecek bu ölümden bilinmez ama zamanın verdikleri ve aldıklarıyla yüzleşip koşabilmesi gerektiğinin farkındadır.
Kars yerlilerinden olan arkadaşı Hasan’ın ifadesiyle “Kars Kalesine bir kez olsun çıkan, hayatının başka bir evresinde Kars’a illa ki bir defa da olsa geri gelir” sözü, Ahmet’in heyecanını ve korkusunu derinleştirmiştir. Böğrü yanık hayatında, gönül seyyahlığı gibi bir durum değildir bu hâl. Olsa olsa yeniden Doğu’ya gidebilirim’in heyecanını ve hatta korkusunu yaşamaktadır. İşte yıllardır batıda tayin bulunan Ahmet’i, Meşe Bakkalı rüyasından uyandıran bu korku, hayatı “zalim felek” telakki etmesinden geliyor olmalı belki de. Meşe Bakkaliyesinde oluşturduğu sığınak ve yakaladığı huzur aşkına uyumaya devam etmektedir tekraren. Ahmet’in, zamanın yek ahenk akışı içerisinde daha çok mazi ve anılarına karşı bu uzun oturuşu, Hasan’ı hatırlayışı ilk kez olmayacaktır.
İlkay Coşkun
06.07.2023
Tastamam ve Şeybişey
İnsan daha çok malum olanı görüyor. Perde gerisinde olan sır daha az görünüyor. Estanteneyi, halukârdayı bu seyreklik kat ve kat değerliyor olmalı. Aşinalıkta sır çözülüyor, giz yok oluyor. Bir gövde gösterisi yapılan şu hayatta, tastamamcı ve garanticidir kimi insanlar ki tıyneti bunu gerektirir. Başka bir cihette de şek ve şüpheye mahal veren muğlaklıkta gel-gitler... Sonunda hayatın kahramanlığını taşıyan bütün karakterler, biri Türk mavisi turkuaz diğeri de dinî sosyallikte bir hayat oluyor. Ağzı dualıdır ikisinin de biri sadece duaya biraz geç geçer, ihtiyarlık da diyelim. Diğeri de birazcık itiraz ehlidir. Dönem dönem kimsesizlikleri olmaktadır elbet ama şükürcüdürler. Vara yoğa muhalefet etmeyi severler. Sanki bir görev hüviyetindedirler. Her ikisinde de doğrucu davutluk yok değil. Mayalarından gelir bütün bunlar besbelli. Ama Allah’ın sanatının üstüne başka bir sanat yoktur anlayışından taviz vermezler.
Biri katıdır diğeri şüpheci. Aksa ak kara ise karadır. Diğeri hep ara renkleri de kollar. Belki ola ki neden ki gibi birçok ihtimali tevarüs eder. Belki de eksi artı gibi, köşe kenar gibi, iç dış gibi tamamlayıcı olmasındandır bunlar. Bir denge hâli. Öznel bir ilişki ağında yani, hayatın tam göbeğinde. Ama her ikisi de kırbaç izlerini taşırlar. Hayat yorgunluğu da denir buna. Kiminin zihninde kiminin belinde. Zulalarında mütebessim çehreler istiflenmiştir. Tastamam kuralcıdır ama pencere ve kapıların hep içeri açılması gibi kuralları yoktur. Birbirlerinden hazzetmez değillerdir. İçleri ve dışları dağınıktır biraz.
Bir eski zaman dervişi değillerdir. Çok bir kitap yalamışlıkları da yok hani. Kızdıkları da neşeleri de olmuştur. Taşıdıkları sadece ağırlık değildir. Avamca sırlanacaklar desek de yeridir. Hayatı çok ciddiye almayı da matah görürler, asıl olan ölümdür bildikleri. Kendinden dışarı yürüyen hikâyesi çok da ağır olmayan zamanlardan geçmiş kişiliklerdir. Fazla ciddiyet, boş verememe biraz da Rodin heykeline dönüşmüşlük hâli. Mükemmeliyetçilik sopasını yutmuş gibidirler bir taraftan.
Belki de hayat, zamanla müdavimini kendine daha da muhkemleştirip tik oluşturuyor olmalı. Her lafı getiremediğinde şey, hım, şeybişey gibi çokça takıntı buluyor kendine. Birazını yaşına yorsan da kalanına ne demeli. Herkesin pazarda sergilediği bir meziyeti var ama pazarda müşteriler hep türlü türlü nedense. Bu hayatlar işte Tastamam Osman ile Şeybişey Hüsnü’nün içine tik kaçmış hikâyesi olmalı.
İlkay Coşkun
23.07.2023
“Cansız” Kitabında Canlı Bir Anlatım
“Cansız” Yazar Sinan Ayhan’ın yeni bir anlatımla yola çıktığı, bulduğu yöntemi denediği, şaşırtıcı yeni bir romanı. Yazar, giriş yazısında bu anlatımını “bir anti-roman tarzı” olarak mütalaa etmektedir. En azından bazı yazarların has görevi olarak görülen, farklı anlatım tarzlarını bulmaları, denemeleri ve geliştirmelerine yönelik önemli vurguları taşımaktadır. Bunu da yazarın “bileği metni” * kuramının bir alt versiyonu olarak da görmemiz mümkün. Gerek giriş yazısında gerekse de son bölüm yazısında “Cansız” ifadesinin mahiyeti, yazarın ‘cansız’a bakışının kritiği etrafında kümelenmiş gözüküyor. Yazar farklı söyleyiş, farklı tarz ve buluşlara yönelik hemdert bir ortaklığı taşımaktadır desek yeridir.
‘Cansız’ romanının ana omurgası farklı bir tarzda inşa edilmiş, ‘otobüs’ kurgusunu ve bununla ilintili olarak bilgi toplama evresini içermektedir. İlginç bu otobüs metaforu ve serüveni, kitap okununca ancak daha ziyadesiyle anlaşılacaktır. Romanın ayrıntılarına değinecek olursak; yazıların ilk bölümü, “Yırtık”, “doğum”, “sınır”, “yayılma”, “sancı”, “okuma, yazma”, “dağılım/ oranlama” şeklinde yedi bölümde tasniflenmiş gözüküyor. Yazıların içeriğinde, anlatımların devamında verilen kelimelerin gerek gerçek anlamları üzerinden gerekse de yazarın muazenesi perspektifinden kelimelere içten bir bakışla yaklaşılmaktadır. Yer yer de yazar bazı kelimelere anlamlarının dışında apayrı anlamlar da yüklemektedir. Bunların birkaçını da olsa burada örneklendirelim. “Irmak” kelimesinin ismini şu şekilde tanımlar yazar. “Irmak: Üzerine köprü kurulabilen beş duyuda akıcı madde”. Başka bir kelime, “Hoşgörü: Kötünün içine işlemiş ak damla”, “Kravat: Resmi tavır... Memur bayrağı”, “Bıçak: Kesmek için eğitilmiş demir”, “Önsöz: Kasıntı repliği; bir yazının mimik göstermesi, tavır takınması”. Bunun gibi kelimelere daha çok bilinen anlamları ve işlevleri üzerinden ve yazara özgü bir tanımlama bütünlüğünde yaklaşıldığını söyleyebiliriz. Bunlarla beraber bazı kelimeleri, yazarın kendi türetmiş olduğunu ve bambaşka anlamlar yükleyerek yeni kavramlara ulaşmaya çalışmış olduğunu da söylemek mümkün. “Süpü, Vatka, Karartama, Perendeler” gibi birçok kelimede bu durumu görmekteyiz. Bahsi geçen bütün bu kelime ve kavramlar ‘bilgi toplama evresini’ oluşturmaktadır.
Yazar Sinan Ayhan yeni buluşları ve yeni yazma denemeleriyle, farklı bakışları ve melez yaklaşım tarzlarıyla okura farklı pencereler açmaya devam etmektedir. İlginç ve farklı olan bu tarz; okuru içerisine alarak yazılanlara alıştırmakta ve kanıtsatmaktadır adeta. Kelimeler ve anlamları üzerinden farklı ırmaklara yol vermektedir. Yazarın başka bir tespiti de şu şekildedir: “Alışveriş yaparken ne kadar düğmeli giysi aldığınıza bir bakın eğer düğmeleri olmayan giysiler almışsanız sizin hiçbir şeyle bağınız olamaz, hiçbir gölgenin altında kalamazsınız, o halde siz mutlaka su katılmamış bir bohemsiniz”. Ne kadar farklı bir bakış açısı ve okuru durup düşünmeye iten satırlar, değil mi?
Yazar Sinan Ayhan’ın yazdıklarını, sorumlu ve yapıcı bir boyutta, yaşadığı çağın kalıplarına kafa tutar bir anlayışta görebiliriz. Daha çok izi sürülecek ve buluşları olan şair ve yazarlardan olacak gözüküyor. Hz. Mevlana’nın dediği gibi; “Her gün bir yerden göçmek ne iyi, bulanmadan donmadan akmak ne hoş, her gün bir yere konmak ne güzel. Dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar laf varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünün canlı bir örneği desek Yazar Sinan Ayhan’ın yazdıklarına, yeridir. Bilgileneceğimiz, buluşlara, yeni tarzlara şahit olacağımız, yer yer şaşkınlık yaşayacağımız ve okudukça kanıksayacağımız ve elbette zamanla anlayacağımız Sinan Ayhan kitabını okumaya buyurunuz efendim. İyi okumalar.
* Çakmak taşı, bileği taşı neyse; kelime ve anlam dünyasında bir izdüşüm olarak “Bileği Metni” de o… Yani bıçak bileniyorsa, metni bileyen bir şey, bir hal, bir düşünce, bir tarz, bir tür de olabilir… Çakmak taşı ateş yakıyorsa, bu tarzın metni de ateş yakma, kalplerde kor olma aracı olabilir… Rimbaud’ya göre o hal, “ateş hırsızlığıdır…” Aşka sürtünen aşk olsun, metne sürtünen o sırlar içinde o metin olsun…
-------------
“Benim Adım Süheyb” Filistin Üzerine Bir Gençlik Romanı
"Benim Adım Süheyb" Yazar Halit Yıldırım’ın, Filistin’de yaşanan insanlık dışı olaylar kapsamında -bir gençlik romanı- mottosuyla yayın hayatına dâhil ettiği eseri. 2024 tarihinde, Yafes Kitap etiketiyle okurlarıyla buluşturulmuş. İki yüz yirmi dört sayfa hacmindedir. Dikkatimi en çok celp eden şey, roman dili ve anlatımının merak duygusunu hep canlı ve diri tutmasıdır. Anlatımda verilen her bir esrar aynı oranda çözümleme aşkınlığına taşındığını da söyleyebilirim.
Geleneğimizde de olan münazara uygulamasını romanın ana omurgasından birisini oluşturmaktadır. Futbol ve okçuluk diğer bir ana tema hüviyetindedir. Roman başkahramanı gencin, isim benzerliği üzerinden, Hz. Süheyb güzergâhında da bir yol alınmaktadır. Hz. Süheyb ile beraber Filistin ve Araplar konusuyla beraber daha geniş anlamda Müslümanların meselelerine dikkat çekilmektedir. Filistin ve Araplar üzerinden daha çokta Müslümanlara yönelik kimi iftiralara varan, yanlış muharref anlayışlara karşı cevaplar verilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Bir nevi roman tekniği ile maneviyat ve uhreviyat üzerinden de yol alındığına da şahitlik ediyoruz.
Süheyb, İstanbul’da ailesiyle beraber yaşayan Bafralı bir gençtir. Bir üniversitenin tarih bölümünde okumaktadır. Ayrıca futbol oynamakta ve okçuluğa ilgi duymaktadır. Futbol turnuvası vesilesiyle İstanbul’dan Çorum’a gelmesiyle roman apayrı noktalara taşınmaktadır. Süheyb-i Rûmî isimli Sahabenin Çorum’da medfun olması ve görülen rüyalar genç Süheyb’i heyecanlandırmaktadır. Süheyb’in yıllar önce anne ve babasının da yolunun Çorum’a düşmüş olduğunu öğrenmesiyle beraber roman daha da heyecan taşımaktadır. Süheyb’i "Tekke çocuğu” olarak nitelendiren annesinin Çorum’daki büyük sırrı nedir? Nilsu arkadaşının Süheyb’i Arap ismi olması sebebiyle istememesinin gerekçeleri nelerdir? Süheyb ismi yerine Süha ya da Suphi isimlerini neden önermektedir? Süheyb ismi üzerinden Arap ve Müslüman karşıtlığı yapılmasıyla devam eden serüven hangi noktalara taşınacaktır?
Roman başkahramanı Süheyb’in yanında romanda geçen diğer isimlere bir bakacak olursak; Süheyb’in on sene önce kaybetmiş olduğu babası Sinan Bey, annesi Selma Hanım, babaannesi Hasibe Hanım, dedeleri Laz Ahmet ve Hacı Hasan Efendi, halası Ayşe Hanım, arkadaşları Çorumlu olan Zeynep, diğer arkadaşı Nilsu, okçuluk hocası Esra Hanım, kantinci Hayri abi, Ferguson Tarık, Hıdırlık cami imamı Emir Efendi, Tarık abi, Kemal Bey, Ethem Erkoç Hoca, Aylin, Ömer, Yücel" gibi isimlerin öncelikli olarak sıralayabilirim. Ayrıca ilginç bir şekilde romanın yazarı Halit Yıldırım, eşi Nurhan Hanım, Yazar Nuray Alper ve Turhan Candan Bey gibi kimi isimlerin romana dâhil edilmesini söyleyebilirim. Romanda, Çorum’a dair çok özelliği de öğreniyoruz. Çorum leblebisine aşinalığımız var ama Çorum’un bir de zahter çayı vardır. Çoruminia, Hattuşa Boğazkale gibi yerleri de bunlara dâhil edebiliriz.
Genç Süheyb’in, Süheyb isminin ne anlama geldiğine dair bir ödev hazırlamasıyla devam eden bir süreç yaşanmaktadır. Daha da önemlisi, karşıt fikirlerde olan Zeynep ile Nilsu arkadaşların, Filistin konusuyla alakalı okul içerisinde bir münazaraya tutuşmalarıyla devam edecek haraketli zamanlardır bunlar. Son yaşanan Filistin zulmüyle beraber ülkemizin, Filistin’i desteklemesi veya desteklememesi fikriyatları doğmuştur. Müslümanlar arasında birlik oluşturma anlayışı ile Müslümanlık adına Araplaşma temayülüne dur demek isteyen diğer anlayışın karşılıklı bir münazarası desek de yeridir. Ülkemizdeki kimi çevrelerin, Türkistan’daki zulme bigâne kaldıkları gibi birçok konuya da açıklık getirilmeye çalışılmaktadır. Daha genel anlamda roman tekniği üzerinden dünya Müslümanlarının önemli bir bölümüne münhasır sıkıntılar işlenmektedir. Ama şu bir gerçek ki romanda da anlatılan her çağın zorluklarına rağmen her Müslüman hiss-i adavet taşımamaktadır.1492 yılında gemilerle İspanya’dan Anadolu’ya getirilip kurtarılan Yahudiler bunun en güzel örneğinden birisi olsa gerek. Açılması gereken bir parantez ise, insanımızda ki marazi merhametin bazen başımıza büyük işlerde açmasıdır.
Çorum, Hıdırlık mevkiinde mezarları veya makamları bulunan Süheyb-i Rûmî Hazretleri, Ubeyd-i Gazi, Kereb-i Gazi, Yusuf-u Bahri, Abbas Kûlâhî gibi değişik zamanlarda yaşamış ve mezarları bulunan zatlar hakkında bazı bilgilerin de romanda yer aldığını görmekteyiz. Süheyb’i Rûmî Hazretlerinin İslam’la şereflenen 37. Müslüman olduğunu öğreniyoruz. Bazı rivayetlerde Süheyb Hazretlerinin, İstanbul kuşatması dönüşünde Çorum önlerinde Bizanslılar tarafından şehit edildiğini ve Çorum’a defnedildiği söylenmektedir. Başka bazı kaynaklarda ise mezarının Medine’de olduğu, Çorum’da sadece makamının olduğu yönündedir. Ayrıca Süheyb isimli sahabe üzerinden gerek yaşadığı dönem gerekse de Filistin ve Übülle şehri özelinde bağ kurularak roman farklı mecralara taşınmaktadır. Merak duygusunu fazla törpülememe adına bu bölümleri kısa ve özet geçiyorum izninizle.
Roman anlatımlarında yaşanmış bazı tarihi vakalar üzerinden de fikirler serdedilmektedir. Bunların bir kısmı şu şekildedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mısır’da on beş bin askerimizin gözlerini kör edenlerin Araplar değil, İngilizler ve İngiliz ordusunda ki Ermeniler olduğu vurgusudur. Bu konu ayrıntılı bir şekilde masaya yatırılmaktadır. Bunun yanında Osmanlıya isyan ettiği söylenen beş bin Arap askerin durumu, 1916 Kût’ül Amare Kuşatması, İngilizlerin, Arabistan Krallığı vaadine kapılan Şerif Hüseyin ile bu günkü yansımaları, tarihteki Nili örgütü ve liderleri Nili Sarah, 14 Mayıs 1948 de kurulan İsrail devleti ve devamında yaşanan süreçler, Araplar üzerinden yapılmaya çalışılan İslam düşmanlığı gibi birçok konuya değinilmektedir. Filistin üzerine son yaşadığımız İsrail zulmünü de içine alacak şekilde konu etraflıca ele alınmaktadır. Filistin’in sözde Ermeni soykırımını tanıdığı, Ermeni tehciri üzerine pul bastırdığı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tanımadığı, Doğu Türkistan’da Uygurlara yönelik zulme kayıtsız kaldıkları gibi pek çok konuda eleştiriler yapılmaktadır. Bu roman vasıtasıyla, bütün bu eleştirilere teker teker cevaplar verilmektedir.
Roman başkahramanı Süheyb’in ilgi alanı olan futbol ve okçulukla alakalı bilgilendirici ve doyurucu anlatımlarla da yol alınmaktadır. Romanda okçuluk üzerine teorik birçok bilgininde verildiğini görmekteyiz. Bunların bir kısmı şu şekildedir. "Okçu demek kemankeş demektir. "keman" yay çeken demek, "keş"te çeken anlamına gelmektedir", “Yay yapan ustalara kemanger, ok yapanlara tirger denmektedir”, “Okun ucundaki demire temren denir. Kirişin yaya bağlandığı yerlere toz denir. Eğer kemankeş, yayı kuvvetli çekip tozu koparırsa buna da tozkoparan denmektedir. Okçuların piri, Sahabelerden Sa’d b. Ebi Vakkas olarak bilinir" gibi pek çok bilgiler verilmektedir.
Son tahlilde, büyük bir dilemmanın içerisinde olan insanlığa karşı biz Müslümanların sözünün ve katkısının gerekliliği daha çok hissedilmektedir. Başka bir taraftan bu anlatımlarla Türk-İslam medeniyetinin ve Müslüman hassasiyetinin felsefesinin yol ve yöntemlerini de taşımaktadır. Başka bir ifadeyle roman, Türk Müslüman felsefesince yol almaktadır desek yanlış olmaz. Günümüzde yaşanılan bütün dilemma ve sarmal hallerin karşısında sloganik olmadan, suya sabuna dokunarak gerçekçi katkıları sunabilmenin en doğru hareket olacağı vurgusudur. Bu durum biz Müslümanlara mütemadi bir mücadele ve gayret halini gerekli kılmaktadır. Öyle ki hakikate muttali olan Müslüman, doğruluk ve sıratı müstakim üzerine itminana böylelikle erebilecektir. Bu vurgularla beraber, bu güzel romanı başta gençler olmak üzere güncel ve tarihi konulara meraklı bütün okurlara tavsiye ederim. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
18.04.2024
-------------
“Ardıç Kuşu” Öykülerinin Anlattıkları
“Ardıç Kuşu” Yazar Süheyla Karaca Hanönü’nün Şubat 2024 tarihinde, Okur Kitaplığı etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu “Karaca Gözü” kitabından sonraki ikinci öykü kitabıdır. Yüz üç sayfa hacmindeki eserde on dokuz öykü yer almaktadır. Öykülerin geneli iki-üç kitap sayfası hacminde olsa da on altı sayfa olan uzun öyküleri de yer almaktadır. “Öykünün kısası hasta ziyareti gibi makbuldür” (s. 10) sözüyle, yazarın genellikle kısa öyküleri tercih ettiğini anlıyoruz.
“Her çocuğun hikâyesi bir anne ile başlar” girizgâh cümlesiyle bir nevi mottosunu yazmış yazar. İlk öyküsünü burada yazmış gibi. Yazının devamı şu şekildedir. “…Dedem üşenmiş anneme kimlik çıkarmaya ve anneme ölen ablasının kimliğini vermişler. O yüzden annemin kimlikteki ismi kifayet’tir. İşte bu bile başlı başına bir hikâyedir”
Kitapta yer alan öykülerin, iki ana omurga üzerine inşa edildiğini görmekteyiz. Birincisi kitabın ismi olan, “Ardıç Kuşu”ndan anlaşılacağı üzere, kimi kuşlara yönelik öyküleri söyleyebiliriz. “Ardıç Sesi, Kumrular Gibi, Kava ile Jako” (Jako bu arada papağan ismi), Kanatları mı Yok Ebabillerin? Güvercin Kanadı, Kuş Kalbi” gibi öyküleri sıralayabiliriz. Puhu kuşu, kırlangıç, baykuş gibi diğer kuş türleriyle bu listeyi daha da çoğaltabiliriz. Burada daha çok kuşların çağrıştırdığı özgürlük, hürriyet gibi değerlerle birlikte canlıya, insana yönelik birçok değerin öncelendiğini görmekteyiz. Öyküleri oluşturan diğer bir sacayağı ise gündelik sıradan yaşantılardan alıntılanmış olmasıdır. Bunu daha çok “Lekesiz Gömlek”, “Çerçeve”, “Enginar”, “Baza İçi”, “Halamın Koltukları” gibi öykülerinde görmekteyiz. Bu iki omurganın da birbiriyle uyumlu bir şekilde mecz edildiğini görmekteyiz.
Öykülerin büyük bir kısmı anıların ve çevrede gözlemlenen yaşanmışlıklardan temellük ettiğini söyleyebiliriz. Başka bir cihette öykülerde daha ziyade pozitif bir bakış hali uç veriyor desek yanlış olmaz. Başka bir ifadeyle insanlıktan, kadınlıktan ve öğretmenlikten mülhem duyarlı sezgisel bütünlüğü olan öyküler okudum diyebilirim. Semantik olarak kuşlar üzerinden özgürlük ve bağımsızlık vurgulanıyor. Basit, sıradan hayatlar, yaşamlar üzerinden de dünyanın geçiciliği ve mutluluğun basit şeylerde aranması gerektiği vurgulanıyor olmalı. Ayrıca hayatın merkeze alındığı öyküler de diyebiliriz.
Okuduğum kitaplardan ne öğrendiğimin kritiğini de yaparım zaman zaman. Bu kitapta da “Kava İle Jako” öyküsünde Elektra ve Oidipus kompleksi geçmektedir ve bunlar bir araya gelince de yaraların sarılabileceğinden bahsedilmektedir. Ben, bu araştırmamı yaptım. Bu iki terimin izi sürülerek anlatım derinlemesine irdelenebilir.
Öykülerdeki kahramanlara ve yer alan isimlere şöyle bir göz atacak olursak; “Zeynep Kadın, Metin Bey, Sinem, Asiye, Olga, Hasibe, Âdem, Oruç Baba, Etkin Hala, Didem, Engin, Zilan, Arif, Veysi Efendi, Şehmuz, Tilki İbrahim, Mehmet, Abdussabur, Ahfaz, Akmer, Ecrin, Acer, İsmail, Aras, Berat, Terlan Nine, Kürşat, Fargo, Hilmi Abi, Hamdullah, Göy Göz Ali, Baltacı Ali, Ayı Mehmet, Seriye Nene” gibi bir kısmını sıralayabilirim. Öykülerde geçen yer isimlerinin bir kısmı da şu şekildedir; “Kelkit Çayı, Mardin, Urfa, Kars, Trakya ve Bangkok güvercinleri, Kudüs, Bakü’den esen rüzgâr, İran’dan gelen türbe kokusu, Karakoyun’un koç başlı mezarları, Aras Nehri, bir tarafta Ermenistan, İpek Yolu güzergâhı, Kudüs ninnileri” gibi bir çok yer geçmekte ve göndermelerde bulunulmaktadır.
Öyküler içerisinde anlamlı güzel mesajlarla, tespitlerle karşılaşıyoruz. Bunların bir kısmı yazara özgü, bir kısmı da yazarın alıntıladıklarından oluşmaktadır. Örneklendirecek olursam; “Bir erkeği tanımanın en iyi yolu onu trafikte araç sürerken gözlemlemektir” (s. 18), “Doğru olup ok gibi uzağa fırlatılırken, eğri olan yay elde kalıyor” (s. 21), “Lezzetli enginarların kalbi olduğunu öğrendim. Evet, kalbi olan bir bitkiydi enginar” (s. 28), “Buzdolabının üzerine sevdiklerinizin fotoğraflarını yapıştırmayın, bu durum ilişkilerinizi soğutur” (s. 33), “Sakın ola ki yattığınız yatağın bazasını çok doldurmayın hele ki kitap hiç koymayın” (s. 33) Nedenini kitaptan okuyabilirsiniz. “Kitaplar sadece okunmak için değil birlikte yaşamak için de alınır” (s. 34), “Eğer evinizin bir yerlerinde kapı arkasına ya da gümüşlük arkasına saklanmış halınız varsa fakirsiniz” (s. 34), “Süpermen Türk olsa pelerinini halası bağlar” (s. 40) Bunun sebepleri de kitapta. “Bir evde anne mutsuzsa herkes mutsuz olur. Bir evde anne mutluysa evde herkes mutlu olur” (s. 85) Bu örneklemeleri kimi alıntılar üzerinden de yapmaktadır yazar. Oğuz Atay, Cemal Süreya, Attila İlhan gibi kimi değerlerden alıntılar yapılmaktadır. Mesela Oğuz Atay’dan alıntılanan söz şu şekildedir. “Gömleğinin tüm düğmelerini yanlış iliklemek gibi bazı insanları sevmek. En başından beri yanlış yaptığını sonuna gelmeden anlayamıyor insan” (s. 17) Cemal Süreya şiirinin bir mısrası şöyle yer almaktadır. “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyor” (s. 41) Bu örnekleri daha da artırabiliriz ama şimdilik bunlarla kifayet etmiş olalım.
Gelinip gidilen bu hayatta zaman, teker teker bütün kalplere gömülecektir. -Bu dünya ha geçti geçecek- dediğimiz kuş uçumu zamanları yaşıyoruz. Sonuçta zaman bütün sesleri süpürecektir. Nâbi’nin tabiata, kuşlara ve bütün bileşenlerine hikmet nazarıyla bir kitap olarak bakması gibi bu öykülerde de yazar; hayatı, kitabına sığdırmaya çalışmaktadır. Mutluluk kırıntılarıyla beraber yutkunma ve kan kusup kızılcık şerbeti içmeler de yaşanmaktadır. Sonuçta insan hem hüzünlerine bulanır hem de acılarını dilsiz yaşar değil mi?
Öykülerde kadim kültürümüz ve klasikleşmiş değerlerimiz üzerinden de anlatımın zenginleştirildiğini görmekteyiz. Öykülerde gönderme yapılan kimi hadiselere ve isimlere bir bakacak olursak; “Hz. İsmail’in yerine kesilen koç, Hz. Yunus’u yutan balık, Hz. Süleyman’ın karıncaları, Belkıs’ın hüthüt kuşu, Ashâb’ı Kehf’in Kıtmir isimli köpeği, Peygamber Efendimizin Kusva isimli devesi, Zekeriya’nın girdiği kovuk, Mamud denilen büyük fil, Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma girişimi, Ebabil kuşları hadisesi” gibi bir kısmını buraya taşıyabilirim. Bunlarla birlikte antik çağ dönemi olay ve kimi kahramanlarına da göndermelerde bulunulmaktadır. “Babil’in Asma Bahçeleri ve Zeus ile Cynara’nın aşkı gibi. “Zeus, Poseidon’a gittiğinde Cynara’ya âşık olur. Onu tanrıça ilan eder. Birlikte yaşamaları için evine götürür. Olimpos’ta mutlu bir şekilde yaşarlarken Cynara ailesini çok özlediği için Zeus’tan izin almadan ailesini görmeye gider. Bu duruma çok öfkelenen Zeus, Cynara’nın kalbini enginara dönüştürür…” (S. 28) Ve bu şekilde hikâye devam eder. Devamını kitaptan okuyabilirsiniz.
Son tahlilde kadim kültürümüz ve medeniyetimizden mayalanmış güzel öyküler okudum. Nietzsche’nin dediği gibi “Hayatın bize adadığını, biz de hayata saklarız” türündeki bir duygudaşlıkta konular ele alınıp işlenmektedir. Yazar Sadık Yalsızuçanlar’ın arka kapak yazısında söylediği gibi biz de samimi, sıcak, gerçekçi, gönülde melal, hem gelenekten beslenen hem de modern görünür yanlarının konu edinildiği güzel öyküler okuduk. Daha çok da rotanın kalbe çevrildiği ve kalpte tutulduğu bir anlatım naifliğince yol alınmaktadır. Başka bir ifadeyle, nazenin ve vakarlığın önde olduğu bir samimiyetle yol alınmaktadır desek yeridir. Okunmasını ehemmiyetle tavsiye ederim. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
03.05.2024
-----------------------
Biz Cumhuriyet Çocuklarıyız
adımız vatan soyadımız bayrak
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
toprağın altında yatan
şehitlerle kazanıldı bu vatan
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
coşkuluyuz bugün, gururluyuz
şanlı al bayrağın altında
doğduk büyüdük yürüyoruz
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
yirmi dokuz Ekim özel bir gün
umutluyuz hep gelecekten
her zaman el ele verelim gençler
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
Poyrazhan Coşkun /2024
------------------------
Özgeçmiş – Poyrazhan Coşkun
Ben Poyrazhan Coşkun. 21.12.2013 tarihinde babamın işi dolayısıyla bulunduğumuz Sivas’ta doğdum. Babam Yozgatlı, annem Artvinlidir. Anaokulunun ilk senesini Sivas’ta ikinci senesini Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Anaokulunda okudum. Zor bir dönemde ilkokula adım artık. 1. sınıfı evlerde hapis gibi okuyan çocuklardık. Futbol oynamayı ve resim yapmayı çok seviyorum. Ayrıca mutfakta otellerdeki gibi sunum tabakları hazırlayıp sunmaktan, ikram etmekten çok mutlu oluyorum. Doğal taşlara da çok ilgim var. Doğada onları aramak, bulmak da hoşuma gidiyor. Bir şeyler üretip, satıp para kazanmayı da seviyorum. Henüz 10 yaşındayım. Bu sevdiğim uğraşlardan hangisini meslek edileceğini şimdilik bilmiyorum. Bakalım...
Biz Cumhuriyetin Çocuklarıyız
adımız vatan soyadımız bayrak
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
toprağın altında yatan
şehitlerle kazanıldı bu vatan
emanet bize Atamızdan
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
coşkuluyuz bugün, gururluyuz
şanlı al bayrağın altında
doğduk büyüdük yürüyoruz
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
29 Ekim özel bir gün
umutluyuz gelecekten
hep el ele verelim gençler
biz cumhuriyetin çocuklarıyız
Poyrazhan Coşkun /2024
Uzay Turu
Hafta sonu gelmişti yine. Cuma sabahı idi. Her zamankinden daha sevinçle kalkmıştım. Bugün serbest giyinecektik çünkü bugün öğretmenimizin bir sürprizi vardı. Ne olduğunu sürpriz olduğu için söylememişti. Kahvaltıyı zorla da olsa yaptım ve okula gitmek için evden çıktım. O gece uyuyamamıştım heyecandan. Öğretmenimiz bugün bir arkadaşınıza sürprizim var demişti. Acaba kimdi? Ben olsam keşke. Bugün nelerle karşılaşacağımızı düşünürken yukarıda bir gölge varmış gibi hissetim. Kafamı kaldırdım. Bir şey yoktu. Yanlış gördüm herhalde diyerek yoluma devam ettim. Bugünkü sürprizi düşünürken biraz önce hissettiğim gölge önümde yine belirdi. Ne olduğunu anlamadım. Şoka girmiştim. Bu gölge, bir araca benziyordu. Bildiğimiz arabalar, uçaklar gibi değildi. Filmlerde seyrettiğimiz uzay aracı ya da deniz altı gibiydi. Yana açılan demirden kapısı vardı. Kapı açıldı ve içinden uzay kıyafeti giyinmiş bir adam çıktı. Korktum birden. Mıknatıs gibi beni çekerek uzay aracına aldı. İçerisi başka bir dünya gibiydi. O anda aşırı korkmaya başlamıştım. Beni uzaylılar mı kaçırıyordu diye düşünürken, içeride başka çocukların olduğunu gördüm. Derin bir nefes aldım. O çocuklar bana gülüyordu. Yoksa öğretmenimizin bugünkü sürprizi bu muydu? Karşı duvarda "Uzay Turuna Hoş geldiniz" yazıyordu. Ben o an çok mutlu oldum çünkü benim uzaya çok ilgim vardı. Valilik her okuldan bir öğrenciyi alıp uzay turuna götürmek istemiş. Annemin bu uzay turundan haberi var mıydı? Beni okula gittim biliyordu. Çıkış saati evde olmazsam meraktan delirirdi. Nasıl haber verecektim ona. Benim akıllı saatim vardı. Aramayı denedim ama telefon çekmiyordu. Biraz endişelendim. Sonra bize anons yapıldı.
— Merhaba sevgili çocuklar. Uzay turuna hoş geldiniz. Bu tura katılan çocuklar uzaya ilgi duyan çocuklardan oluşturuldu. Bilgileri okulunuzdan, öğretmenlerinizden aldık. İlk istikametimiz Plüton. Oturduğunuz yerden kalkmayın. Panik yapmayın ve de kemerlerinizi bağlayın, dedi.
Bu tura beni seçtikleri için çok mutlu olmuştum. Uzaya gitme fikri hem korkutuyordu beni hem çok heyecanlanıyordum. Uzay aracında bulunan çocuklarda korkmuşlardı. Bir tane genç yanımıza geldi üstündeki tişörtte Türk Bayrağı vardı. Sanırım bizim rehberimizdi. Bize korkmamamızı söyledi ve programı anlattı. Yolculuğumuz iyi geçti. Uzay aracının penceresinden bakarak uzay boşluğunda ilerliyorduk. Yıldızlara uzansak elimizle dokunabilirdik. Uzay aracı bir istasyonda durdu. Bizi bir odaya tek tek aldılar. Uzay kıyafeti verdiler. Hemen üstümüzü giyindik ve beklemeye başladık. Sırayla dışarı uzay boşluğuna çıkacaktık. Ben 3. sıradaydım. İlk sıradakine her şeyi anlattılar. Bizde can kulağı ile dinledik. İlk çocuk uzay aracından çıktı belli bir süre sonra döndüğünde yüzünde bir gülümseme vardı. Artık tüm korkum gitmişti. İkinci çocukta araca geri gelince sıra bendeydi. Çok heyecanlıydım. Artık annem içinde endişelenmiyordum çünkü bize anlattıklarına göre her aileden izin alıp bize sürpriz yapmadıklarını söylediler. Ve o zaman annem okula giderken çantama neden küçük bir yastık koyduğunu anladım şimdi :) Neyse, kapı tekrar yana açıldı ve ben uzay boşluğuna ilk adımımı attım. Bu kadar iyi olacağını düşünmemiştim. Bize 10 dakika süre verdiler. Çünkü biz 16 kişiydik. Herkes Plüton’u gezdikten sonra, ikinci durak Mars’tı. Orayı da dolaştık. Sıradaki gezegenler Satürn ve Neptün’dü. Ve son durak Ay’dı. Sevinmedik değil. Hem çok yorulmuş hem de acıkmıştık. Yemeklerimizi yedik ve Ay’a yolculuk başladı. Uzay boşluğu karanlıktı ve yıldızlar parlıyordu. Benim aklıma bir fikir geldi. Türkiye’de gece mi gündüz mü yaşanıyor diye düşündüm. Güneş’e bakarak görebilirdim. Uzaydan Dünyayı buldum. Güneş tam Türkiye’ye bakıyordu. Yani şuan Türkiye’de sabah ya da öğlen idi.
Kısa bir yolculuktan sonra son durak Ay’a gelmiştik. Ay’da deney yapacaktık. Bu sefer bize 20 dakika verdiler ve 5’er 5’er çıkarttılar. İlk grup hazırlandı. Herkes çok heyecanlıydı ama ben heyecanımı Plüton’da yenmiştim. Deney için fazla süre verdikleri için de çok sevinmiştim. Hemen annemin çantama koyduğu elmayı ve suluğumu çantamdan çıkardım. Uzay elbisemi tekrar giyerek sıramı beklemeye başladım. İlk gurup geldikten sonra bize sıra gelmişti. 5 arkadaş aya ayak bastık. Dünya da Ay’a ayak basan ilk öğrencilerdik.
Ben ilk deneyimi yapmak için sabırsızlanıyordum. Hemen elma deneyini yapmak için elmayı elimden bıraktım. Elma dünyadaki gibi yere düşmedi. Yukarıya doğru uçuyordu. İçimden "gitti güzelim elma" diye söyleniyordum. Rehber ise bana bakarak eliyle tamam işareti yaptı. İkinci deneyim ise su deneyiydi. Suluğumun kapağını açtım ve yere dökmek istedim. Ama su havada dağıldı. Bu çok iyiydi :) Üçüncü deneye zamanım yetmedi üzülmüştüm ama önemli değildi. Tam uzay aracına geçerken yerde parlayan bir taş gördüm. Onu almak için eğildiğimde, vücudum ters döndü. Ayaklarım havada, kafam yerde idi. O taşı arkadaşlarıma gösterdikten sonra anneme, anneler günü hediyesi verecektim.
Diğer gurup da deneylerini yapınca eve dönmenin zamanı gelmişti. Bugün yaşadıklarımı aileme, öğretmenime ve arkadaşlarıma anlatmak için sabırla dünyaya dönmeyi istiyordum. Her şeyi anlatacaktım onlara. Eve giderken son kez dışarıyı izledim. Bir daha göremeyecektim buraları. Gece odamın penceresinden yıldızları seyrederken bu uzay turunu hep hatırlayacaktım.
Uzay aracı bizi şehrin meydanında bıraktı. Kapı açıldı. Meydanda büyük bir kalabalık vardı. Öğrenciler, öğretmenler, ailelerimiz, mahalleliler toplanmış bizim gelmemizi bekliyorlardı. Merdivenlerden indik. Rehber öğretmenimiz bizi çiçekle karşıladı. Hepimiz kendimizi uzaya giden ilk astronot Alper Gezeravcı gibi hissettik. Gururluyduk.
Poyrazhan Coşkun
Mayıs/2024
------------------
“Eşikte Üç Kadın” Bacıyân ve Babayânî Bir Tavır
"Eşikte Üç Kadın" Yazar Mithat Önal’ın, 2024 yılı, Kavim Yayıncılık etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu hikâye kitabıdır. On iki hikâyenin yer aldığı eser, yüz on yedi sayfa hacmindedir. Yazar; kitabını, ablası Elif Yılmaz’a atfederek girizgâhta bulunmaktadır. Hikâyeler, sekiz-on sayfa kitap hacminde ve orta uzunluktadır. Hikâyeler de illaki az çok kurgu vardır. Ama daha çok gerçek hayatta yaşanmış hissini uyandıran aşkınlıkta hikâyeler okudum diyebilirim.
Hikâyelerde iyi bir gözlem ve sezgisel muhakeme hali kendini hissettiriyor. Hikâyeler bozkırın, taşranın düşlerini, umutlarını ve zorluklarını taşımaktadır. Daha çok kasaba ve köy hayatı hikâyelerde yer almaktadır. Kırsal yaşam ve bozkırın esintileri önde gözükmektedir. Öykülerin önemli bir kısmında kadın tasvirlerinin, betimlemelerin baskın bir şekilde işlendiğini görmekteyiz. Ayrıca insana ve kalbe odaklı, bireysel ve toplumsal duyarlılığı taşıyan temleri de taşımaktadır. Anlatımlarda yer alan karakterler sofi mistisizmi ve miskinliğinden uzaktadır. Bunun yanında karakterler hem hareketlidirler hem de üretkendirler. Hikâyelerde iki tür anlatıcı kendisini hissettiriyor. İlki, bazı hikâyeleri dış anlatıcı ağzıyla dinliyoruz. Diğerlerini de hikâye baş kahramanının ağzından dinlemekteyiz.
Anlatım, günlük yaşantılardan alıntılar şeklinde yol almaktadır. Anlatımdaki insanî ilişkiler samimi ve doğaldır. Başka bir ifadeyle kişi portreleri üzerinden pasajlar şeklinde konular işlenmektedir diyebiliriz. Öykülerin geçtiği tarihlerin nirengi noktaları tam olarak belli olmamakla birlikte, 70’ler, 80’ler hatta 90’lar da yaşanmış izlenimi uyandırmaktadır. Bunun da yazarın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Hadiselerin yaşandığı kabul edilen yerler fludur. Sadece bir yerde ‘Sivas günleri’ ibaresi geçmektedir. Ama genel anlamda bütün Anadolu coğrafyası özellikle bozkır ve taşranın baz alınmış olduğunu söylesek yeridir.
Hikâyeleri, kahramanlar boyutuyla üç izlek kategori de tasnifleyebiliriz. Birincisi başat olarak, bolca kadın tasviriyle beraber kadın olgusudur. İkincisi dünyayı ve hayatı farklı boyutlarıyla yaşayan enformel karakterlerdir. Başka bir ifade ile mugayir kişiliklerdir. Bunun en iyi örneği, karıncaları beslemeyi kendisine görev edinmiş olan Ahmet karakteri ve gıcır paraları toplayan, biriktiren Gıcır Kazım karakteridir. Ve üçüncü olarak da babayânî ve bacıyân karakterleri sıralayabiliriz. Bunlarla beraber “bakkal, öğretmen, köy bekçisi, minibüsçü, kamyoncu, ev kadını” gibi bu listeyi kimi meslek gurupları üzerinden de sıralayabiliriz. Ama her şeye rağmen ana tema ehramında kadın var desek yeridir.
Hikâyelerde yer bulan baş kahramanlar ve diğer karakterlerin çoğunluğu isimleriyle beraber lakaplarıyla ve yaptıkları meslekleriyle anılmaktadır. Bazı hikâyelerde isim geçmemektedir. Bu bağlamda flu bir anlatım kendisini hissettirmektedir. Bunun yerine “Kadın, kız, anne, adam” gibi kimi isimlendirmeler üzerinden anlatımın şekillendirildiğini görmekteyiz. Hikâyelerde yer alan kahraman isimlerine bir bakacak olursak; "Melahat, Firuzan, Mümine, İnci, Kamyoncu Salih, Melih, Gıcır Kazım, Kuruyemişçi Asım, Mali Müşavir Murtaza, İsmet Usta, Kel Mürsel, Bodos Zülküf, Porsuk Rıfat, İklime, Hikmet, Bal Döken, Tel Mevlit, Pala, Deli Fişek, Rıfat Ağabey, Durmuş, Firdevs, Hilmi Emmi, Süleyman, Kulaksız Kerem, Hacce Bacı, Nebahat Nine, Deli Fişek, Kerime Kadın, İllez, Zehra, Zennure, Kıvırcık Hacer, Nevra Kadın, İbrahim, Şaziye, Rukiye Hanım, Şemsi Bey, Rasim, Sema Hanım, Hamit, Gülce, Asım Bey, Nazan Hanım, Karınca Ahmet, Gülnaz Hanım, Şevki Bey, Nalbur İlhan, Özlem Abla, Şengül Teyze, Bisikletçi İdris, Muhtar Şemsettin, Çopur Musa, Simitçi Nedim" gibi birtakım isimleri sıralayabilirim. Sanki Yeşilçam filmlerinden çıkıp gelmiş film karakterleri gibi.
Yazarın, hikâye dilinin anlaşılabilmesi için kitapta öne çıkarılan "Eşikte Üç Kadın" hikâyesinden bir bölümü paylaşmak istiyorum. Kitapta yer alan bu ilk öykü hem kitaba isimlik yapmakta hem de kitap arka kapak sayfasında bir bölümüne yer verilmektedir. "...Ben aslında üçünün yaşantılarından çok gözlerinden okumuştum neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini. Melahat’ın gözlerinde geçmişin acılarını, İnci’nin gözlerinde geleceğin hayallerini, Firuzan’ın gözlerinde ise şimdinin sevincini görmüştüm.// Bir kadının gözleri özlemi anlatırken, bir başka kadının gözleri huzuru arıyordu sesli kalabalıklar arasında. Bir başka kadının gözlere ise mutluluğun resmini çiziyordu hiç durmadan.// Üç kadın, üç hayat, üç hikâye... Ortak noktaları ise gözlerinde taşıdıkları duygularıydı.// Gözler, bir insanın ruhunun aynasıydı; bu üç kadının gözleri, onların yaşamlarının yansımasıydı"
Hikâyelerin sonlandırılmadığını, uçlarının açık bırakıldığını görmekteyiz. Her hikâyenin bir devamı var gibi bir hissiyata kapılıyor okur. Hikâyelerde yer yer yöresel söyleyişler ve deyişler de yer almaktadır. Bunlara bir göz atacak olursak; "Çetik, çitmik, hannıpçı, elmalık, günlendirmek, gardaşlık, gözek" Bunlarla beraber “gara, beğencek, gız, geliyom, Hacce" gibi kimi yöresel ifadeler ve isimlendirmeler de yer almaktadır.
Yazarın tasvir, betimleme ve metin kuruculukta mahir olduğunu görmekteyiz. Sonuçta yazar duyumsatma ve hissettirme ustasıdır. Yazarın önemli bir görevi de anlatımdaki güzelliklerle filiz ve meyve hamiliği yapmasıdır. Yazılanlarda öz olarak, tezyinatla birlikte köpüğü alınmış arılıkta ve sarihlikte bir anlatım kendisini hissettiriyor. Ayrıca betimleme ile tezyinat öykülerin teşmil gücünü artırmaktadır. Bütün bu anlatımlarda milletimizin yaşantısını, irfanî yönünü ortaya çıkaran temler olarak da görebiliriz. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
28.05.2024
----------------
Yazar Halit Yıldırım’ın Hikâyeciliği
Yazar Halit Yıldırım, 2024 yılında, Yafes Kitap etiketiyle “Anahtar”, “Misafir”, “Rötarda Makas Değiştiren Hayaller” ve “Geç Kalan İtiraf” isimlerinde dört yeni hikâye kitabı yayımladı. Yazar, son yıllarda birçok romanını da okurlarıyla buluşturdu. Cengiz Aytmatov’un; “Büyük duyguları anlatmaya yetecek kelimelere gerek yoktur” dediği gibi. Biz yine de gerek bu dört hikâye kitabı gerekse de yazarın yazmış olduğu diğer hikâye kitapları üzerinden yazarın hikâyeye bakışını ele alalım istedim.
Yazarın; “Zamandan Kaybolan Adam” romanının “Zamanda Kaybolan” hikâyesinden doğduğunu anlıyoruz. Ayrıca “Muska” isimli romanın da aynı isimli hikâyeden vücut bulmuş olduğunu görmekteyiz. Başka bir ifadeyle özellikle bazı hikâyelerin sonlandırılmadığını bir yer de romana giden güzergâhta bir bölüm hüviyeti taşımaktadır. Bu bağlamda, yazarın hikâyelerinin kritiğini yapmak, romanları hakkında da fikirler verecektir.
Hikâyeleri muhteva ve teknik olarak iki başlıkta ele alabiliriz. Öncelikli olarak Halit Yıldırım’ın hikâyeleri herkesin anlayabileceği tarzda yazılmış ve daha çok gelenekten beslenmiştir. Bu duygudaşlıkla gelenek, geleceğe ışık tutacaktır. Hikâyeler tema ve motif olarak maneviyat yüklü Anadolu’yu ve Anadoluluğu barındırmaktadır. Türk-İslam medeniyet olgusu ve kültürel sınırları (biyopolitiği) çerçevesinde anlatımlar şekillenmektedir. Hakikat, tarikat ve marifet güzergâhındadır yazılanlar. Yaşadığımız bu fani hayatta, şeytan çevrintisi olmaktansa derviş ermişi olmak daha iyi değil mi sonuçta. Ahlak, vicdan ve irfan mektebi çerçevesinde yol alınmaktadır. İslami şuur taşıyan hikâyeler de diyebiliriz bunlara. Kıssa ve menkıbeleri de içerisinde barındıran bir izlektedir. Bu kıssalarda esrar çözen aşkınlıklar taşınmaktadır. Daha çok da kurgunun yanında yaşanmışlık eylemleri var. Yer yer hikâye içinde, başka bir hikâye anlatımlarıyla da karşılaşmaktayız. Bu anlatımlarda konunun bir benzerinin, asıl hikâyeye rücu etmesi ayrı bir dikkati celp etmektedir. Bu bağlamda faydacı (pragmatik) bir bakış açısı kendisini hissettiriyor desek yeridir.
Hikâyelere “Çorum, Yozgat, Ankara, Sivas, Tokat, Kayseri, İstanbul” başta olmak üzere Anadolu’nun birçok şehri mekânlık yapmaktadır. Bu şehirlerimizde geçen yer isimleri ise özel olarak; “Cağaloğlu Yokuşu, Dikmen, Bağlum, Bentderesi, bazı cami ve türbeler” şeklinde birçok ayrıntılara yer verilmektedir. Bu bağlamda hikâyelerde mekân bütünüyle Anadolu’dur desek yeridir.
Hikâyelerde karakterler, genellikle lakaplarıyla ve meslekleriyle birlikte anılırlar. “Dr. Ahmet, Sürüngen Hakan, Hacı Asım, Şükrü Hoca, Nuri Abi, Bekçi Haydar, Hıdır Çavuş, Ahmet Reis, Üfürükçü Âdem, Muhtar Kerim Ağa, Yücel Bey” gibi bir kısmını örneklendirebilirim. Anlatımlar da cezbelenmiş karakterler de yer almaktadır. Kıssadan hisse çıkaran karakterlerdir bunlar. Böylelikle çok değişik konuların hikâyeleştirildiğini görmekteyiz. “Muska, rüya, dini ve sosyal yaşam, bağımlılıklar, seksen ihtilali, köyler arası mera davaları, denizcilik, hac, hastane, dergâh, minibüsçü, kamyoncu” gibi hayatın içinden birçok konu hikâyeler de geçmektedir.
Hikâyelerde dikkatimi celp eden bazı bölümleri buraya taşımak istiyorum. “İnsanoğlunun binlerce yıllık rüya ve bunu anlamlandırma mirasına saygı duymaya başlamıştı” (Anahtar, s.9), “Hayat, boşluk kabul etmeyen bir deverandır” (Anahtar, s.26), “Onun makamı hiçlik, varlık ile âşıklık olur mu?” (Misafir, s. 37) Hikâyeleri konu dâhilinde desteklemek adına kimi alıntı sözlere de çokça yer verilmektedir. Bu bağlamda hikâyelerin bir tarafında didaktik bir tavır vardır. “Ecel mukadderdir, tagayyür etmez”, “Kadere razı olmayan kedere duçar olur” (Anahtar, s.27), “Kem âlât ile kemâlât olmaz”, “Bilen buldu, bulan kâmil oldu” Bunun gibi birçok alıntı söze çoğu hikâyelerde yer verilmiştir. Bunlarla beraber, tasavvufta, inancımızda, kültürümüzde yeri olan birçok terim anlatımlarda işlenmektedir. Böylelikle; “Bilmek, bulmak ve olmak” mucibince derinlemesine anlatım genişletilmektedir. “Kün turaben, bel hüm edal, esfel-i sâfilin, tavaf, say, tayy-i mekân, tayy-ı zaman, Ashabı Kehf, Harut Marut” gibi birçok isim ve terim anlatımlara dâhil edilmiştir.
Halit Yıldırım hikâyelerinde merak duygusu hep diri tutulmakta ve enigmatik çağrışımlara sık sık başvurulmaktadır. Sonuçta ilginçliklerle, simgelerle mücehhez sırlı bir âlemde yaşıyoruz. Heyecanı, gizemi taşıyan bu güzel hikâyeler, kendi iç dünyasını onarmaya çalışan bir okur için yeni fikirler sunmaktadır. Hikâyelerde tezyinat, teşbih ve müteşabih hal kıvamındadır. Okurun gönlünü zenginleştiren temler barındırmaktadır. Hikâyeyi hikâye yapan amil, okuru etkilemesinde, cezbetmesinde ve doyurmasında saklı değil midir? Nasıl ki her insan aynı zamanı farklı yaşasa da hayat her insana farklı farklı yüzünü göstermektedir. Öyle ki biz de savaşların ve hüzünlerin yaygın; rahatın ve huzurun mahdut olduğu bir coğrafya da yaşıyoruz maalesef. Bu hikâyelere bütüncül olarak baktığımızda, Anadolu’nun ve coğrafyamızın zorluklarına da şahit oluyoruz.
Mustafa Kutlu’nun “Aydınımız dindar olmaktan korkar” sözünün karşısında Halit Yıldırım, İslamiyet’i, kadim değerlerimizi sabite yaparak, Müslüman bir aydın kimliğiyle hikâyelerini, şiirlerini ve diğer bütün edebi türdeki yazılarını yazmaktadır. Başka bir ifadeyle tasavvuf, ilahi aşk güzergâhı ve kadim değerlerimizin ışığında güzel hikâyelere kalem olmaktadır. Yazılanlar, ocakbaşı hatıralarının tesbihini çekme samimiyetinde ve güzelliğindedir. Bütün bu yazılanlar, dünyanın kirini yüreğe değdirmemenin çabalarından biri olsa gerek. Hal ve gönül inşası sağlam bu güzel hikâyeler zamana ve metalaşmamış okura, incilerini tezyinatla sunacaktır. Türk-İslam Medeniyetinin mührünün vurulduğu güneş ülkesi Anadolu’muzdan sımsıcak samimi güzel hikâyeler okuyacaksınız. Buyurunuz efendim. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
24.06.2024
-------
Saçı Süpürge...
Köşeden başını çıkartıp avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kallavi bir küfür savurmasına ne demeli. Hem de biplenecek cinsten. Demokles’in kılıcı gibi kolunu sallaması ve korkutacak raddede peşi sıra koşması da cabası. Yaşadığı ve yaşattığı dilemma ve sarmal eşliğinde.
Her acı kabuk bağlarmış. Kor olur alevi ve sonrasında küllenirmiş. Üçüncü yıla vurmuştu eşi öleli. Orta halli bir Anadolu şehrinde üç kızıyla kalakalmıştı. Bu kadar zorluğun yanında kızlarının hûb simasıyla teselli buluyordu en azından. Çok şeye kızardı, söylenirdi ama kızlarına bakınca avazesi davut gibi olurdu. Söylenmedeki sevimsizliğini, kızlarına adanmışlığı dengeleyebiliyordu böylelikle. Çevre, komşular ve dahi çocukları alışmış ve kabullenmişti bu durumu. Kocadan kalma ufak bir maaş, medarı maişetine yettiği kadar yetiyordu işte.
Sık sık hangi ara, yılların geçtiğine anlam veremiyordu. Kızlarının birini seslerken, üç kızının ismini arka arkaya sıralaması ve en son söylediği isimle doğrusunu bulmasına hayıflanır, rahmetli babaannesini hatırlar ve manalı manalı gülümserdi. Tarih neden bu kadar acımasız tekerrür ediyor diye düşünürdü. Kızlarına belki de yaşlanmaya başladığının çok fırsatını vermemek için “sizi çok sevdiğimden” der susardı. Evde naftalin kokuların, tütsülerin, eski berki eşyaların çoğalması çabuk geçen yıllarına şahitlik yapıyor olmalıydı. Zamanın su olup akması fehvasınca hüzne dalıyordu. Feri azalan gözler, uzaklaşan meneviş ve sönmeye yüz tutmuş ömür yalnızlığına dem vuruyordu.
Bir daha eskisi gibi olmayacağı olası beklentileriyle birlikte, zamanla dikiş tutturamayacağını düşündüğü zamanlara şimdiden hazırlıyordu kendini. Dünya bu, devran dönecek, eskiyen yüzler gidecek yeni yüzler gelecekti. Belki de en güzeli, zamanın ruhunu dinginleştirip pişirmesi olacaktı. Şen şakraklığı, gaba boydan konuşması gitmiş, yerine bir çilingir misali maziyi ve hayatı kurcalamasıyla kalakalmıştı. Hem ecelinden kaçıp hem de ecelini çağıran hâli bu olsa gerekti.
Haklı haksız söylenen bir anne oluvermişti. Ama her şeye rağmen kızları hayat dolu, günlerinin çiçekleriydi. Kızların annelerini sıkıcı ve sıkboğaz bulmaları olmasa... Gülseren Hanım, morfin yemiş zamanlarından gelen bütün ağırlığıyla ne yapacaktı? Yüreğine yerleşik yalnızlığına yeni yeni ağırlıklar oturmaktaydı. Varlığını çekecek kılan bir dirhem şefkat arayışı olmalıydı. Dursa dinlense ve düşünse, silkelenecek bütün yüklerinden belki de. Kızları, ölmüş babaları ve kıymetli neleri varsa iplikle tutturulmuş dünyasında kalmış olmalıydı. Hem sever hem de döver cinsten, hazine sandığında sadece bunları bırakmıştı.
Salondan mutfağa giriş yapan Şevket Bey’in, “çay koyar mısın hanım?” diye seslenmesiyle irkilerek uyanan Gülseren Hanım, tövbe tövbe dualarındaydı. Gülseren Hanım’ın edebiyatçılığıyla mütevellit süsleyerek bir solukla anlatıvermişti rüyasını. Manalı manalı gülümseyen Şevket Bey, “rüyanda beni ölmüş görmeni anlıyorum ama oğullarımızı kız olarak görmene mana veremiyorum hanım,” der demez başını eğdi ve hanımının yıllarca kız evlat özlemini hatırlayıverdi. Şevket Bey, pot kırdığını anlayıp “hanım, belki çocuklar işlerinden fırsat bulup gelirler bu bayram,” diye teselliyle lafı değiştiriverdi yine…
İlkay Coşkun
16.03.2024
Bir Kişilik Uyku
Evinin önü, yarısı kırık ahşap bir eşik girişi. Çatısız damın bir tarafı kaymış, üzeri loğ ağırlıklı ve camları kırık pencerenin önüne yastık dizili. Dünyanın fazlasıyla kırıp döküp ve döver gibi dokunduğu, yani virane bir ev göze değen. Cankurtaran Mustafa dedenin evi dedikleri burası olmalı. Ama her şeye rağmen özlem karışımı hazine sandığı beyninin bir köşesinde sığınağı olmalı. Kimi yaşlı insanlar gibi yaşadığı çağın kalıplarına kafa tutuyor olması dahi uyumasına mani değildir.
Bu kadar harabenin içerisinde hiçbir şeyine dokunmaz, arardı sadece. Ne çok insan gelip geçmişti ömründen hiç bulamadığı, durup durup gülümsediği. Özüne taşınan yalnızlığı da buna dâhil edebiliriz. Kimine göre fakirdir kimine göre de düşkün. Belki daha çok da morfin yemiş bir hasta gibi yılların ağırlığını üzerine giyinmiştir. Ölüp ölüp dirilip günlük ihtiyaçlarına münhasır bir çaba göstermesiyle zorlanıyordu daha çok.
Aradığı bir nefes mazrufu bir ses, bir eş olmalıydı. Kapı pencere yalnızı değilse sadece. Yine de penceresinde güneş, kapısını yalayan rüzgârı olmalıydı. Uyuyup uyandığı mezar yeri gibi olmamalıydı. Yeğenleri filan yok değildi bu dünyada ama herkesin kendine yaşadığı tek başına dünyası vardı. Dünün şen şakrak günlerinin yanında, bugünün kasvetli anlarıyla kalakalmıştı. Birbirinden olabildiğince uzak düşmüştü bütün gerçeklere. Kaç zamandır maziye ait keşkelerini bir çilingir edasında kurcalamasına da mâni olamıyordu.
Bir karabasan ürpertisiyle uyandı Mustafa dede. Uyandırıldı belki de. Yeni bir dünya idi burada yaşadığı. Geleceğini görmüş gibiydi. Yalnızlık ve derme çatma bir ev gerçeği aklında çakılırcasına. Yarının amcası veya dedesi gerçeği, ürpertisinde kalmıştı. En önemlisi de ölüm gerçeğiyle uyutulmuştu. Bugünün kokteyli, partili günlerinden yeni dönmüştü kim takarsa. Sözüm ona bayram gelmişti kimilerine. Bolca amnezi yaşasa da geleceğe dair sadece bir uyku ile kalakalmıştı. Uyanacaktı Mustafa dede, Sur ile uykusundan elbet bir gün, uyandırılacaktı. Işıklar içi yorar seni Mustafa, karanlıkta uyu.
İlkay Coşkun
07.03.2024
Efendime Söyleyeyim
Vedat hem rahmetli dedesini hem de amcasını toplum insanı, bulunduğu muhitin kıymetli bir bireyi olarak görürdü. Muhitinin adamı olmak her insana nasip olmaz anlayışındaydı. Böyle kişilerin muhitteki konumları sağlamdı. İllaki aykırı kimi yönlerin kendisine yer bulacağına da inanırdı. Bu aykırı yönler kimi zaman düzene ters iken kimi zaman da ters yönde yol alan düzene panzehir hüviyetinde olduğuna da inancı tamdı.
Satılmış Amca eski zamanlardan kalmış bir derviş edasında, mümbit bir örnek kişilikti. Yeğeni Vedat için günümüzün tabiriyle bir idol şahsiyetti. Yağmur Adam lakaplı Efruz Dedesi rahmetli olalı yıllar olmuştu. O yıllarda Vedat ortaokul öğrencisiydi. Nereden bilecekti ki yaz tatilinde dedesini son görüşü olacağı. Dedesinin nasihatleriyle büyümüştü Vedat. Dedesinin çok sık tekrarladığı; “İçimizdeki mücevherleri yaşattığımız kadar çırpınıp duran dışımızdaki dünyayı da satmalıyız oğul” sözünü hiç unutamamıştı.
Babası Cevahir Bey’i de hiç tanıyamamıştı Vedat. Annesi, Vedat’a hamileyken iş kazasında kaybetmişlerdi babasını. O iş kazası da aile içerisinde hatırlanmak istenmeyen bir gün olarak kalmıştı. Vedat, anasıyla beraber, dede evinin yanında iki odalı bir evde, dede ve amca gözetiminde bu günlere gelebilmişti. Geçmiş günlerden aklında kalan şey, ilkokul çağlarında baba gibi gördüğü amcasının isminden utanmasıydı. Satılmış diye isim mi olur diye sık sık sorgulardı. Yeşim halasının ve Cevahir babasının isimleriyle gurur duyardı hep. Satılmış isminin niye verildiğini ne dedesine ne de amcasına cesaret edip de soramamıştı bir türlü. Köyde, başka Satılmış isimli insanların da olduğunu öğreneli bu isme de yavaş yavaş alışmaya başlamıştı.
Ninesi, Amcası, Yeşim halası ve annesinin sohbetlerinin arasında hep bir duaya giderdi dili amcanın. Dua dediysek Allah’tan bir şeyler istemekten daha çok zikir, tesbih ve tazim ağırlıklıydı. Kimilerine göre tik olarak addedilse de anksiyete ve klostrofobi gibi durumları da yok değildi. Zikirlerinde çok nadir de olsa “Allah” diyerek bağırmasının çok insanın irkilmesine sebep olduğu da olurdu.
Ölen dedesinden sonra Hayriye ninesi ve bir türlü evlenememiş olan Amcası ile Yeşim Halası kalmıştı evlerinde sadece. Yaşça büyük olan Yeşim Halaya genç kızken dünür gelenler olmuş ama dedesinin birkaç dünürcüye yok demesiyle arkası kesilmiş isteyenlerin. Amcası da “ablam evlenmeden olmaz” bahanesiyle yıllar katlanarak üst üste geçmiş ve her ikisi de evlenememişlerdi.
Yeğeni Vedat’ın gözünde gün gün ihtiyarlamaya devam ederken, amca hem bir murabıt edasında hem de yarenliği elden bırakmıyordu. Olumlu tavrı, neşesi, çarşı çeşmesi gibiydi. Herkesler nasipleniyordu. Sohbetlerin konusu üzerine hep bir temsil getirir, konuşmalarda muhatabı kişinin sözlerini tekerlemeler ile bağlardı. Vedat, kapı komşusu amcasını hiç boş bırakmaz ve hep yârenliğine şahitlik ederdi. Satılmış Amca’nın çevresinde ve aileyi taallukatta cereyan eden her olumsuzluğu iyiye tebdil eder ve bu sıkıntıları hep öteleyerek kendisine sirayet etmesine müsaade etmezdi. Karşılarında şen şakrak bir karakterde gördükleri Satılmış Amcayla, olumsuz anlamda iletişim kuranlar da pek olmazdı zaten. Bu dünyada her insanın bir yol tutturması misali, amcanın adının geçtiği meclislerde önden bir gülüp geçilirdi daha çok. Belirgin en güzel söz tekrarlarından birisi, her söze “efendime söyleyelim” ile başlamasıydı. Yemek konusunda çok özenli ve nevale, alışveriş anlamında bol keseden hareket ederdi. Haftalık çıktığı pazardan sanki aylık alışveriş yapar gibi dönerdi. Gelirinin tamamına yakınını bu amaç için sarf ettiğini söylesek yanlış olmaz. Kaygıdan kaygıya yol alan bu dünya zamanından münezzeh olan kaç kişi vardır acaba? Vedat, amcası gibi insanların ne çok şanslı olduğunu düşünürdü. Bu insanların hayatın geçiciliğini, dünyadaki çok şeyin boş beleş olduğunu kavramış olduklarını düşünürdü daha çok.
Ailenin tek varisi Vedat olmuştur artık. Büyükannesi yaşının doksanını geçmişti. Amca ve halası dahi yetmişine merdiven dayamışlardı. Vedat da ailenin tek okuyan bireyi olarak Maden Mühendisi çıkmıştı. Derece ile bitirdiği üniversitede halası Yeşim’e mülhem yeşim taşları üzerine lisans tezini dahi yapmıştı. Bir taraftan hazırcevap olan amcası iyi bir hikâye anlatıcısı da olmuştur. Amcasına çevre taallukatın yeterli derecede değer verilmediğini de düşünürdü. “İlkokuldan terk amca, ancak bu kadar olur” diyen amcasının mütevazılığına da hayrandı. “Amca, eğer lise mezunu olsaydın, bakan, başbakan en azından Cem Yılmaz olurdun,” sözünü tekrarlardı Vedat. Ağzı dualı, derviş görünümlü amcası, duanın gerekliliğinden, rahmet, bereket kapılarını açtığından bahsederdi hep. Bir yerde dua taşı, ‘Yada Taşı’nın tılsımından bahsetmişti. ‘Yada Taşı’nın tılsımını ve Yada taşını Cebrail Aleyhisselam’ın Hz. Nuh’a verdiğini, oradan da dolaşa dolaşa Eski Türk kamlarına geçtiğini uzunca bir mesel olarak anlatmıştı. Yağmur ve kar yağdırdığına inanılan, yeşim taşı olarak da bilindiğinden bahsetmişti. Ama Allah’ın ikramlarından behresine ne düşerse alabileceklerini, tılsım türü şeylere çok da itibar etmediği notunu her anlatışında düşerdi.
Bu kadar bilgiyi nasıl nereden bildiğini söyleyen Vedat’a karşılık odaya giren amcası bir çıkın bohçayla çıkageldi ve özenle bohçayı açıp içerisinden yeşil renkli, biraz da parlak bir taş çıkarıp Vedat’ın eline bıraktı. Amcası; “Vedat, fen ilimleri yanında mitoloji de okumanı istiyorum,” diyerek bir dilekte bulundu. Bu da “babamdan sana saklaman için güzel yadigâr evlat” diye uzattı. Yeşim taşının üzerinde Arapça olarak “efendime söyleyeyim” yazısının ilginç bir şekilde yazdığını okudu. Amcası yine, yeni bir sürprizle yaptı yapacağını. Hayranlıkla amcasına bakan Vedat; “efendime söyleyeyim” söze girme cümlesinden sonrakileri duymamıştı bile. Halasının güzel ismi Yeşim’i ve babasının ismi Cevahir’i düşündü. Dedesinin lakabı olan “Yağmur Adam”ı ve ismi Efruz’u daha da çok anlamlandırdı bu sefer. Rahmetli dedesinin diline pelesenk olmuş olan; “içimizdeki mücevherleri yaşattığımız kadar çırpınıp duran dışımızdaki dünyayı satmalıyız oğul” sözündeki “satma” ifadesiyle amcasının ismi olan Satılmış arasında bir bağ kurarak derinlere daldı.
İlkay Coşkun
29.04.2024
Kâmuran da Kim?
Kütükteki ismi Sabit’ti. “Sabit’ten isim mi olur?” diye kimse bu isimle çağırmaya tenezzül etmezdi. Gerçi bu ismi ailesinden hiç kimse de sevememişti. Sabit doğunca babası, ilçedeki nüfus müdürlüğü memurunun karşısında “çocuğun ismi ne olacak?” sualine karşılık kısa bir süre duraksamadan mütevellit olsa gerek memurun; “Sabit olsun” işgüzarlığı. Çocuğun uzun sürecek serüvenini başlatmıştı böylelikle. Beş sene gibi uzunca bir süre çocuğun olmasını bekle. Hiç tanımadığın elin adamı senin çocuğuna isim koysun. Olacak iş değil ama oldu maalesef. Siz, isim veren bu memurun cesareti, özgüveni deyin, biz densizliğine sayalım. Bir ömür Sabit ile Kâmuran arasında kalan bu kadar insana ne demeli. Sabit’in çocukluğunun, müzmin ezikler sınıfına böylelikle dâhil edilmesinin hikâyesi bu.
Sabit de kim? Kâmuran Kâmuran. Hem de -a- harfi inceltilmiş Kâmuran. Kimilerine göre biraz safça görülen Sabit’in babası İsmail, nüfustaki yaşadığı durumu babası Nail Efendi’ye bir bir anlatmıştı. Kimliği de gören dede, “şart olsun ben bu çocuğa Sabit dersem, bunun adı Kâmuran olacak” demişti. Dede de bütün bir dilemmanın bir tarafı oluvermişti. Beş sene torun bekleyen Nail Efendi’nin, “özlenen, arzulanan” anlamlarına gelen Kâmuran isminde diretmesi de boşuna değildi elbette.
Kâmuran aşağı Kâmuran yukarı, bütün köylü ve aile efradı bu isimle çağırırdı. Okulda ve resmi işlerde Sabit ismi kullanılmaktaydı. Bu hikâyeyi yazanın; Sabit mi, Kâmuran mı seçimini yapamaması bundan geliyor. Aşağı Tekke Köyü’nün ilçeye ve şehre yakınlığından mütevellit olsa gerek, eski zamanların lakaplarını söyleyenler de kalmamıştı artık. Sonuçta şehirli ağızlar, lakapları daha çok itici bulmaktaydılar. Gerçi ismini getiremeyen kimi yaşlılar “Saf İsmail’in oğlu” derlerdi ama bu da çok tutmamıştı. Araplardaki gibi İsmail Bin Kâmuran veya Kâmuran İbn-i İsmail şeklinde isminin geçmemesi de gayet olağan bir durumdu. Her ne kadar Arap asıllı çevre köylerden tanıdıkları olsa da onlar da kendi kültürlerinden bigâneydiler.
Türkçe öğretmenliği bölümünde okuyan Sabit’in okulda (a) harfi üzerinde “inceltme olmalı mı olmamalı mı? Yazılışta inceltme işareti olmamalı ama söylenirken varmış gibi söylenmeli” türünden deli deli sorularla boğuşmaktaydı hep. Vatanı, devleti, milleti Sabit kurtaracak değildi ama Kâmuran’daki inceltme işareti kafasını kurcalamaya yetmişti bir kere. İleride, maaşa geçişle beraber, avukat tutup ismini Kâmuran olarak düzeltmeyi dahi düşünmekteydi. Bu vesile ile hem dedesinin ruhunun şad olacağını düşünür hem de çok önemli bir ikilemi ortadan kaldıracağının hayalini kurardı.
Okuyup sınıf öğretmeni olan Kâmuran ilk maaşını alalı yıllar olmuştu. Köyünden de ayrıldığı için daha çok Sabit ismi üzerinde kalmıştı. Bu isimle de ünsiyeti gelişmişti artık. Sadece ismiyle soy ismi yan yana geldiğinde tuhaf bir durum olmaktaydı. Bunun üzerinden şakalar yaparlardı çoğu zaman. Soy ismi Demir idi. Sabit Demir denince ya kimileri gülme krizine girerler veya kimileri bu duruma kendilerince yorumlar getirirlerdi. Demir soy ismi güzeldi. Sertliği, sağlamlığı, gücü kuvveti çağrıştırıyordu ama Sabit ismiyle bir araya gelince bambaşka anlamlara taşınıyordu. Bu isim hep yüreğini burkar, çoğu zaman bu isimden utanırdı. Yüreği dilhûn olurdu. Sezgisel muhakemesi hüzne gark olurdu. Hatta bir yakını, Sabit’e yarım yamalak bir ağızla ve ironik bir tavırla demonte diye hitap etmeye başlamıştı. Demonte kelimesinin ne anlamına geldiğini bilmediklerinden ve söylenişi zor olduğundan olsa gerek, isminin yerine kullanılan bu lakap da mazinin tozlu raflarında yerini almıştı.
Hatta bir keresinde arkadaşlarının Sabit Demir ismiyle dalga geçtiği bir zamanda, Kâmuran gözü yaşlı eve gelmişti. Dedesinin onu teskin etmesiyle biraz da olsa mutmain olmuştu. Dede Nail Efendi sözü dinlenir, derviş gönüllü bir insandı. Her fırsatta torununa bildiği efsanelerden, söylencelerden örnekler vererek ders almasını sağlardı. Her ne kadar Sabit isminden hoşnut olmasa da isim benzerliği üzerinden sabiteden, sıratı müstakimden, sağlamlıktan bahsederdi. Sonra Yozgat’ta geçtiğine inanılan, Gelin Kayası Efsanesine getirirdi sözü. “Efsaneye göre Yozgat’ın bir köyünde gelin alayı yol almaktadır. Yollarını kesen şakilerin niyeti kötüdür. Gelini alıp esir pazarında yüksek meblağlara satmayı düşünürler. Gelin alayı ile eşkıyalar kapışırlar. Gelin ve damat Allah’a dua ederler. Oracıkta gelin, develer ve atlar taş olurlar. Damat ise kuş olup gökyüzüne uçar gider. Gelinin gözünden döktüğü yaşlar sel olur ve orada kırmızı laleler bitmeye başlar. Zamanla bu laleler tüm tepeyi kaplar. Laleler kırmızı kırmızı renklidir. Ve beyaz güvercinler gökyüzünde süzülürler. Yöre halkı avcılar buradaki güvercinlere kesinlikle ateş etmezler”. Yol üzerinde, deveye binmiş geline benzeyen kayaların bu efsane üzerine doğduğuna inanılmaktadır. O gün Kâmuran bu hikâyeyi sadece bir aşk hikâyesi olarak algılamış ama daha sonraları taşların ve demirin muhkemliğine, sağlamlığına, sıratı müstakime, her demirin, her taşın, her cevherin kıymetli olduğuna, kaderlere şahitliklerine kafa yormaya başlamıştı.
Mevsimler mevsimleri kovalar, aradan yıllar geçmiştir. Okulda ve resmiyette Sabit’in evde ve dost ortamlarında Kâmuran’ın başına talih kuşu konduğuna da şahit olunmuştur. E-Devlet diye bir program çıka gelir hayatlara. Günlerden bir gün Sabit isminin e-devlet üzerinden bir dilekçe ile başvurarak kolaylıkla değiştirilebileceğini öğrenir. Bile isteye başvurusunu yapar ve ismi düzeltilmiş nüfus cüzdanını büyük bir heyecanla eline almıştır. Tabii bu yapacağı değişikliği öncelikle eşiyle ve çocuklarıyla müzakere ederek belirlemiştir.
Bir gün haberi duyup da yanına gelen Maden Mühendisi yakın arkadaşı “hayırlı olsun Kâmuran, ismini düzelttirmişsin” sözü karşısında, “Kâmuran da kim?” sorusuyla karşılık verir. Yeni ismini ailesi dışında ilk olarak arkadaşının söylemesi önemli olmuştur. Sabit ve Kâmuran’ın hikâyesini bambaşka bir boyuta çekmeye yetmektedir bu cevap. Arkadaşının neden bu isim sorusuna karşılık; “deniz, ırmağı yutabilir ama her cevherin tenorunu yatak belirler arkadaşım!” deyivermişti.
İlkay Coşkun
16.05.2024
--------------------
Hava Nasıl Tarih Yazar
Ronald D. Gerste’nin "Hava Nasıl Tarih Yazar" kitabında havanın bu işleviyle alakalı verilen örneklerle bu konuya etraflıca cevaplar aranmaya çalışıldığını görmekteyiz. 2015 yılında baskısı yapılan kitabın çevirisi 2017 yılında Meltem Karaismailoğlu tarafından yapılmış. Kitap ülkemizde, Kolektif Kitap etiketiyle okurlarıyla buluşturulmuş. Kitap isminin alt başlığı “Antik çağdan günümüze iklim değişiklikleri ve felaketler” şeklindedir. Kitapta verilen bütün örneklemeler daha çok bir batılının, bir Alman’ın bakışı ve görüşüyle şekillenmiş olduğunun notunu da öncelikle olarak düşmek istiyorum.
Antik çağdan günümüze değin özellikle ekstrem iklim değerlerinin geriye doğru tespit edilmesinin, bunlara dair kimi tahminlerin yapılabilmesinin yol ve yöntemleri de yer almaktadır. Gelişen teknolojilerle beraber bu yöntemler daha da bir çeşitlenmiştir. Mesela kimi kireçtaşı mağaralarında ki sarkıt ve dikitler üzerinde yapılan incelemelerde keskin iklim değişiklikleri kimi analizlerle tespit edilebilmektedir. Bu incelemeler, kayaçlar gibi başka birçok nesne üzerinde de yapılabilmektedir. Eski ağaç halkalarının karşılaştırmaları, analizleri bir diğeridir. İklim hakkında kimi tarihi vesikalar ve söylenceler gibi bu listeyi pekâlâ daha da uzatabiliriz. Bütün bu çalışmalar ile beraber geriye doğru iklimsel bir bellek oluşturulmaktadır.
Romalıların altın çağına iklimin olumlu etkisi, dokuzuncu yüzyılda Maya yüksek kültürünün sonlanması ve iklimin bunda aldığı yol bir bir irdelenmektedir. 800 ile 1000’li yıllar arasında etkili kurak bir dönem yaşanmış ve bu da Maya medeniyetinin sonlanmasında etkili bir güç unsuru olmuştur. Ayrıca Justinianus veba salgınında (M.S. 541-549) iklimin rolünü yadsıyamayız. 1281 de Cengizhan’ın torunu Moğol Hükümdarı Kubilay’ın, Japonlarla yaptığı deniz savaşında etkili olan tayfun nedeniyle bozguna uğramıştır. Yaşanmış başka ekstrem değerlere de bakacak olursak; Ocak 1709’da hafızalarda en soğuk kış yaşanmıştır. 1739-1741 tarihleri arasında İrlanda ve çevresinde etkili olan soğuklar küçük bir buzul çağını andırmaktaydı ve üç yüz bin kişinin hayatına mal olmuştur. 1812- 1815 yıllarında Napolyon’un karşılaştığı olağanüstü Rusya şartları bir diğer etkili örnektir. 1815- 1816 da dünyanın kimi bölgelerinde yazsız geçen bir yıl yaşanmış olduğu vurgulanmaktadır. 1914 yılında etkili olan Halsey tayfunu özellikle Amerikan donanmasına büyük zararlar vermiştir. 1941 kışında Moskova’ya ilerleyen Alman Nazi ordusu donmuş ve soğuklar nedeniyle büyük bir kayıp vermiştir. Yine 5-6 Haziran 1944 tarihinde Normandiya’daki fırtınalı yaz havasının geçici olarak sakinleşmesinin önceden tahmin edilmesi ile beraber çıkarmanın başarıya ulaştığını görüyoruz. Son olarak 29 Ağustos 2005’te yaşanan Katrina Kasırgasının zararları bir diğeridir. Bunun gibi Maria, Irma, Hilary gibi birçok kasırga isimlerini de örnek olarak verebiliriz. Bu örnekler bize gösteriyor ki bu olağanüstü hava şartları dün olduğu gibi bugünde yarında yaşanacak maalesef ve tarihe hem damgasını vuracak hem de tarihin akış istikametini değiştirip başrolünü oynayacaktır.
Orta çağ döneminde 300-400 yıl, sıcak bir dönem yaşandığını görüyoruz. Bin’li yıllarda Grönland da çok daha soğuk havalar yaşanmıştır. 1315-1350 yılları arasında özellikle dünyanın kimi bölgelerinde uzun süreli yağmurlar görülmüş. Yine 1315-1850 tarihleri arasında kimi bölgelerde küçük buzul çağı yaşanmıştır. Bütün bu örneklerde olduğu gibi bin yıllar içerisinde gerek sıcak dönem gerekse de soğuk dönemler devri daimî olarak yaşanmıştır. Kayıtlara geçen, dünyamızda en sıcak on beş yaz mevsiminin 14’ü yirmi birinci yüzyılın başlarında yaşanmış olduğunun da notunu düşmemiz gerekiyor. Ayrıca bu dönemlerin bir birisiyle kıyaslaması şu şekilde yapılmaktadır. "Geçtiğimiz 2 bin 3 bin zaman diliminde iklim tarihi incelendiğinde, sıcak dönemler daha ziyade kültürel ve toplumsal hareketliliklerin, gelişmenin ve ilerlemenin daha iyi olduğu, soğuk dönemlerde ise istikrarsızlık ve krizler daha çok kendini göstermiştir" (s. 21) Şeklindedir. Bu tespitleri salt doğru kabul edemeyiz elbette. Yoksa Asya’nın ve Orta Doğu’nun steplerinden Avrupa üzerine yapılan kitlesel göç hareketlerini sadece bu kabul üzerinden nasıl izah edebiliriz?
Antik çağdan günümüze gelene kadar yaşanmış olan bütün bu iklim değişiklikleri ve ekstrem değerler bize, küresel ısınmanın ve iklim değişikliklerin sadece insanlar eliyle ve fosil yakıtlar marifetiyle olmadığını göstermektedir. En azından kimi bilim insanlarının bu doğrultuda fikir beyanında bulunduklarını söyleyebiliriz. "Suçlu bir bağırmış suçsuzun ödü kopmuş" durumuna da düşmemek gerekir. Daha dengeli düşünüp iklim değişikliğinin ne sadece insan odaklı ne de sadece insandan bağımsız olmadığını görmemiz gerekiyor. Ağaca tekme atarak, tepesine çiçekler yağdıran İranlı bir âlimin nezaketi ağaçtan öğrenmesi gibi bir durumda yaşanacaktır.
Yine de iklim değişikliklerinin nedeninin antropojenik olduğu fikri ağır basmaktadır. En azından iklim değişikliğinin insan eliyle olan etki kısmının minimize edilmesi için gayret göstermeliyiz. Bir Danimarka atasözün de dendiği gibi "İyilikte kötülükte bumerang gibidir, mutlaka size geri döner" Aynı bunun gibi biz dünyamıza iyilik edelim ve daha çok iyilik bulalım. Yoksa çok şeye geç kalacağız maalesef. Konya’da söylene gelen "Bayram gelince şırlan yağını başına dök" örneğinde olduğu gibi geç kalmışlığı yaşamayalım. Savaşlarla, mücadelelerle yarış halinde olan dünya insanının, düzen ve sıradan hayatının karşısında, doğru ve hakkaniyetli aksülamel bir duruşu da her daim yaşatmalıyız.
İlkay Coşkun
10.09.2024
Allah’ın İşine Karışmak
"Allah’ın işine karışmak" şeklindeki bir başlık, ileri ki zamanlara yönelik hava tahminine yapılan eleştirel bir söz olarak karşımızda duruyor. Hava tahmini demek; görünür olmaya başlayan hava şartlarının, bazı emareleri nükseden şartların gidişatına yönelik bir değerlendirmedir. Bir sistem, bir işleyiş bir düzen içerisinde yol alan hava durumundan daha çok faydanın, daha az zararın hedeflendiği bir tecrübeler bütünüdür. Her bulutu, her hava kütlesini, her topoğrafik şartı birbirinden ayıran hassalar vardır. Bu farklılıklar ve özellikler değişik sonuçlara yol vermektedir. İşin bilimsel boyutuna girerek uzun uzadıya tahmin işinin nasıl yapıldığını anlatacak değilim elbette.
Tarımla, hayvancılıkla, çevre ile iç içe yaşayan insanların, havanın nasıl olacağının öngörülerinin yanında daha çok havayı bilimsel olarak değerlendirip bunlardan sonuçlar silsilesi çıkarmak bilimin işlevlerinden biri olsa gerek. Bitkilerden elde edilen kocakarı ilaçlarının yanında kapsüllere konulan ilaçların olması bir bilim örneği değil midir? Farklı her iki ilaç, yüzde yüz kesin sonuç vermese de faydalarını ve kıymetini biliriz. İnsanlık, havayı gözlemleyerek ve tecrübe sabitesinde olgunlaştırarak böyle böyle yolunu almaktadır. Yüzde yüz doğru sonuç içermeyen adı üstünde bir tahmin diyelim.
Her şeye rağmen ilmin imkânlarını ve tedbirin korumacılığını kullanarak tevekkül etmek elzem olacaktır. İlim ve tecrübenin yanında, tevekkül de ilahi bir vasal olarak destek olacaktır. İnsanı daha ilerilere taşıyacak takati verecektir. Böylelikle tomurcuk derdinde olan her anlayış güzelliklerini sunacaktır. Biz yine de farklı fikirlere yaşam hakkı tanıyıp son sözü Azeri Türk spikere verelim. "Verdiğim me’lumatlara o gedar da inanmayın. Çünkü yer onun göğ onun, Allah özü biler. Burnuğuz girmeyen yere de başığız sokmayın. Sağ olun salamat galın"
İlkay Coşkun
14.09.2024
Toprak Ana
Suyla, havayla ve hatta ateşle ilintili en önemli elementten birisi de topraktır. Bütün bileşenleriyle birlikte toprak, doğurgan bir ana üretkenliğindedir. Besin kaynağı ve sığınak sağlayıcısıdır. İnsan bedeninde olan otuz elementin yanında toprak; madenleriyle, taşlarıyla kıymete haiz çok iyi bir hatıra eşyasıdır. Güzellikleriyle hafızaya maliktir. Toprak; dağlarıyla, ovalarıyla, içinde barındırdığı cevherleriyle ve bütün bileşenleriyle büyük bir kara parçasıdır. Öyle ki toprak, elementlerin en ağırlarından biri olsa da paha da hafif, kalplerimize yakın, kıymeti oldukça ağır bir elementtir. Toprak üzerinde yalınayak yürüdüğümüz de tabiat ile aramızdaki bariyer kalkmaktadır. Bütün negatif enerjimiz böylelikle alınmaktadır. Bu haliyle toprak psikolojik bir sakinleştiricidir desek yeridir.
Toprak; Âşık Veysel, Karacaoğlan, Neşet Ertaş gibi birçok ozanımızın deyişlerine ve felsefelerine yârenlik yapmıştır. Âşık Veysel’de toprak; “Dost dost diye nicesine sarıldım/ Benim sadık yârim kara topraktır/ Bir çekirdek verdim dört bostan verdi/ Benim sadık yârim kara topraktır” Şeklinde vücut bulduğunu görüyoruz. Başka bir ozanımız da "yüreğim, sanatım, dilim toprak" (Arif Nihat Asya) demektedir. Böyle ozanlar ki hurçlarında hep toprağın bereketini, rüşeymini ve ruhunu taşımaktadırlar. Çinliler toprağı; “her şeyin anası” olarak nitelendirirler. İncil’de “Topraktan geldik ve toprağa gideceğiz” denir. Dinimizde ve Anadolu’da toprak, yaratılış ve dünya üzerine hikâye edildiğini görüyoruz. Öyle ki toprağın görüntü figürü anadır. Neolitik dönemlerden, toprağın kadın figürleri şeklinde resmedildiği kalıntılar vardır. Eski lahitler de ve dini yaratılış anlayışlarının odağında hep toprak bulunmaktadır. İlk insan Hz. Âdem’in, topraktan yaratılmasına götüren bir yolculuktur bu. Yunan mitolojisinde toprak ana Gaia’dır. Çin mitolojisinde Pan Ku olmuştur. İskandinav mitolojisinde Ymir olarak bilinir. Biz Türkler; Ötüken veya “Doğa Ana” olarak biliriz. Moğollar, “Cer Ana” derler. Öyle ki toprak; ovalar, dağlar, taşlar gibi, türlü türlü elementler ihtiva eder. Nur Dağı, Hira Mağarasında Peygamberimize verilen ilk emirler, Hz. Musa Peygambere, Mısır’da ki Sina Dağında verilen On Emir, Hz. İsa’nın Hristiyanlığın en ünlü vaazını bir dağın üzerinde yapması, Japonya’da Fuji Dağı, Zeus’un Olympos’u, Budistlerde Nirvana-Dağ metaforu gibi bu listeyi daha da uzatabiliriz. Belki de bu konuyu sadece “Dağ” başlığında işlemek daha elzem olacaktır.
Yer kabuğu, sıcak gezegenimizi donarak katılaşmasını önleyen bir örtü gibidir. Şekillenen yeryüzü için iyi bir enerji tedarikçisidir. Toprak, altındaki kimi kimyasalların ortaya çıkmaması için örtü görevini üstlenen bir yapıdadır ayrıca. Topraktan derinlere inildikçe her beş metrede bir santigrat derece ısınarak, on altı bin santigrat derece sıcaklıklara ulaşan magmaya karşı korumaktadır. Aşil’in topuğundaki zayıf noktanın korunmasına benzer bir hassasiyettir bu. Bunlar gibi koruma zırhlarını saya saya bitiremeyiz. Daha çok Ağro teknolojiyi toprağımıza, doğamıza uyumlu ve çevresel duyarlılığı olanlardan tercih etmeliyiz. Canlıların besin kaynağı olan toprak, iktisadın da temelini teşkil eder. İnsan doğasının hammaddesidir. Su gibi hava gibi hayati elementlerin en tepe noktasındadır. Bundandır ki aynı suyumuz gibi havamız gibi toprağımızı da korumalı ve kollamalıyız. Tarımın, hayatın, uygarlığın ana kıymeti olan toprağı yaşatmalıyız. Toprağın; sermayenin elinde bir meta olarak bulunmasına engel olmalıyız. “Babadan bağ, dededen zeytin kalmalı” anlayışındaki kıymetlere ulaşmalıyız. Denizciler ve suda boğulma tehlikesini yaşayanlar daha iyi bilirler ki toprağa sağlam basma çok kıymetlidir. Ayağımızın altındaki toprak daha çok bizi güvende tutacaktır. Biz insanlar ve diğer birçok canlı mutat kara canlısıyız sonuçta.
Bir zamanların ekincisi olan atalarımızdan aldığımız emaneti gelecek nesillere sağ salim teslim etmeliyiz. Bizlerin, torunlarımıza bırakacağımız güzellikler bunlar olmalıdır. Sonuçta toprak “En iyi kardeşten daha iyidir” değil mi? İnsanın gözü hep ufuklarda hep ileridedir. Gök cisimlerinin hareketlerini merak duygusuyla daha çok ilgimizi çekse de ayağımızın altındaki toprağı ihmal ediyoruz maalesef. Sezai Karakoç’un “içinden çağrılmayan insanı dışardan çağırmak ne mümkün” anlayışı ve İsmet Özel’in “şarkıya dön, eve dön, kalbine dön” mottosu çerçevesinde bütün iyi niyetimizle biz, toprağa en saf halimizle dönmeliyiz. Doğumla birlikte adım attığımız hayat denen döngü sonunda, ölümle beraber yine başladığımız yer olan toprağa ve özümüze belki de gerisin geri köyümüze geri dönmeliyiz.
İlkay Coşkun
20.09.2024
Hava Tahmininin Böylesi...
Göçebelikle, tarımla, hayvancılıkla, tabiatla iç içe yaşayan atalarımız havayı, iklimleri, mevsimleri bunların üzerinden yorumlayıp bir nevi dünyamızın gizemli, pinhan yanlarına dikkat celp etmişlerdir. Kimi hava tahminleri; bitkilerin ve hayvanların davranışları üzerinden şekillenmiştir. Tarım ve hayvancılık üzerinden mevsimlerin kıyaslamaları yapılmıştır. Kimi gözlemler de çözülmesi gereken esrarlar yer taşımaktadır. Bütün bu tespitlerde, asil bir tavrın ve kadim medeniyetimizin aurası yer almaktadır.
Edinilen bu tecrübeler söz varlığımıza da tesir etmiş ve kültürümüzün bir cihetini teşmil ederek bir aşkınlığa ulaşmıştır. Hava tahminine yönelik öngörülen yol ve yöntemlerinin tematiği bütünlüklü olarak ele alınmaktadır. İzninizle örneklere geçelim. "Kavağın yaprağı tepeden dökülürse kış çok olur" Bu sözün bir farklısı; "kavağın yaprağı aşağıdan dökülürse yaz uzun olur", "Pelit ağacının kozağı çok olursa, kış çok olur", "Ağaçlar yapraklarını erken dökerse kış çok olur" Gibi. Bunlardan başka, “güzün yağmur çok yağarsa kış uzun geçer”, “koç ayında çok soğuk olursa o yıl kış uzun ve sert geçer” Gibi.
Hayvanları gözlemleyen atalarımız, bunlar üzerinden havaya, mevsimlere dayalı öngörülerde hep bulunmuşlardır. Bu çıkarımları daha çok çobanlar yapmaktadırlar. Havaya yönelik bu değerlendirmelere, “çoban meteorolojisi” veya “çoban tahmincisi” olarak nitelendirebiliriz. Bilinen en ilginç hava tahmini yöntemi; keçinin pöçüğünün durumuna göre yapılan hava tahminleridir. “Eğer keçinin pöçüğü havada ise yağmur yağmaz, aşağıda ise mutlaka yağar” Şeklindedir. Başka bir şekilde mesela, koç katımında, koç ilk olarak kara koyuna ilişirse, o yıl kışın hafif geçeceğine kanaat getirilir. Eğer beyaz koyuna yaklaşırsa o yıl kış uzun geçeceğine inanılır. Başka bir gözlem de ise koç ayında davar sık yatıyorsa, kış uzun ve sert geçeceğine inanılır. Seyrek yatarsa hafif geçecek denmektedir. Bunlar gibi hayvanlara bakarak hava tahmininde bulunmak oldukça çeşitlidir. İneklere bakılıp ta hava tahmininde de bulunulabilir. İnekler ayakta duruyorsa, yağmurun yağacağına inanılır. Eğer inekler, çimenler üzerinden yatıyorlarsa yağmurun yağmayacağının bir göstergesidir diyebiliriz.
Aynı gözlemler, arılar, karıncalar, kurbağalar, cırcır gibi çok çeşitli böcekler üzerinden de yapılmaktadır. Gözlemler daha çok bunların hareketleri üzerinden şekillenir. Mesela arıların, peteğe geri dönüşleri hızlanırsa bu yağmurun başlayacağının göstergesidir. Aynı şekilde kurbağaların ötmeye başlaması da yağmur habercisidir. Serçelerin yere çökmesi, hayvanları fazlaca büvelek kovalaması gibi etkenler de yine yağmurun yağacağının göstergelerindendir. Hava sıcaklığı tahminine yönelik ilginç bir gözlemde şu şekildedir. Burada cırcır böceğinin ötme sıklığından faydalanılır. Bir cırcır böceğinin dakikada ki ötme sayısına göre yapılan hava sıcaklığı tahminidir. Doğruluğunu kanıtlama anlamında denenebilir.
Rüzgâr hızı ve yönü konusunda bir örneklendirme yapacak olursak. Meteoroloji ilminin tam gelişmediği zamanlarda, yani Kurtuluş Savaşımız ve öncesinde topçu atışlarının daha sağlıklı yapılabilmesi için rasat subayları isimli bir birlik oluşturulmuştu. O zamanlarda top atışlarının daha sağlıklı olabilmesi açısından o günün şartları, imkanları ve atalardan gelen deneyimler doğrultusunda rüzgâr hızı ve rüzgâr yönü tahminleri yapılmaktaydı.
Bu konu ile alakadar geçmişten günümüze söylenegelen, aklî selimden uzak, yanlış muharref anlayışlar da yok değildir. Ama anlatımların geneli, mütenasip değerlendirmeler içeren zeyrek bir anlayıştadır. Bütün bu tespitler; günümüz insanının algısı ve muvazenesi nispetinde kıymete haiz olacaktır. Son tahlilde, hava tahminine yönelik günümüzün bilim ve teknik yöntemleri elbette çok kıymetlidir. Ama her şeye rağmen pozitif ilmin katkısı yanında atalarımızın bu öngörüleri de en azından tabiatla birebir kalma durumunda çokça işe yarayacaktır.
İlkay Coşkun
25.09.2024
Ateşbaz
Ateş; insanı yakar, aşkta öyle. Aşk, heyecanlandırır, alevde öyle. Aşk ile tutku ile sımsıcacık bir kıpırdama da ateşi uysallaştırmak ne mümkün. Bu gün uysal gözükse de dopdolu yarına depdeli bir şıvgın olur. Ateş, hem hizmetli hem de efendi kimliğinde bir çılgındır. İnsanı heyecanlandıran, tutkuları harekete geçiren bir renktedir. İnsan kimyasını içinde bulunduran şehvetin de bir dilidir. Heraklitos’un dünyasında, Roma’da, Kartaca’da, Troya’da ve İstanbul da bir yangın yeridir. İlahi kıvılcımla, tutsaklık zincirini kıran biri bulunur elbet.
Diğer dört büyük elementte olduğu gibi ateşte, inanışlarda, mitolojilerde, efsanelerde yer edinmiştir. Yıldırım-volkan kaynaklı ateşe ve güneşe tapınanlar olmuştur. Birçok inanışta, dünyamızın başlangıcı ve sonunda (Big Beng) ateş olmuştur. Gezegenimizin ateşli bir başlangıcı bulunduğu ve ateşli bir sona ulaşacağını biliriz. Türk mitolojisinde ateş, ailenin birliğini sağlama, iyileştirme, koruma gibi özellikleri taşır. Hint mitolojisinde tanrı kabul edilen Vişnu, yeryüzündeki kötülükleri yıkıp yok ettikten sonra alev kasırgasıyla dünyayı yakıp sona taşıyacak denir. Hristiyanlıkta dünyamız; depremler, yıldırımlar gibi afetlerle beraber ateşlere düşecek denilir. Norveç mitolojisinde, dünyanın sonu buz çağıyla başlayıp ve yine dünyanın büyük bir yangınla sona ereceğine inanılır. Mamafih; hava, su ve toprak elementlerinin yanında ateş daha çok ilahi bir kıvılcım hüviyetindedir. Güneşle özdeşleştirilen hava sıcaklığı, ışık ve ateş birlik olsalar da, soğuk ve sıcak, buzul ve ateş gibi zıtlıklar savaşı hep olacaktır. Ateşlerde, Zümrüdü Anka gibi rengârenk gönençlerimiz de…
İlkay Coşkun
29.09.2024
Beli Bükük ile Mezar Taşı
“Beli Bükük ile Mezar Taşı” Yazar Rukiye Saran Aydın’ın Mart 2024’te Hece Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu ilk öykü kitabıdır. On dokuz öykünün yer aldığı kitap, yüz kırk üç sayfa hacmindedir. Yazar, kitabını rahmetli babasına ve sevgili ailesine atfetmiştir. Merak duygusunu fazla törpülemeden ve öykülerdeki büyüğü bozmadan kısa kısa değinilerde bulunmak istiyorum izninizle.
Kitap ismi olan “Beli Bükük ile Mezar Taşı” ayrıca kitapta yer alan bir öykünün ismidir. Öykülerin tamamına yakını 5-6 kitap sayfası hacmindedir. Her okurum zihninde -öykü uzunluğu anlamında- okuma ve okuduğundan zevk alma kıvamı vardır. Öykü biraz uzarsa okur bu kıvamı kaçırır. Kısa anlatımlarda ise kıvamın bulunamadığı, keyfin kaçtığı veya yarım kaldığı bir hal yaşanır. Bu bağlamda, ortalama 5-6 kitap sayfası öyküleri daha çok ideal bulurum.
Öykülerin genelinde kurgusal bir şaşırtmaca ile yola çıkar ve okuru tuş etme sanatının inceliklerini kullanır. Yani, düz bir anlatımda kişilikler bambaşka karakterlere evrilir. Mesela temizlik robotu, akasya, ekin başağı, kitap, sandık, marul gibi bitki ve nesnelerin kişileştirilmesi, serüvenlerin öykülerde işlenmesi dikkat celp etmektedir. Bu şaşırtmaların yanında, modernist ve geleneksel anlatımlarda zaman sıçramalarına da yer verilmektedir. Böylelikle yazılan öykülerde yol, yöntem ve biçem; öykünün ritmini ve hareket alanını belirlemektedir. Tolstoy’un dediği gibi “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar ya insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” anlayışındaki gibi bir erkle yol alınmaktadır.
Öykülerde konu muhteviyatı anlamında, daha çok evlerden, kız çocukları üzerinden aileden, sokaklardan, kır ve şehir hayatından yola çıkılmaktadır. Anne, baba, kardeş gibi bütün aileyi içine alan aile sıcaklığında bir anlatımla konular ele alınmaktadır. Başka bir ifadeyle, öykülerde temel malzeme insan, aile ve çevre odaklıdır. Bu meyanda, öykülerde olması gereken nesnellik ve gözlemlerle beraber, öznellikte taşınmaktadır diyebiliriz. Her öyküde, öykü kahramanı ayrıca öykünün anlatıcısıdır. Anlatım hem kahraman hem de olay örgüsü şeklindedir. Kitap arka kapak yazısında da belirtildiği gibi, biz de yazarın gelenek ile modern arasında geliş gidişleri doğrultusunda bir üslup geliştirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda ufka, fütüristlik bir güzergâh çizilmekte ve bu şekilde yol alınmaktadır.
Öykülerde zaman olarak daha çok çağımızın, bu günlerimizin anlatıları olarak bakabiliriz. Sadece bir kısmında, yazarın çocukluğuna dair izleri görmekteyiz. Öyle ki insanın geçmişinde özellikle çocukluk döneminde yaşadıklarından kalan izler, içerisinde göllenip gün yüzüne çıkmaktadır sadece. AVM’’er, metropol hayatı, sıkışık otobüs-dolmuş yolculukları, instagram atmak, korona dönemi maske takmak gibi öykülerde geçen ifadelerden bunu anlıyoruz. Öykülerde diyaloglar yok denecek kadar az olmakla beraber, metin ve kişi betimlemeleri, kendisini ziyadesiyle hissettiriyor. Öykülerinin sonlanmadığını, anlatımın bir yerlerinde bırakıldığını da görmekteyiz.
Öykü karakterleri yeterli ve az sayıdadır. Hatırımda kalan isimlere bir bakacak olursam; “Aslım, Jasmin, Cabir Abi, Ahab, Şervan, Yorgancı İdris Dayı, Nadide, Havva Ana, Ekâbir Bey” gibi isimlerdir. Öykü dilinin algılanabilmesi için birkaç kısa bölümü de buraya taşımak istiyorum izninizle. “Güneş batıya doğru yolculuğuna devam ediyordu” (s. 13), "Kiremit çatılı yorgun evler, gözlerini yummaya hazırlanıyordu" (s. 77), “Bedeni çıkarmışlar, ruhunu çıkaramamışlar”, “Bebeğin masumiyetin en saf kundağına sarılmış, sükûnetin en sakin koyunda uyuyordu” (s. 91), “Bu yeni yürek yurdumuzda her anımız güzel geçiyordu” (s. 111) Şeklindedir.
Öykülerde zaman zaman ses yükselmesi olsa da genel anlamda dingin bir anlatım kendisini hissettiriyor. Bu da bilinç akışı ve büyülü bir gerçeklik hali eşliğinde, yazarın kendi içine doğru uzunca bir yürüyüşüne çıkmış olduğunu hissini uyandırıyor. Sonuç olarak okuyucu, okuma zevkini diri tutan yazarların neler yazdığının izini sürer. Rukiye Saran Aydın da takibimde olan yazarlardan. Anlatım derinliği ve farkındalığı olan güzel öyküler okudum. İyi okumalar dilerim.
İlkay Coşkun
02.10.2024
Bize Hava Atmak Yakışmaz
Bir insan, argo tabirle neden caka satar neden şişer? Elbette böyle sorulara verilen cevaplar zor olmasa gerek. Bu duygu halleri insanın üstünde olsun veya olmasın hiç kimse kendisine yakıştıramaz ve kendi üzerine almak istemez. Başka bir ifadeyle ‘hava atmak’ itici ve olumsuz bir durumu imler. Ama pozitif olma durumunu da beraberinde getirir. Hayatın karşısındaki bu duruş; sıradanlığı, kural ve kaideleri bir nevi örseleyerek aksülamelliği de beraberinde taşır. Biraz uçarı biraz da şövalye ruhlu kişiliklerdir bunlar. Yaşlanmaz dedikleri karakterlerden… Hayatı bir cihetiyle olumlamak birazda hayatı ciddiye almamakla da paralellik taşırlar. Yalınsılık (tevazu) ile dengeleyici bir hal olarakta işlevlerini yaparlar. Aynı zamanda; “hava atmak” sözünün, deyiminin karşısında “havasını almak” anlamında kapı gibi başka bir sözü de unutmamak gerekir.
“İnsan” kelimesini nisyan ve ünsiyetten türetilmiş bir kelime olduğu perspektifinden hareketle, nisyan’ın kayıp; ünsiyetin ise uyumu ve kazancı betimlediğini pekâlâ düşünebiliriz. “Hava atma” ve tevazu duygu hallerini de bu zıtlıklar gibi özdeşleştirebiliriz. Bütün yapaylıklardan sıyrılıp kâmil ve erdemli insan olmak en güzeli olsa gerek. “Hamdık, yandık, piştik” evlererini yaşamış, bu süreçleri geçirmiş olan insan, bunun gibi hallerinde farkında olacaktır. Başka bir ifadeyle yaşam felsefesinin künhüne vakıf olmak bunlarında hayatiyetine katlanmayı gerektirecektir. İnsanların en havalıları kâmil ve erdem sahibi olanlardır desek kim itiraz edebilir ki? İnsanlığın tekâmülünü, olgunlaşmasını bu kadim duygular belirlemektedir sonuçta.
Söz varlığımızda “hava"nın geçtiği o kadar çok deyim ve atasözü var ki saymakla bitmez. “Hava basmak, hava bozmak, hava çalmak, hava çarpmak, hava değiştirmek, hava hoş, hava patlatmak, havada kalmak, havada kapmak, havadan sudan, havan batsın, havası olmak, havasını bulmak, havaya girmek, havaya kılıç sallamak, havaya uçmak, havayı bozmak, havayı koklamak, ağzını havaya açmak, aklı bir karış havada olmak, dünyayı ben yarattım havasında olmak, leyleği havada görmek, sepet havası çalmak” gibi. Atasözleri olarak; “Hava uymazsa sana, sen havaya uyacaksın”, “El elin iyisinde kötüsünde değil, kendi havasında”, “Köpek havlamakla hava bulanmaz”, “Tencere tava herkeste bir hava” Bunlar gibi daha çok sayabiliriz. Bu örneklerden anladığımız kadarıyla hava üzerinden ne çok şey açıklamaya çalışılmış. Bu sözlerdeki “hava” kelimesini kaldırsanız ortada pek bir şey kalmaz herhalde.
Ayağına hiç taş değmemiş insan yok gibidir. Ama yolu taşlı, çakıllı taraflarından yürümemekte iyi bir tercih gibi gözükse de o yollarda da insanı geliştiren, gücünü diri tutan kimi zorlukların varlığına inanmakta gerekiyor. Her sözü, her tavrı her hareketi eşeleyenler için dünya, kıravatını takmış ciddiyetli bir memur gibi iken, hava atanlar için dünya, heyula ve hayretamiz bir panayır dolaşımı olmalı.
İlkay Coşkun
05.10.2024
Bir Nefes Sıhhat
“Haberim yok âlemin kederinden, yasından/ Gençliğimin adeta sarhoşum havasından”
Orhan Seyfi Orhon
Hava bütün bileşenleriyle bir bütündür. Bu bütünü oluşturan unsurlar; insanların ve bütün canlıların sağlığıyla birincil derecede ilintilidir. Ahlât-ı Erbaa’da denen, insanın sağlığını temin eden dört sıvıdan biri olan kan, hava ile özdeşleştirilir. Âbî (su), narî (ateş), hevaî (hava) ve türabî (toprak) isimleriyle de nitelendirilen dört elementten su= balgam, ateş= safra, toprak= sevda olguları ile benzetmeleri yapılır. Çok çeşitli canlılardan müteşekkil büyük bir canlı olan dünyamızın, galaksideki oluşumunu sağlayan ve farkını ortaya koyan dört unsurdan birisidir ayrıca.
Başta sağlık gibi çok şeyin kıymetini, kaybedince anlıyoruz. En önemlisi de burada, -konumuzla alakalı can alıcı örneği verelim- Bunu en meşhur haliyle Kanunî Sultan Süleyman; “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” mısralarıyla dile getirmektedir. Sadi Şirazî, Gülistan kitabında “Her nefeste iki şükür vaciptir; birincisi nefes alabildiğimiz için, ikincisi de onu verebildiğimiz için” ifadeleriyle kıymete karşı şükrü hatırlatıp mahzâ hakikat notunu düşmektedir.
Cahit Sıtkı Tarancı, sağlığı ve mutluluğu havadaki güneş aydınlığında aramaktadır. “Her mihnet kabulüm, yeter ki gün eksilmesin penceremden” demektedir. Başka bir şiirinde, “Ben şairim/ elbette bilirim/ ne zaman açacağını havanın” tahminiyle, bu durumu şairane bir üslupla dile getirmektedir. Ez cümle, sağlık, mutluluk, gençlik ve hayat; daha çok güzel bir hava ile de özdeşleştirilir. “Lakin bir nefes bana bir parçacık huzur” diyen Tevfik Fikret, mütevazı gözüken ama ne büyük bir dilekte bulunmuş değil mi? Yetinme ve mutluluk formülünü en yalın haliyle Orhan Veli; “Bedava yaşıyoruz bedava/ hava bedava, bulut bedava/ dere tepe bedava/ yağmur çamur bedava” mısralarıyla taçlandırmıştır. Sağlıcakla.
İlkay Coşkun
09.10.2024
“Papatya Şiir Antolojisi”nde ki Gençlik İksiri
Papatya Dergisi, 2022 yılında hayatına başlayan, yenilerde iki yaşını doldurmuş genç bir edebiyat dergisi. Papatya’da yayınlanmış olan seçme şiirlerden oluşan antolojide kırk beş şairin, altmış üç şiirine yer verilmiş. Güvercin Yayınevi etiketiyle Eylül 2024’te okurlarıyla buluşturulmuş ve doksan sekiz sayfa hacmindedir.
Antoloji; Aykutalp Balkan, Sinan Ayhan ve Mertali Mermer tarafından kitab-ı tab’a büründürülmüş. Antoloji de on dört tane hanım şaire ismiyle de karşılaşıyoruz. Yurdumuzun dört bir tarafından şairlerin yanında, Lefkoşa, Bakü, Hamburg gibi farklı doğum yerlerinden olanların, şiirlerinin tınılarının farklı yönlerini de görmekteyiz. Benim ve eşim Vildan Poyraz Coşkun’un ikişer şiiri de antolojide yer almaktadır. Hiçbir şairimize haksızlık yapmama adına, şiirlerin içeriğine değinmeden daha ziyade etraflıca bir değinide bulunmak istiyorum izninizle.
"Edebiyattan mahrum kalanlara" mottosuyla okurlar selamlanmakta ve şiirlere girizgâh, Cemal Süreya’nın “Papatya mevsimi” şiirinden bir bölümle yapılmaktadır. “…Bak!/ Papatya mevsimi geldi/ Mevsimlerden papatyayı severim/ Sonra seni/ Sonra yine seni. /Ve hep seni...” Kitap arka kapağında da Aykutalp Balkan’ın kaleminden, bir şiir ile nasıl seyahat edinildiğini anlıyoruz. “Mesela Cemal Süreya’nın “Sürgün” şiiri ile Bilecik’e, Ahmet Hamdi Tanpınar ile Bursa’ya, Edip Cansever ile İzmir’e ve Bir Orhan Veli Kanık şiiri ile İstanbul’a gidilebilir. Hatta bir şehre gerek yok! Cahit Zarifoğlu’nun anılar defterine yahut Edip Cansever’in “Masa da Masaymış ha” dediği o meşhur masaya da gidilebilir. Belki Paul Celan’ın bulunduğu Nazi toplama kamplarına, belki de Şair Eşref’in sürekli çalınan mezar taşının yanı başına”
Antolojide dikkatimi celp eden şeyin, şairlerin çoğunluğunun 2000 sonrası doğumlu olduğudur. Antolojiyi hazırlayan, aynı zamanda şiirleriyle de yer alan Aykutalp Balkan 2001, Mertali Mermer’de 2002 doğumludur. Hatta öyle ki antoloji de kırk yaş üstü şair çok az olduğunu görmekteyiz. Kuşak sınıflandırmalarına pek inanmam ama yine de değinecek olursam; Z kuşağı doğumlarının başlangıç ve bitiş yılları 1990 yılı ve 2010 yılları arasındadır. Z kuşağının tipik özellikleri, küçük yaşlardan beri dijital ortamlarda yetişmişler ve teknoloji çağının merkezindedirler. 2010 yılı sonrası Alfa kuşağı doğumlulara el vermişlerdir. Hatta, 2008, 2009 ve 2010 doğumlu şair, şair adaylarının şiirlerini okumak, duygularına tercüman olmak ayrı bir güzellik olsa gerek. Bizden sonraki nesiller aşkı nasıl görüyor, yalnızlığı, ölümü, toplumsal bazı hadiseleri -deprem, pandemi vs.- nasıl değerlendiriyorlar? Gibi Sorulara cevaplar buluyoruz.
Alaattin Karaca’nın “Estetik Endişe” kitabından güzel bir bölümün altını çizmiştim ve defterime not düşmüşüm. İzninizle burada da bunu paylaşmak istiyorum. “Yazarın yükü ağırdır ve taşıması zordur! Yazarından büyük bir sorumluluk, fedakârlık ve ahlaki tavır ister” (s. 91) Bu bağlamda zaman içerisinde çoğu şair ve yazar muvazenesi nispetinde tavrını, biçemini ve estetiğini oluşturacaktır. Edebiyat dergileri, kitaplar, antolojiler ve çok okumayla beraber yol alınacaktır. Zaman içerisinde şairler, diğer şairlerden üslup kapa kapa kendilerini daha da geliştireceklerdir.
“Bizden sonra edebiyat ve sanat ne olacak?” türünden benlik tavırları ile olumsuzluk nakaratları zerk edip olumsuzluk zehabına kapılanlar için yeni nesiller sanatı da edebiyatı da her daim filizleyeceklerdir. Genç şairlerin, şair adaylarının yazdıklarını görmek açısından böyle antolojiler faydalı olmaktadır. Yaş olgunluğuna ulaşmış şairlerinin ruh dinginliğinin ve sadeliğinin yanında genç şairlerin münşerih ve daha sinerjik tavırları belki de birbirini tamamlayan olmaktadır. Kimileri için mazide kalmış bir anı olarak kalacak belki de bu yazılanlar. Başka birileri için ise yetenekle, çabayla ve bol okumayla birlikte kendini daha da geliştirip geleceğin kalıcı, tanınmış şairleri arasına dahil edecektir.
Sonuç olarak, Z ve Alfa kuşaklarının ruh hallerini şiir ve imgesel boyutta görme imkânı sağlamaktadır böyle antolojiler. İyi ve kâmil insan olma kıvamları bunlar gibi uğraşlarla hep güzergâh üstü tutulmalıdır. Şair Sinan Ayhan’ın tabiriyle “Güzellikler kendiliğinden sevilendir” mertebesine böylelikle ulaşılmış olacaktır. “Güzellikler ve estetik, elde olmadan göze çarpar” olacaktır. Sanat, edebiyat ve şiir; huzuru, mutluluğu arayanları, modern zamanlardan, kentsel yenişimlerden daha az zarar görme isteklilerini sarıp sarmalayacaktır. Bunlar; zamane hastalıklara karşı bir vitamin takviyesi olacaktır. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
11.10.2024
Bulut Olma Sevdası
Bulutlar üzerinde olma ve uçma sevdasını taşıyan hep insanoğlu olmuştur. Herhalde bir balık hiç uçma sevdasına kapılmamıştır. İnsanlığın bu sevdasını ilk olarak uçurtmalar karşılamıştır. Devamında da uçaklar olmuştur. Dante’ye göre insan ırkı uçma hayaliyle doğmuştur. Uçan melekleri, uçan atları, uçan halıları, havadaki öbek öbek bulut kümelerini hayal etmişizdir. Her neviden kuşlar, uçan periler, cadılar ve daha neler neler..
Kümülüform tipi bulutlardan stratiform bulutlara, tüy gibi inceliklerden karnabahar görünümlü kümülüs bulutlarına kadar beyazın ve grinin tonlarında lapa lapa türlü türlü bulutlar ile çevrili kocaman bir atmosferimiz vardır. Bu bulutlar, her çocuğun düşünde uzanıp da üzerinde uyuduğu uçan pamukçuklardır. Bu bağlamda uçurtma hayali de ufuklara yükselmeyi imler. Hatta uçurtmalar bir dönem inşaat işçilerine tuğla ve kiremit taşıyan yük atları olarak kullanılmıştır. Uçurtmalar da bunlar gibi fantastik birçok uygulamayla hayatımızda tutulmuştur. Gezi amacıyla kullanılan balonları, meteoroloji balonları, uçurtmaların gelişmiş birer versiyonu olarak da düşünebiliriz.
İlk uçurtmaların tarihi, milattan önce üç binli yıllara kadar dayanır. İlk örnekleri Çin’de görülmeye başlanmış. Daha sonrasında hayvan figürlü olanlar, Japonya’da, Endonezya’da, Hindistan ve Güneydoğu Asya’da görülmüştür. Uçurtmanın Avrupa’ya ilk gelişi 16. Yüzyıla kadar dayanır. Uçurtmaların Avrupa’ya ulaşması Hint Adaları ile yapılan ticaret ile beraber İpekyolu üzerinden olmuştur. Uçma isteği ve serüveni mitolojilerde de hep canlı tutulmuş. Mitolojide birçok karakterin kanatları vardır ve uçma eğilimi gösterirler. Haberci Hermes, gökkuşağı karakterindeki İris, Zafer Tanrıçası Nike, Mısır Gökyüzü Tanrıçası Nut gibi birçok mitolojik karakteri örnek verebiliriz ve hepsinin de uçmalarını sağlayan kanatları vardır.
Teknolojik gelişimle beraber, bir yerden başka bir yere taşıyan hava araçları, insanlığın gelişimine yönelik büyük bir katkı sağlasa da savaşların bu alana da taşınması insanlığa ciddi manada zararlar vermiştir ve vermektedir. Başka bir ifadeyle, uçma isteğinin heveskârı insanın, uçurtma ile başladığı serüveninin, türlü hava araçlarıyla ve dahi savaş gereçleriyle olumlu ve olumsuz büyüttüğü kocaman bir dünyası vardır. “Kurbağa, içinde yaşadığı gölü içip bitirmez” atasözünde dendiği gibi insan dışında bütün canlılar çevreye duyarlıdır. Savaş araç ve gereçleriyle, kapitalizmin tarihsel ve düşünsel kaynaklarıyla beraber dayattığı daha çok zengin olma, güçlü olma kültürünü ve sonuçlarını yaşıyoruz maalesef. Uçurtma ile başlayan uçma serüveninde de uçma eylemi gibi dayanağın, mücadelenin omzu üzerinde yükselen insanlığın önünde bunlar gibi daha çok mesafeler olacaktır. Önemli olan bu hayalleri, insanlığın faydasında tutabilmek olmalı.
İlkay Coşkun
17.10.2024
Gökkuşağında Güzel Bir Dünya
Fırtına ve yağmurun dinmesi sonrası gökyüzünde rengârenk gökkuşağı * belirir. Hengâmenin, curcunanın, patırtının arkasındaki durgunluğu, dinginliği ve münzevi zamanları çağırır. Tabiat, yağmurla birlikte kuşağını giyinmiştir artık. Sanki intifadaların sonunda yeni bir güne uyanılmıştır. Yunus’un, benim yüzüm yerde gerek dediği bir kabulleniş ve boyun eğiş hali vardır. Doğum sonrası gerçekleşen sevinç gibidir. Özellikle kendi yalnızlığında olan insanın ruhuna etkili bir dokunuştur.
Gökkuşağının oluşumunda yağmur damlalarıyla beraber güneşin raksını da görmekteyiz. Aynı parmak izi gibi her gökkuşağı her insana ayrı gözükür. Çünkü fiziki olmayan bu görüntü, optik bir yansımadır. Her görüşteki açı farklılıkları, ayrı görüntüleri beslemektedir. Renkli bir spektrum eşliğinde göz kamaştırıcı bir ışık tayfıdır. Madden bu böyledir ama manen, dünyamızdan cennete giden bir yol gibi görülür. “Gökkuşağının bittiği yerde altın bulunur” anlayışı da bu beklentinin bir sonucu olsa gerek. Bütün bu oluşumlar, “Düzen, kâinatın ilk kanunudur” bakışını destekler. Renkler, ebat ve şekil farklı farklı görüntülerle temaşa edilir. Hatta renklerin olmadığı beyaz gökkuşağı görüntüsünü de bunlara dâhil edebiliriz. Tüm hayatın, bir gökkuşağı geçiciliğinde olduğunu biliriz de mücadelelerimizden de hiç vazgeçmeyiz. Bütün güzellikler yanımızdayken dahi hayat birazda gökkuşağının kayıp sekizinci rengini arama üzerinedir. “Gözlerde yaş yoksa ruh gökkuşağına sahip olmaz” diyen Kızılderili sözüyle beraber “Gözler yaşarmadıkça gönüllerde gökkuşağı oluşmaz” denen bizim anlayışımızdaki gökkuşağı bizleri durup düşünmeye sevk eder.
Gökkuşağının şekli ve yapısıyla alakalı bilimsel tespitler bütün söylencelerle de iç içedir. Tüm dünya mitolojilerde, söylencelerin de ve anlatımlarında gökkuşağı yerini almıştır. Bir Şaman için gökkuşağı, göğe çıkılan bir köprüdür. Anadolu’da ebemkuşağı, eleğim sağma, ala’im-i sema ve Fatma Ana’nın kuşağı olarak bilinir. Birçok Türk devletinde ve toplumunda gökkuşağı farklı farklı anlamlarda ve inanışlarda kendisine yer bulmaktadır. Hz. Musa’nın, Tur Dağı’nda bir gökkuşağı tarafından korunduğuna inanılır. Afrika mitolojisinde gökkuşağı, Tanrı’nın görüntülerinden biri olarak görülür. Kültürümüz dışında başka bir örnek, Yunan mitolojisinde İris, gökkuşağı ile isimlendirilir. Öyle ki İris üzerine yapılan birçok sanat eserinde gökkuşağına da yer verilmiştir. Hatta İris, sürahisine su toplayarak gökkuşağı oluşturmaktadır. Gökkuşağının altından geçince cinsiyet değişeceği türünden oldukça çeşitli inanışlarla da karşılaşmaktayız.
Adına hayat içinde hayal derler, ufuklar onun içinde, bulutlar onun içinde, gökkuşağı onun içinde... Hayal gücümüzün en güzel sembolü olan gökkuşağı, umutlarımızı da yeşertmektedir. Hale ve taç ile beraber, gökyüzünün ve ufkun alınlığında hep dünyamızı süslemektedir. Duyularımızda vazgeçilmeyen bir hissediş olarak… Öyle ki temaşa edemeyen görme engeli birisine dahi diğer hissiyatlarında enerjisini göndermektedir. Her gökkuşağı gönlümüzün cezvesini taşırıp güzellikleri yansıtmaktadır. Sonuçta gökkuşağı gibi bütün güzellikleri yüreklerde soldurmayıp iyiliklere teşne, mutluluklara müzahir kılmak gerekiyor.
* Gökkuşağı, güneş ışınlarının yağmur veya sis bulutları içinden geçerken kırılmaya uğrayarak yansımaları ve yay şeklinde renkli olarak görülmesine verilen isimdir. Gökkuşağı içinde,-dıştan içe doğru- kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renkli görülür.
İlkay Coşkun
21.10.2024
-----------
Hikâye, Fıkra ve Masallarımızda Hava
Bütün edebi türlerin bir yerlerinde iklim, mevsimler daha genel anlamda hava hep yer almaktadır. Hava ve iklim ile beraber tarımı da içine alan geniş bir çerçevede... Nasreddin Hoca, Keloğlan, Bektaşi ve Temel gibi Karadeniz fıkra karakteri başat rolünü üstlenmektedir. Yörükler başta olmak üzere mümbit Anadolu motifinin birçok unsuru bu bağlamda konu dâhilinde kahramanlık yapmaktadır. Yağmur duası gibi dini ritüellerde ki yaşanmışlıklarda cabası. Diğer kültürlerden özellikle Kızılderili yaşayışı, tabiatla iç içe oluşları anlamında ve öğretileri bağlamında önem arz etmektedir. Soğuğuyla ün yapmış Erzurum, Kars ve Sivas gibi illerimiz de konu dâhilinde fıkra ve hikâyelerde yerini almıştır. Etkili yağış anlamında Rize ilimiz ve genelde Karadeniz bölgemiz geçmektedir. Daha özel anlamda eski dönemlerde münhasır kişiliğiyle Meteoroloji’ye bakanlık yapan Elazığlı merhum Ali Rıza Septioğlu’nun yaşanmış hikâyelerine veya türetilen fıkralarına yer verilmektedir. Bunlar gibi hikâyeler, söylenceler yöre yöre farklılıklar gösterse de özünde benzer anlatımları ihtiva etmektedir.
Anlatılagelen birçok hikâyenin, fıkranın içerisinden bir demet sunmak istiyorum izninizle. Kocakarı soğuklarının hikâyesi şu şekilde anlatılır. Kimi kırsal bölgelerde her sene yaylaya çıkılır. Yaylaya çıkmayı çok seven bir ninemiz, şubat (gücük) ayı çıkmadan havaların ılımanlaştığını görerek aceleden yaylaya çıkar. Baharın gelmesini, dağın yağmuru beklediği gibi bekler adeta. Bir kaç gün yaylada kalır. Bu yalancı havalara kanıp bahar mevsimine sitayiş eder. Devam eden günlerde kış, kışlığını gösterir. Üç gün üç gece kar tipi yağar. Bu hava şartlarında nine ve hayvanları ölür. Bu sebepten mütevellit bu günlere, "Kocakarı Soğukları" denilir. Bir başka anlatımda Karslının “İçeriye Sohuh Girmesin” fıkrasına bir bakalım; “Karslının biri bir gün cehenneme düşmüş. Oradaki zebanilerden birisi demiş ki: Durumun necedi ay kişi? Karslı demiş ki: Aye o gapıyı ört çabuk… Dalım yeni ısındı. İçeriye sohuh girmesin.” Kızıldereli fıkralarından da bir örnek verelim; “Kış başlamak üzeredir. Kızılderili topluluğu şefin etrafına toplanmış, kışın sert mi yoksa yumuşak mı geçeceğini öğrenmek istemektedirler. Geleneksel yeteneklerini dedelerinden bu yana çoktan kaybetmiş bulunan şef, işi sağlama almak için kabilesine kışın sert geçeceğini ve mümkün olduğunca fazla odun toplamalarını söyler. Akıllı bir adam olan şef birkaç gün sonra yakınlardaki meteoroloji istasyonuna telefon eder; “Bu kış soğuk mu geçecek sizce?” Meteorolog cevap verir: “Evet, oldukça sert geçeceğe benziyor.” Bu cevabı alan şef derhal kabilesine döner ve kışın çok sert geçeceğini, daha çok odun parçası toplamaları gerektiğini söyler. Bir süre sonra meteoroloji istasyonunu tekrar arar ve sorar: “Kış hala soğuk mu geçeceğe benziyor ?” “Evet” der karşıdaki; “Oldukça soğuk geçeceğe benziyor.” Şef kabilesine döner ve sadece odunları değil bulabildikleri her çalı çırpıyı toplamalarını ister. Birkaç gün sonra meteoroloji istasyonunu tekrar arar; “Kışın sert geçeceğinden gerçekten emin misiniz?” Meteoroloji; “Kesinlikle. Bugüne dek yaşanan en sert kışlardan birini yaşayacağız gibi görünüyor” “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz ?” diye sorar şef. Meteorolog cevaplar; Kızılderililer çılgınlar gibi odun topluyor.” Der. Son bir örnekte Kars şivesiyle verelim. “Üşümenin Lezzeti” başlığında... “Kışın şiddetli ayazında eli-ayağı gagaç kesilen Azeri, Terekeme’nin tükenine girer. Terekeme; -Aya niye titriyirsem? –Ay bala donuram, titriyirem, peçin yaner mi? –Aybaşın batsın üşümenin lezzeti titremehdi. Titre ki tadı çıhsın!” Bu örnekleri daha da artırabiliriz. Şimdilik bunlarla kifayet edelim.
Çocuk masallarımızda hayalleri depreştiren havanın ve bulutların gizemi masalların bir yerlerinde iliştirilmektedir. Karın yağma masalı binyıllardan beridir dimağlardadır. Gökyüzünde kar kadınları yaşarmış. Bohçalarında sulu pamuklar biriktirirler ve zaman zamanda bu pamuklardaki birikmiş suyu insanların üzerine boca ederlermiş şeklinde devam eden bir masaldır. Bazı anlatımlar, söz varlığımızda da yerini almıştır. “Ben Yanarım Yavruma, Yavrum da Yanar Yavrusuna” sözü yaşanmış bir hadise üzerinden şekillenmiştir. Kışın karı boranı eksik olmayan Anadolu’nun bağrından çıkmıştır. Kış mevsiminde güç şartlarda bir ananın oğlu, gassalın elinde meyyit misali debelenerek damda kar kürümektedir. Anne bu durumu gördükçe oğlum hasta olacak diye kaygı duymaktadır. Oğlu bu kaygıyı daha da üste çıkarmakta beis görmemektedir. Buna dayanamayan anne, oğlunun kundağındaki çocuğunu dışarıya çıkarır. Bunu gören oğlu annesine veryansın ederek tepki gösterir. Bu hadise üzerine, “Ben Yanarım Yavruma, Yavrum da Yanar Yavrusuna” sözünü deyiverir.
İklim, hava ve mevsimler gibi benzeri olan birçok anlatım, hayatın her alanında yerini bulmaktadır. İklim, mevsimler ve hava olayları; yaşam kültürün bidayeti, şekillenişi ve vücut bulması açısından önemlidir. Hayatı kuşatan, her hareketiyle insan ve diğer canlıları etkileyen bir vazgeçilmezdir. Hatta öyle ki çoğu benzetmeler de bu konuya dâhil edilebilir. Güzel bir türkü sözüyle yazımızı nihayetlendirelim. “Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca. Akar can özümden sel gizli gizli. Yar oy! Yar oy! Sev gizli gizli…” Neşet Ertaş
İlkay Coşkun
02.11.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.