- 289 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Vanilya
Cuma sabahı, saat dokuzu on altı geçe ofisten içeri girdim.
Şirket tüm binayı açık ofis haline getirdiğinden beri kendime ait bir masam yok. Ya masayı önceden rezerve ediyorum, ya sabah boş bulduğum yere ilişiyorum. Bir iki kere rezerve etmiştim, ama sonradan bunu tekrarlamaya üşendim. Zaten sevdiğim yere nedense pek oturan da yok. Belki sevilmeyen bir şefin yanıbaşı olduğu içindir. Adam benim müdürüm olmadığından benim için hava hoş. Oturduğum yerden ormanlarla kaplı tepeler, az ilerideki tenis kortları, o kortlardaki hala tek elli backhand’i beceremeyen bayan gözüküyor. Ama daha önemlisi ekranlarım gelen geçenin bakışlarından uzak.
Ofisten içeri bakıyorum, hala kimse gözükmüyor. Tüm masalar boş. Saatimi pas geçip, zamanı ve tarihi cep telefonumdan kontrol ediyorum: Cuma günündeyim, Cumartesi değil. Saat sabahın dokuz on yedisi (olmuş), gecenin değil. Rüyada değilim. Virüs desen o üç yıl önceydi. Ajandaya göre bugün toplantı da yok. O zaman neredeler?
Yerime geçiyorum. Evet doğru yerdeyim, duvarlarda Raytheon’un ilanlarını ve tanıtım filmlerini gösterenler ekranlar hala aktif. Hatta tepelerindeki kameradan yüz tanıyıp, oradan geçen kişiye uygun yayın yapmayı sürdürüyorlar. Daha bir tanesi asansör çıkışı ‘Uzun tatillere gitmekten korkmayın; şirket bilgisayarını oradalarda kaybetmekten korkun’ diyordu. Nereden biliyor şerefsiz benim her sene üçer haftalık tatiller aldığımı?
Bilgisayarı açıyorum. Resmi chat kanalında tanıdığım kimse online değil. Belki de duyurusunu es geçtiğim bir tatil günündeyim diye düşünüyorum ama şirket ajandası bugünün gayet sıradan bir iş günü olduğunu söylüyor.
En yakınımdaki mutfağa gidiyor, kendime çamurun hallicesi bir kahve yapıyorum. Kahveyi içerken aklıma geliyor; daha önce de böyle bir durumla karşılaşmış ve o zaman kar yüzünden ofisin kapatıldığını farketmemiştim. Şimdi Kasım’ın ilk gününde kar fırtınası da olmayacağına göre durum bu da değil. Ayrıca şirketin chat’i niye boş? İnsanlar evlerinde kalsalar oradan işe bağlanırlar.
Acaba şirket mi iflas etti de ben bilmiyorum? Ya da üçüncü dünya savaşı mı çıktı? Haberlere bakıyorum, dünya yerli yerinde. Mısır üç hafta sonra Gazze’ye olan sınır kapısını açmış ama sadece yabancılarla yaralıların geçişine izin veriyormuş. Tamam, standart haber işte. Kendi adımı google’luyorum... İşte ben. Eyaletteki seçmen kaydım bile burada. Beyaz ırktanmışım, herhangi bir partiye bağlı değilmişim, aferin, adresimi de koymuşsunuz. Annemin kızlık soyadı var mı? Tüh, o atlanmış. Ama işin öztinde bu dünyada ben de varım. O zaman ofiste niye kimse yok?
Öğleye kadar boş boş oturuyorum. İş gelmiyor hiç bir yerden. İşsizlikten aklıma okuduğum tüm bilim kurgu romanlarından olası senaryoları getirip onların birinden birinin içinde olup olmadığımı kontrol ediyorum. Bazılarını test etmek imkansız... Mesela King’in Langoliers’ındaki gibi silinecek bir gerçeklikte hapis kalmış olabilirim. Az sonra dev küreler pencereden gördüğüm her şeyi, içinde bulunduğum binayı ve yaşadığım evreni dahil alıp, yutup yiyecekler. En azından etrafımdaki dünya King’inki kadar ölü değil. Şirketin ilerisindeki yoldan arabalar geçiyor. Kürelerden bir iz yok. Ya da Others’daki ben ölüp hayalet olmuşum. Yaşayanları görmüyormuşum, onlar da beni görmüyormuş. Bunu nasıl test edebilirim? Kapıdaki güvenlik görevlisi de mi hayaletti? Niye olmasın, filmdeki bahçıvan da ölüydü. Ama binayı çevreleyen sis yok. Uzak tepeler ışıl ışıl. Bir başka olasılık da birinin yarattığı bir hayal ürünü karaktermişim de o şu anda bilgisayarda oyun oynadığı için beni burada unutmuş. Yazar olacak kaytarıcı karakter girmiş World of Warcraft’ta bir şatoya, ejdarhaları keserken hikayesinde beni ofise getirip, orada bırakmış. Olamaz mı?
YORUMLAR
Sanki gerçeklik bir labirent gibiydi ve bu labirentin derinliklerinde kaybolmuşum... Şirketin sessiz ofisi, hayal ürünü bir dünyanın içine sıkışmış, tıpkı unutulmuş bir karakter gibiyim...
Gerçeklik ve hayal arasında sıkışmış bir yerdeydim, belki de kendi varlığımın anlamını sorguluyordum. Bu, bir bilim kurgu romanının sayfalarından fırlamış gibi hissettiren gerçeklik dışı bir deneyimdi.
Şimdi, bu tuhaf denklemi çözmeye çalışıyorum, çünkü bu anlatının sonu gelmeli, ya da belki de sonu gelmemeli.
Ama bu deneyimi şöyle ifade etmeyi de isterim…
KÜLTÜR BİLİMLERİ FELSEFESİ dersinde
varlık ve gerçeklik felsefesi alanında derinlemesine bu konu hakkında tartışma yaşamıştık...
Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım" ilkesi benim gerçekliğimi sorgulamama yol açan bir şüpheydi. Descartes gibi, tüm bu deneyimlerin rüya, hayal ya da yanılsama olup olmadığını anlamak sanırım uzun bir hayat deneyiminin sonucunda kıyaslamaya değer.
Bu arada Albert Camus'un "Absürd" kavramı da aklıma geliyor. Anlatının içinde bulunduğum durumu açıklamak için absürd bir gerçeklik tasviri kullanılabilir. Camus'un "Sisifos'un Taşı" eserinde olduğu gibi, belirsizlik ve anlamsızlıkla dolu bir dünyada sonsuz bir çaba içindeyim gibi.
Varoluşsal bir çıkmazın içinde sıkışmış gibi, anlamı ararken kendi gerçekliğimde dolaşıyorum.
Belirsizlik ve gerçeklik arasındaki sınırları keşfetmek, bu tür düşüncelerle dolu bir labirent içinde bir filozofun kafa karıştıran bir düşüncesi gibiyse, biz neden yaşıyoruz?
İşte bu iç içe geçmiş gerçekliklerin ve hayallerin labirentinde kaybolan yolculuğum, belirsizliği kucaklayan bir anlam arayışında sürüyor. Her adım, Descartes'ın şüpheciliğinden Camus'un absürd dünyasına kadar uzanan felsefi serüvenin bir parçası. Varoluşsal bir sınavın içindeyiz, belki de bu karmaşık denklemi çözmenin anlamı da kendini aramaktan başka bir şey değil. Bu nedenle, hayatın tüm bu gizemleri içinde bize düşen, bu sonsuz labirentte yol alırken anlamları yaratmaktır. Belki de anlam, bizim kendimizi bulmamızın ta kendisidir. Ve belki de bu labirentin sonu, kendi varlığımızın sarsıcı bir keşfi olacak.
Konstantinopolis’ten Selamlar