- 223 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sübyanlar Çetesi
(Latekmenden Büyüklere Masallar)
Cağaloğlu, kitapçılar sokağı, yayınevleri; beri baştan ta Haliç’e kadar; geze geze çok yorulmuştum. Çok da sıcak vardı. Sıcak, nemle birlikte boğucu, bunaltıcı. Yeni Caminin Kuzey merdivenlerine çıkıp oturdum. Etrafı seyreylerken az dinleneyim...
Eminönü Meydanı, meydanı yarıp geçen yol, otomobiller, Haliç, Tarihi Köprü, Karaköy, Boğazın mavi suları, şehir hatları iskeleleri, Üsküdar, Haydarpaşa Tren garı, koşuşturan insanlar, seyyar satıcılar, çığırtkan martılar, vapur düdükleri ve sirenler...
Orada bir sigara içimi oturunca usul adımlarla aşağıya indim. Yüzlerce güvercin ürküp kanat çırpıntılarıyla yüzlerce ses çıkarıp hep birlikte havalandı. Sonra da hemen indiler.
Yerler güvercin bokuyla doluydu. Kadınlar ve erkekler, yaşlılar ve gençler, kız veya erkek çocukları güvercinlere kase kase buğday, simit ve ekmek kırıntıları atıyorlardı. Güvercin boklarıyla birlikte yerlerde onlar da vardı.
Çocukluğumda olduğu gibi satıcı çocuktan bir kase buğday alıp ben de mi atsaydım acaba? İç sesim; boş ver dedi. "Senin köyünde kuş mu yok, hem de milyonlarca! Hem de öteni ötmeyeni, uçanı yürüyeni, hem de renk renk ve çeşit çeşit. Bu koca şehirde güvercinden, martıdan ve kargadan başka kuş mu var; bırak onlar da şu zavallı İstanbulluların olsun, sen geçip git..."
insan seli içinden zor geçip Üsküdar İskelesi yanına gittim. Yağda kızarmış balık kokuları tuzlu ve iyotlu deniz kokusunu yorgan gibi örtüyordu. Canım balık ekmek çekti ta çocukluğumdaki gibi. Sallanan kayıklar içindeki adamların elleri makineli gibi, rıhtımda bekleşen insanlara balık ekmek yetiştirmeye çalışıyorlardı...
Balık ekmeğimi herkes gibi ayaküstü yedikten sonra az ötedeki büfeden bir küçük şişe soğuk su aldım. Oysa eskiden böyle değildi. Susayanlara bardakla buzlu su satan çocuklar, sırtlarında taşıdıkları ibrikli güğümlerle limonata, hardaliye, şalgam suyu, koca koca cam kavanozlarda turşu suyu satan adamlar vardı...
Aklıma o günler gelince ayaklarım beni Galata Köprüsüne doğru götürdü. Çocukken hastasıydım buraların. Ne seyretmesine, ne karmaşık seslerine, ne de yorulmak bilmeden gezmesine doymak bilmezdim. Taş merdivenleri tırmanıp köprüye çıkardım. Merdivenler, köprünün kenar yerleri İşportacılarla dolu olurdu. Yerlere serdikleri bezler üzerinde, karton kutular içinde, valizlerde, Bond çantalarda ne güzel şeyler satarlardı. Oltalarını demir korkuluklardan denize sarkıtmış amatör balıkçılar tuttukları istavritleri, Hamsi, Lüfer, Çingene Palamudu, Uskumru, Çinakop gibi balıkları içi su dolu renkli plastik leğenlere salarlar; ben başlarında dikilip onları saatlerce seyrederdim...
Sonra Karaköy, Tünel ve Tramvay, Taksim Meydanı, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Yeşilçam Sokağı. Kalabalıkla birlikte yürürken yasakları delmek isteyen kaçakçıların "Malbora, Kent, Malbora, Kent" seslerini duyardım ama bunları kim söylüyor, onu göremezdim. Sinemanın kötü adamı Erol Taş’ın kahvesini merak ederdim ama nerede olduğunu bilmezdim. Çok merak ettiğim artislerden biri geçse yakınımdan isterdim ama her seferinde şanssızlığımı yenemezdim. Sonra "Yüksek Kaldırım" derdim kendime, hani büyüklerin ballandıra ballandıra anlattıkları Kerhaneler. Ama yaşım küçük olduğu için oraya gidemezdim ve çaresiz döner yamaç aşağı yeniden inerdim Karaköy’e. Gene Galata Köprüsü. Alt katları meyhane, birahane dolu ama hiçbirine giremezdim. Etrafı hayran hayran seyreyleyken yürüyüp giderdim bu sefer Eminönü istikametine...
O zamanlardaki gibi böyle bir turu yeniden atmak geçti içimden ama vazgeçtim. Geçmiş olsun. Geçti gitti elbet. Yaş geçti gitti, güç tükendi bitti. Hayde dön geriye...
Yeniden Yeni Cami yanına geldim. Eskiden olduğu gibi Mısır Çarşısını, turist kaynayan Kapalıçarşıyı mı gezseydim acaba! Ya da meydandaki ak tavşanlı niyetçileri, ağızlarından ateş üfleyen sihirbazları, avazı çıktığı kadar bağırarak noktasız virgülsüz konuşan traş bıçağı reklamcılarını, bunlar ve bunlar gibilerin etrafını sarmış meraklı kalabalıkları mı seyretseydim acaba!
Yoktular ki! Yük taşıyan at arabaları yok, sırtları küfeli hamallar yok, çalı süpürgeli çöpçüler yok. Ne tat, ne tuz; o günlerin o güzelliklerinden eser bile yok artık. Bugünün simitleri bile o günküler gibi leziz değil. Geçmiş olsun...
Ayaklarım bir iz buldu kendisine, gene çocukluk günlerimdeki gibi. O görünmeyen izleri takip ettim. Eminönü, vapur iskeleleri, Sirkeci, gar binası, demir raylar, lokomotifler, Tren vagonları ve Sarayburnu.
Oraya gelince sahil yolundan çıktım. Genişlik yerde sırtlık tahtalarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi yazan banklar vardı. Geçip birisine oturdum. Çantamı omzumdan alıp yanıbaşıma koydum.
Orada çok bank, çok da insan vardı. Kimisi sarmaş dolaş iki sevgili, kimisi kırk yıllık karı koca, kimisi üç-beş genç arkadaş. Birden canım sıkıldı nedense. İçim daraldı. Çıkarıp bir sigara yaktım. Acı dumanı tam içime çekip havaya üflerken derinden bir ses işittim. Bu ses; "Malbora Kent, Malbora Kent" deyip durarak kulaklarımdaki örs ve çekici zil gibi öttüren sese çok benziyordu.
"Hem yaşlandım artık, eskisi gibi yürüyüp gezemiyorum diyorsun, hem de köpek gibi cigara içiyorsun!"
Yeni yaktığım sigarayı parmaklarım arasına alıp denize fırlattım. Mına koduğum zıkkımı!
Deniz kenarına oturmuş bira içenler vardı; bir bira alıp ben de mi içseydim acaba! Mına koduğum birası!
Sırtımı iyice yasladım, başımı geriye attım ve gözlerimi kapadım. Gözler kapanınca her yer karanlık olur. Ay yoktur ama gökyüzünde yıldızlar uçuşur. Yıldızlar vardır ama onlar ne Aya benzer ne de Güneşe. Ve aydınlık gitmiş karanlık gelmişse eğer; iyi, kötü, çirkin gibi düşünceler beyinde fink atar. Beyin denen o esrarı çözülememiş şey de; iyi, kötü, çirkin ayrımı yapmadan uzun kısa öyküler yazar. "Şimdi olmaz!" Öyle dedim. Hemen açtım gözlerimi ve düzlendim. İşte tam o sırada göz bebeklerim büyüdü. Karşıda Haydarpaşa Garı, önüm deniz ve denizin orta yerinde bir kule. Kız Kulesi deyince aklıma bizim Zeki geldi. O vakit yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Bu, bir nevi sevinç işaretiydi. Hemen telefona sarılıp aradım onu.
Ses geldi;
"Alo amca abi, hayırdır! Hangi dağda kurt öldü?"
"Mahya’da. Mahya Dağında. Oğlum ben İstanbul’dayım."
"Yalan!"
"Kime yalan bocum var lan!"
"Abi nerdesin şimdi?"
"Kız Kulesinin tam karşısında."
"Abi doğru mu bu? Ben de Kadıköyde’yim. Bağdat caddesindeki bir otelde duvar resimleri yapıyorum ama bırakıp bir koşu geleyim yanına. Vay be Latekmen amcama bak, çok da özlemiştim seni, biliyor musun..."
"Ama ben karşıda, Avrupa yakasındayım. Sarayburnunda..."
"Yapma be! Abi bu gece burdasındır, dönmezsindir herhalde."
"Bilmem ki Zeki, hiçbir planım yok."
"Abi dönme, kesinlikle. Bu gece bendesin ve bendensin tamam mı? Akşama buluşuruz. Bir kış günü köydeki senin evde, har har yanan şöminenin karşısına oturup şarap içtiğimizi, edebiyattan, sanattan, şiirden, romandan, resimden hem de siyasetten, sosyolojiden, psikolojiden ve hem dinden ve imandan, hem de dinsizlikten ve deistlikten, iyilikten, kötülükten ve şundan bundan ne çok konuştuğumuzu unuttum mu sandın?"
Zeki ressamdır. Kız Kulesini, yolcu vapurlarını ve yük gemilerini, Göksu Deresinde kayıkla gezen eski zaman güzellerini, ayaklarını boğazın mavi sularına sarkıtmış ahşap yalıları, önlerini taş sokaklara çevirmiş çiçekli bahçeleri, cumbalı evleri çizer. Hem de çok güzel çizer. Sonra boyar. Hem de çok güzel boyar. Fırçasından yağlı boya değil de sanki canlıymış gibi bir şeyler akar. Tablo bitip tamam olunca altına da "İstanbul Ressamı" diye imza atar. Adı Zekeriya’dır ama ben ona Zeki derim. O da bana amca der. Bazı üstat, bazı abi dediği de olur. Aklı nasıl eserse işte...
Ressam Zeki, arkadaşım Tırali’nin ortanca oğludur. Bu lakap övünç verici bir şeydir Ali Malkoç için. Yıllarca kamyon şoförlüğü yaptığı için öyle demişlerdir kendisine. Tırali, güzel bir insandır. Gerçekçi ve insancıl. İki yüzlüleri sevmez, dobradır. Herkesin inancına da, yaşam tarzına da, giyim kuşamına, sakalına bıyığına da saygılıdır. Hayatı boyunca birçok yer gezmiş, birçok milletle tanışlık etmiş ama Arapları hiç sevmemiş. Sevememiş. Saygı duymak lazım. Şu bizim ressam Zeki ile, el freni boşalmış kömür kamyonunun lastik tekerleği tarafından yerlerde sürüklenmiş yaralı başı da hep beladadır...
"At şu sigarayı elinden" diyerek kulaklarımdaki örsle çekici çarpıştırarak ziller çaldıran ses kime aitti acaba? Aklıma karım geldi. Kesin odur. -Kaktırma ulan cigarasına! Çıkarıp yenisini yaktım. -Çok pahalı çok, ona para mı dayanır? -Kaktırma ulan parasına! -Hem içkin de var, o da çok pahalı! -Ulan karı, dır dır dır; kaktırma şimdi hem pahalısına hem de ucuzuna! Bunca yıldır yazıyorum; Romanlar, Hikayeler, Şiirler; kör müsün? Yüzlerce. Bunları toplayıp bastırsan kaç kitap olur, kaç kitap satılınca tek ben değil, kaç kişi zengin olur. -Bok olur! -Ulan karı, boka bulama şu güzelim ağzını. Ben sabretmeyi bildim, hala da sabrediyorum ama Allah’ın verdiği o yetenek sende yok! Bir de hatim indirdin sözde, Kuran’ı ezbere biliyorsun. Biliyorsun ama ne diyor ondan haberciğin bile yok. Ezberci seni!
Sigaram bitince, hem de biraz dinlenince banktan kalktım. Kalktım ama şimdi hangi yöne? "Yürüyün Kumkapı’nın oraya" desem ayaklarıma; orada balıkçı tekneleri vardı eskiden. Rakı kokan balık lokantaları, çok ışıklı ve çok gürültülü bar ve pavyonlar, sarhoşlar, orospu karılar, utanma bilmeyen eli bıçaklı, beli tabancalı pezevenkler...
İç sesim; "ayak izleri" dedi. O silinmiş ayak izleri. Marmara Denizi, Kızkulesi, karşıdaki Haydarpaşa; onlar oldukları yerde kalsın. Çantamı omzuma asıp yürüdüm. Sirkeci Garı, eskimiş ahşap vagonlar, demir raylar ve Kadıköy İskelesi. Martı çığlıkları, vapur sirenleri, sallanan teknelerde kızaran yağlı balık kokuları...
Yeni Caminin oraya geldim yeniden. Galata köprüsünün altından küçük tekneler geçiyordu eskiden olduğu gibi. Kimisi Haliç suyundan Marmara denizine, kimisi Marmara’dan Kasımpaşa diplerine. Ama Haliç eskisi gibi kokmuyordu artık. Suyu temiz. Katrana bulanıp ölmüş martılar yok, katran karası sularında kedi, köpek, at, eşek leşleri yok. Çöp yığınından oluşan adacıklar yok. Yeni Cami önünde yüzlerce, binlerce güvercin. Bir şeylerden ürkünce pır edip kalkıyor, sonra hemen inip yerlere konuyorlar...
Ne Mısır Çarşısı, ne de Kapalıçarşı; vurdum kendimi Mahmutbey yokuşuna. Derken bir de baktım ki, Beyazıt Meydanındayım.
Ne çok kalabalık, ne çok insan! Kara tenli, beyaz benizli, çekik gözlü ne çok insan! Dünyanın dört bir yanından kalkıp buraya gelmişler. Kimisi zengin bunların; alış veriş etmeye, kimisi aç ve sefil; gelmişler karın doyurma niyetine...
İstanbul Üniversitesine yol gösteren meydandaki ulu çınar ağacının altına fiskos masası gibi küçük masalar atmışlar. Etraflarında da hasır örgülü gibi alçak tabureler. Kendime boş bir yer bulup oturdum. Yorulmuşum gene. Omuz çantamı çıkarıp öteki taburenin üzerine koydum. Bir sigara yakıp onu da dudaklarıma koydum. Yanımda genç biri bitti hemen, mavi bez ceketli.
"Hoş geldiniz, ne arzu ederdiniz?"
"Ne var ki?"
"Simit, poğaça, börek, sosisli sandviç, hamburger..."
"Tokum ben, az evvel balık ekmek yedim Eminönü’nde. Bir çay kap getir sen bana."
Gitti ve mekan kalabalık olmasına rağmen çabucak geldi. Çayı küçük masaya bıraktı ama gitmiyor.
"Parası mı?"
"Evet efendim..."
Zeki’nin küçük resim atölyesi buralarda bir yerdeymiş. Kapalıçarşı’nın Güneyde, yani Beyazıt Meydanına çıkan kapısının oralarda bir yerde. Ama yerini tam olarak bilmiyorum...
Akşamın olmasına daha çokça vakit var. Burada biraz otursam ve sonra kalkıp yürüsem Laleli yönüne. Laleli yamacını inip gitsem Aksaray semtine. Yeraltı Çarşısına insem çocukluk günlerimdeki gibi. Orası yazın serin, kışın sıcak olur dağ başlarındaki taş mağaralar gibi. Mağaralar karanlık ve ıssızdır ama orası ışıklı ve insanlı. Dükkanlar ve envai çeşit şunlar bunlar. Oradan çıkıp uzasam Vatan Caddesine. Ya da Cerrahpaşa ve Çapa yanından geçip gitsem Topkapı Otobüs Garına. Sur içinden kalkan ve yan yatıp yürüyen insan yüklü Magirus marka minibüslerden birine binip gitsem Beşyüzevler’deki Yıldırım mahallesine...
Ama gitmem.
Boşnak çocukları köyden gelmiş çocukları döverler mi acaba? Boşnak adamlar köyden göçmüş köylü adamlara söverler mi acaba? Evli köylü kadınlarına kaş göz ederler mi? Ya bol şalvarlı Boşnak kadınları mağazalara girip hırsızlık yaparlar mı?
Gitmem.
Orayla ilgili ta çocukluğumdan kalma korkularım var benim. Hem de Topkapı Garı yok artık, Esenlere taşınmış.
Laleliden inip Aksaray’a da gitmem. Orada da gençliğime işlemiş korkularım var. Mesela karnımızı doyurmak için girdiğimiz bir balık lokantasında apışını açıp mını gösteren orospular vardı; kimisi Rus, kimisi Ukraynalı, kimisi Polonyalı. Ve ızbandut gibi adamlar, belleri tabancalı. Biz balık yiyeceğiz ve karnımızı doyurup gideceğiz; ulan burası nasıl bir balık lokantası? Üşenmeyip yürüseydik de inseydik Eminönü’ne de balık ekmeğimizi sallanan kayıktan alıp da yeseydik!
Üç tane sarı saçlı kadın, gözlerini bizden ayırmadan eteklerini açarak donsuz kıllı apışlarını gösterip duruyor ki, genç erkekliğimiz şaha kalksın. Pezevenklerden biri de başını tehdit edercesine sallıyor. Oraya hiç gitmem. Gitmedim de. Ne oraya, ne Kumkapı’daki fuhuş yuvasına, ne de başka bir yere...
Ben Beyazıt Meydanındayken güneş battı usul usul ve usul usul ala bir karanlık çöktü İstanbul şehri üzerine. Sokak lambaları yandı tek tek. Hanelerin camları ışıladı. İrili ufaklı dükkanların vitrinleri ışıl ışıl, renk renk neonlar, reklam tabelaları ve gelen arabaların göz kamaştıran farları ile gidenlerin kırmızı stopları ve sarı sinyalleri...
Balık ekmek yerken ezan okunmuştu, o öğle ezanıydı. Sonra bir ezan daha okunmuştu ben Mahmutpaşa yokuşunu tırmanırken. O da ikindi. Şimdi bir ezan daha okunuyordu. Bu, akşam ezanı mı, yoksa yatsı mı bilemedim. O ses İstanbul semalarında yankılanırken bizim ressam çıkıp geldi. Elimi öptü, sarıldık. "Geç kaldım biraz," dedi "beklettim seni kusura bakma. İş güç desem ayıp olur, en iyisi trafik diyeyim, o doğrudur bak. Haydi kalk gidelim."
"Dur lan, otur soluklan biraz; geceyi gavurlar kovalamıyor ya!"
Oturdu boş taburelerden birine. Birisi hemen de geldi. O biri bana çay getiren garsonun ta kendisi. Tokalaştılar.
"Abi," dedi bana. "tanıştırayım. Bu Barış. Barış Havsalıdır. Bizim gibi Trakyalı yani. Burada okuyor, İstanbul Üniversitesinde. Seneye Psikolog çıkacak."
"Memnun oldum."
"Barışım bu da Oğuz Devrim Atasoy. Bizim köylü. Şair ve yazardır kendisi."
Barış, "Memnun oldum." deyip benimle tokalaşmak isterken tebessüm ettim hafiften.
"Kitapsız yazar..." dedim kısık bir sesle. Zeki, patlattı kahkahayı.
"İlahi dayı, işte sevdim bunu. Ben de diplomasız Ressam..."
"Oğlum dayı da nereden çıktı şimdi? Hani abi iyi, amca iyi, üstat iyi ama dayı da neyin nesi! Sevmedim bunu."
"Dayıma bak bir, şaka yaptım be dayı!"
"Ulan Zeki!"
Zeki, konuşurken sesli konuşur. Yani yüksek sesle. Gülerse sesli güler, yani yüksek sesle. Yani kahkaha atar gibi. Yüksek sesle konuşup yüksek sesle gülen birinin içi geniştir, darlanmaz. Öylesinin ciğerleri kocaman olur ki, nefes darlığı çekip sıkıntı yaşamaz. Mesela ben öyle yüksek sesle konuşamam. Hayatım boyunca kahkaha attığımı hatırlamam. Bu yüzden içim dardır hep. Ciğerlerim havası kaçmış sönük balon gibidir ki, canım ha çıktım ha çıkacak. Yapacak bir şey yok, yapı meselesi diyelim...
"Haydi kalk gidelim."
"Nereye ki!"
"Abim amcam benim, İstanbul denen bu efsunlu yerin tümü benim."
"Lan oğlum, bırak!"
"Bıraktım abim. Şakaydı zaten. Şaka yaptım. Emrindeyim ben. Sen ne diyorsan o, sen nereye diyorsan oraya..."
Hoşça kal Barış kardeş...
Kalkıp bir kahveye gittik. -Çay kahve bahane, sohbet şahane. Konuşuruz abim, sonrası Allah Kerim. -Elbette Zeki...
Çay kahve içerken çok konuştuk. Sonra geç oldu. -Artık kalkalım mı? Gidelim Taksim’e, gidelim Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasaj denen o ünlü yere. İçip demlenelim biraz. -Lan bırak, orası çok pahalıdır. -Abim benim, dert değil. -Derttir ulan, dert! Lan zengin miyiz biz, öyle yerler bizim neyimize! -Abi üzdün şimdi beni. -Ulan sen önce lakabı Tırali olan o babanı üzme! -Haklısın, keşke! -Oğlum baba dediğin o adam kaç yıl sonra geldi doğup büyüdüğü o köye. Bilmiyor musun? Ben de öyle! Hayalimdi hep. Hayalimiz. -Amca biliyorum, bilmez miyim hiç! -Bilirsin, bildiğini bilirim ama gogolanınca uyuşup gider bilmezden gelirsin. Ben seni öyle çok çok bilmem oğlum, ama babacığın bilir. Onunla çok konuştuk biz, çok anlattı bunları.
"Dinsiz imansız adamın dinsiz imansız arkadaşı..."
"Ne dedin sen?"
"Abim ne ben söyledim bunu, ne de sen duydun; ağzımdan kaçtı, yemin ederim, unut gitsin..."
"Lan Zeki ressam! Ulan sen, yani arkadaşımın oğlu! Yani... Kal dedin de kaldım şu İstanbul’da. Dönmedim memlekete. Kumkapı’ya gitmem ben, oradaki orospu karılara uçkur çözmem. Beyoğlu’ndaki o meşhur Pasaja gidip iki bardak rakıya dört katı parayı asla vermem, sana da verdirtmem. Saat on birde otobüs var, biner giderim köyüme..."
"Yok yok! Ne Kumkapı, ne Taksim, ne de Beyoğlu! Hepsi şakaydı, yemin ederim. Sultanahmet’e gideriz, hemen şuracıkta. Köftecide karnımızı doyururuz bir güzel. Sonra biraz bira, biraz çerez; gideriz benim atölyeye..."
Tam o sırada bir gürültüdür koptu. Bazı ışıklar söndü tek tek. Bizim kahvenin ışıkları da söndü, karartma geceleri gibi. Sürü sürü insanlar vardı beriye doğru koşan. Yanımızdan geçip Sultanahmet Meydanına doğru kaçıyor, onları gören meydandakiler de Gülhane Parkına doğru kaçıyor. Ulan neyin nesidir bu? Neler oluyor böyle?
"Sübyanlar çetesi..." dedi Zeki.
"O da ne?" dedim.
"İçlerine Cin kaçmış çocuklar..."
"O da ne?"
"Hocalara götürüp okutup üfletmiyorlar eskisi gibi, okutmuyorlar ki Cin çıkıp gitsin içinden. Boyunlarına Muska filan takmıyorlar. Polisler bile tutamıyor onları. Tutsalar ne olacak, hapse atamıyorlar ki! Kimisi evden, kimisi yetimhaneden kaçmış. Kiminin ailesi var, kimisi kimliksiz. Götürüp teslim ediyorlar ama yarınsı gün gene kaçıyorlar. Bunlar çete. Yirmi kişi, otuz kişi, kırk kişi. Kadınların çantalarını, erkeklerin cüzdanlarını, fırından ekmek, pastaneden poğaça börek, mağazadan ayakkabı, giysi, büfeden içki, sigara çalıyor; sonra toz oluyorlar. Karşı gelmek isteyenleri bıçaklıyorlar. Ama bıçakları çelikten değil, tahtadan. Ete değse kesmiyor, işkembeye gelse deşmiyor; kan yok yani. Dolayısıyla acı da yok..."
Bu hengame, on dakika ya sürdü ya sürmedi; sonra her şey normalleşti. Kaçanlar durdu, kalkanlar oturdu, sönen ışıklar yeniden yandı. Bizim kahvenin ışıkları da yanınca ortalık aydınlandı. Dilimi yutmuş gibiydim. Göz kırptım Zeki’ye.
"Ne oldu ki, ne?" dedi bana.
"Az öce karanlıkta konuşan sen miydin oğlum?" dedim.
Zeki:
"Bendim. Ne oldu ki!"
"Sen iyisin..."
Zeki:
"Turp gibi..."
"Rakı şarap içmedin, bira içmedin, sarhoş filan da değilsin..."
Zeki:
"Ne alaka! Sarhoş olmak var ama birlikte. Haydi kalk gidelim diyorum ama bir türlü..."
"Sübyan falan, içine Cin kaçmış çocuk filan, üfürükçü hoca, hamaylı veya muska; Bütün bunları sen mi söyledin?"
Güldü gene kahkaha atarak. "Ben söyledim ama hepsinin sonuna parantez içi ünlem koydum. Sen onları karanlıkta göremedin..."
"Şerefe kitapsız yazar..." dedi bana.
"Şerefe diplomasız ressam..." dedim.
"Şerefe, hem anam hem de babama." dedi.
"Şerefe, bütün ölmüşlerin ruhlarına." dedim.
"Abi ne diyorsun, Fatiha mı bu?" dedi.
"Fatiha mı? Fatiha... Oğlum anlamını bilmeden okuduğun duayla kime ne diyorsun ki mezarlıkta? Yeterince biramız var mı bizim?"
"Var. Hem de çuval dolusu. Olmasa ne olacak; Silivri’den Gebze’ye, Marmara’dan Karadeniz’e bütün İstanbul benim..."
"Yaşa Zeki."
Zeki:
"Onların çoğunu tanırım."
"Kimin?"
Zeki:
"Sokak çocuklarının."
"Kemalettin Tuğcu."
"Köprü altı çocukları."
"Jül Vern."
"Denizler altında kaç bin fersah."
"Lafonten..."
"Kurbağa Prens."
"Pamuk Prenses."
Zeki:
"Yedikule abi, zindanların orası. Sur dibi. Çok zamanlar giderim yanlarına. Bir ateş yakıp otururuz başında. Ellerimizi uzatıp ısıtırız. Islanmış ayaklarımızı. Şarap, bira, cigara. Konuşuruz. Dostça, arkadaşça. Kardeşçe. İçlerinden biri var, adı Salih. Piç Salih. Bu iyi bir şey değil ama gerçek öyle. Henüz dokuz yaşında. Okula iki sene gitmiş, okuması yazması var yani. Midyatlıymış. Belki de yalan. Ben nereden bileyim? Midyatlı büyük bir aile, hepsi aynı evde birlikte yaşarmış. Ben nereden bileyim? Amcaoğullardan biri bir gün masturbasyon yapmış helada, işi bitince ıslak kamışını çivide asılı bezle kurulamış. Ondan sonra amcakızı gitmiş helaya; işeyince o da çişli yerini aynı bezle kurulamış. Kuyruklu iribaşlardan birisi bir yol bulmuş kendisine ve kuyruk sallaya sallaya gitmiş dosdoğru rahim denilen o gizemli yere. Bakmış kapı açık. Açık kapıdan dalmış o gizli yere. Bir yumurta bulmuş, dayanamayıp tekme tokat dalmış ona. Neyse. Sonuç itibari ile bakire kız gebe kalmış ve dokuz ay sonra bir ekek çocuk doğurmuş. Çocuğa piç demişler, anasını da koyun keser gibi boynundan kesmişler..."
"Salih değil, onun adı İsa’dır aslında."
"Bilmiyorum, belki de. Bana öyle söyledi. Belki de kendisi bile bilmiyordur esas adını."
"Siktir ulan, iki birada uçtun sen. İçine başka bir şey mi kattın yoksa?"
"Ayıp ama abi, siktir filan: yakışmadı sana."
"Pardon..."
Zeki:
"Kurgu abi kurgu, uydurdum. Hayal ürünü. Hep sen mi yazacaksın bu gibi şeyleri?"
Ben:
"Biliyor musun ressam, ben çok hasta olurdum çocukken. Hele kış günleri. Çok öksürürdüm. Çok. Hem de ne çok. Öksürürken içim dışıma çıkardı. Kan olurdu bazen tükürüğümde. Anam derdi; verem oldu bu çocuk. Nenem derdi; kuş palazı. Ateş ateş yanardı her yerim; o kimsiz kimsesiz köprü altı çocukları gibi. Babam kavak dallarında titreşen serçelerden birini vurup getirirdi hemen. Onu ikiye yararak öyle sıcak sıcak boğazıma bağlayıp tülbentle sıkı sıkıya sararlardı..."
Zeki:
"Bu kimdendi be abi, ben bilemedim de..."
"Latekmenden..."
Zeki:
"Bak şimdi aklıma ne geldi sen öyle deyince. Hani masal bu ya!"
"Masal mı, çok severim. Hele anlat Zeki!"
Zeki:
"Hani o Ulu Tanrı huzuruna çağırsa deprem dede denen o kişiyi. Ve dese ona, emretse. Dese ki; bir koşu git, on altı milyonluk İstanbul şehrine ve orayı azıcık silkele. Su üstündekiler, kıyı yerdekiler ürküp kaçsın içerilere bir yere. Kimsenin ölmesini istemem. Sonra dese ona, İstanbul Boğazının Kuzeyindeki iki koca dağı var gücünle tekmele. Tekmele ki, yıkılıp yerle bir olunca Karadeniz kapısı kapansın. Sonra bir koşu git, Çanakkale Boğazının uç yerine. Oradaki iki dağı da aynı şekilde tekmele. Tekmele ki, onlar yıkılınca da Ege Denizi kapısı tıkansın. Ve çatal uçlu kılıcını çek sonra kınından; önce sallayıp savur, sonra kaldırıp indir. İndir ki, Marmara Denizi orta yerinden karpuz gibi kesilsin. Boydan boya, ve uzunlamasına. Uzun ve derin bir yarık Marmara’nın ta ortasında... Bütün sular bu yarığın içine kaçsın. Yani mesela. Sonrasında iki Boğaz kuru, Marmara denizi kuru. Tek damla su yok, kupkuru. Mesela yani. Mesela insanlar Gebze’den Yalova’ya yürüyerek gitse oradaki köprü ne işe yarar? Yani mesela. İnsanlar Avrupa yakasından Asya yakasına yürüyerek gitse, oradaki üç köprü ne işe yarar? Yani mesela. Mesela Gelibolu’dan Lapseki’ye. O zaman Çanakkale Boğazındaki köprü ne işe yarar? Hay gülesim geldi şimdi. Lan deli Dumrul hikayesi gibi bir şey oldu bu, yemin ederim. Dedem Korkut öyle dememiş mi kaç yüz sene önce. Yani Dede Korkut. Hani susuz dere üzerinde bir köprü. Hani Deli Dumrul. Hani demiş ya; geçenden bir, geçmeyenden iki akçe..."
"Hay benim de gülesim geldi şimdi... Lan Zeki ne dersin; hazır oturmuşken ağlasa mıydık ki?"
Tevfik Tekmen/10/Ocak/2020
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.