- 276 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kısa Saç 12. Bölüm
26 Ocak 1999 TÜZGEMDER Raporlarından alıntıdır.
İnsanlar, zihinlerinin en üst katmanıyla gündelik işlerini yaparlar. Bu gündelik işlere aklımıza gelebilecek her şey dahildir. Aklımız dediğimiz şey, aslında bilinçli zihnimizdir. Zihnin de tıpkı uzay gibi boyutları ve katları vardır diyebiliriz. Uzay ve zamana dair bilgimiz şeyler, zihnimizin katmanlarına dair bilgimiz kadar bile değildir. Tıpkı evrenin, paralel evrenleri olduğu iddiasında olduğu gibi, zihnimizin de paralel katmanları var olabilir. Fakat o katmanlara dair bilimsel bir bilgimiz ve doğrudan erişimimiz yok.
Türkiye Zihin Geliştirme Merkezi Derneği’nin kısıtlı bütçelerle yaptığı araştırmaları ışığında zihnimizin bu garip katmanlarının programlanmasının mümkün olabileceği yönünde güçlü kanıtlar var. Çünkü, insanların estetik hazları, sanatsal veya yaratıcılık faaliyetleri zihnimizin bu katmanlarından beslenmektedir.
Zihnimizin direkt erişimimizin mümkün olmadığı bu katmanlar, aslında büyük bir güç kaynağı olabilir. Sığ bilinç katmanı günlük hayattaki işlemlerimizi yönetirken, daha derin katmanları, aynı bir bilgisayar yazılımı gibi güncelleyebilirsek öngöremediğimiz bir bilinç gücüne erişebiliriz.
Gördüğümüz, hissettiğimiz ve duyduğumuz her şeyi zihnimiz yaratıyor. Çünkü evrenin bilinmeyenlerini bilebilecek varlıklar değiliz. Gözlerimiz gelen elektrik sinyalini görme, kulaklarımıza ulaşan sesi işitme, deriden gelen sinyalleri dokunma diye yorumluyor ve buna uygun yazılımla insanlara bir dünya yaratıyor. Bizlerin dış dünya ve evren hakkında oluşturduğumuz her veri aslında bu sığ zihnin birer alt versiyon yazılımıdır. Bu yazılım, zihnimizin bizlere sunduğu gerçeklikten başka bir şey değil. Bunu fark edebilen, bu yazılımı çözebilen ve geliştirebilen bir zihin mümkün mü? Evet, mümkün. Aslan Aslan vakası bunun en iyi kanıtıdır. Hayat ve gerçeklik arasındaki bu ince halüsinasyon değiştirilebilir.
Bilimsel veriler ışığında zihnin alt katmanlarına ulaşmanın, zihnimizi güncellememizin yöntemlerini konuştuğumuz şu günlerde Aslan Aslan’ın gerçekleştirdiği bu vahim tren kazasını daha iyi anlayabiliriz.
Aslan Aslan, zihin gücünü içselleştirmek için nasıl bir yol izledi elbette bilmiyoruz ama bu durumun iki açıklaması olabilir. Birincisi, zihnimizi güçlendirmek ve zihnimizin bizlere dayattığı gerçeklik algısının sunduğu, duylar, sesler, hisler, sinyaller vs… her şeyi derin derin içselleştirdikten sonra, zihnimizin karanlık ve neredeyse tüm insanlar için inilmesi imkânsız olan katmanlarına inmiş, bu katmanların gücünü ve bizim haberimizin dahi olmadığı asıl gerçekliği görmüş olabilir.
Aslan Aslan’ın zihin gücüne dair ikinci seçenek ise tamamen doğanın bir armağanı ve mucizesi olabileceği gerçeğidir.
***
20.10.1992 Salı
Erzurum’da o gece çok soğuk geçmişti. Aslan Aslan üşümesine rağmen ne bir çığlık attı ne de başka bir şey yaptı. Kömürlükte saatlerce kaldı. Bazen üşüdü, bazen duyduğu tuhaf sesler yüzünden ürktü ama bir kere olsun acziyetini belli edecek bir şey yapmadı.
Zihin gücünü test etti. Karalık kömürlükte olmasına rağmen adeta her şeyi görebildiği bir an yaşadı. Bu dünyanın güçlü illüzyonuna ait perdeyi bir anlığına kaldırmıştı. Dağınık duran kömürleri, öylece atılmış odunları hareket ettirdi ve güzelce, bir sanat eseri gibi istifledi.
Sabaha karşı artık iyice acıkmış, perişan bir haldeydi. Uykusu gözlerine bir ağırlık gibi oturmuş olsa da soğuk yüzünden bir türlü uyuyamıyordu. Son çare sırtını kömürlüğün toprak zeminine iyice oturttu. Sonra yaşadığı dehşeti düşündü. Zihni harekete geçmişti. Gücünü kontrol etmek için ağzı açık bir kömür torbasını kaldırmayı denedi. Başarmıştı. Vücudu yine ısı yaymaya ve kömürlüğü bir nebze olsun ısıtmaya başlamıştı. Zihnini kullanmaya devam etti. Kömürlük an be an ısındı. Bir müddet sonra iyice bitkinleşti ve uyudu.
Sabah annesinin kömürlüğün kapısını açmasına dahi uyanmadı. Hala sırt üstü uyumaya devam ediyordu.
Annesi çok üzgündü. Çaresizliğin karanlık çukurunda, dibin dibindeydi. ‘Canım oğlum. Ölürüm sana ben.’ Dedi ve Aslan’ın üzerine eğilip göz yaşı döktü. Aslan gözlerini açtığında annesine gülümsedi. ‘Hiç üşümedim anne.’ Dedi. ‘Üzülme ne olur.’ Dedi ve annesinin yüzüne gülerek bakmaya devam etti.
‘Hadi kalk.’ Dedi annesi. Bir yandan da kenarları el oyası olan siyah ve çiçek desenli yazma ile gözyaşlarını siliyordu. ‘Sinemaya gitmen için izin aldım.’ Dedi. ‘Al bu paraları ve öğretmenine ver.’ Dedi.
Aslanın yüzü gözü his içerisindeydi ama gözleri tertemizdi ve heyecandan parlıyordu. Dün akşam etrafa saçılan bozuk paralar yine avuçlarındaydı.
Konuşmadan kömürlükten çıktılar. Aslan, olup bitenleri şimdilik içine atmaya devam ediyordu. Zaten yapmalıydı da yüzünün altında gizlediği canavarı kimse görmemeliydi.
Bu canavar ve ona verilen gücü kendisi yaratmamış ya da uyandırmamıştı. Çocukluğunun dikenli tellerinde her geçen gün bir parçasını koparıyor, bir tarafını yaralıyordu. Belki de bu acılar içindeki canavarı, zihnindeki gücü yaratmıştı.
***
23.10.1992 Cuma
Yusuf Demirci’nin Çocukluk Yıllarında Yazdığı Günlüğünden Bir Kesit
Evet bugün sinemaya gittik. Hayatımın en güzel günüydü. İlkokuldayken gitmek nasip olmamıştı ama orta okulun ilk yılında nasip oldu. Karanlık bir ortamda yüksek sesle bir film izlemek mükemmel bir şey. Herkes çok eğlendi. Filmi izlerken gülüşmeler ve konuşmalar hiç eksik olmadı. Yine de güzel bir gündü.
Ancak Ömer Akın denen çocuk için ne yazayım bilmiyorum. Hayatının tek amacı var gibi. Aslan Aslan’a hayatı dar etmek. Bunu sinema salonunda da yapmayı başardı.
Bir şekilde Aslan’ın oturacağı koltuğu önceden öğrenmiş olsa gerek ki o koltuğu iyice ıslatmış. Sonra Aslan koltuğa oturduğunda artık her şey için çok geçti. Aslan ıslaklığı fark edip kalktığında bütün sınıf ve büyün okul ona gülmeye başladı. Çok zor bir durum olduğundan eminim.
Onun için üzülüyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Onun o mahcup haliyle salondan ağlayarak çıktığını görmek beni derinden etkiledi.
***
Yerli Malı Haftası 12-18 Aralık 1992
Yusuf Demirci’nin Çocukluk Yıllarında Yazdığı Günlüğünden Bir Kesit
Ortaokul yıllarımın ilk ayları güzel geçiyor. Yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler tanıyorum. Artık o mavi önlüğü giymediğim için çok mutlu hissediyorum.
Tabi herkes benim kadar mutlu değil.
Geçen haftaiçi yerli malı haftasını kutladık. Sınıfımızdaki tüm öğrenciler altışar kişilik gruplarla evlerimizde hazırladığımız yiyecekleri getirecektik. Herkes tatlı bir heyecan içerisindeydi. Amacımız en iyi masayı kurmak ve öğretmenimizin gözüne girmekti.
O hafta sınıf içerisinde sıralar gurup gurup ayrıldı. Herkes gurup arkadaşlarıyla teneffüslerde yerli malı haftasında neler yaptıracaklarını, ne yiyecekler getireceklerini konuşuyordu.
O hafta bizlerin tek maksadı gurupça sınıf birincisi seçilebilmekti. Sınıf olarak altışarlı kişiden oluşan beş guruptuk. Öğretmenimiz yerli malı haftası birincisini kendisi seçmek istemiyordu. Bunun yerine bizlerin oylamayla birinciyi seçmemizi uygun gördü.
Mahalle arkadaşlarımızdan maalesef ki Ömer de ilkokuldan sonra bizimle beraber aynı sınıfa geliyordu. Aslan’ın böyle bir talihsiz sınıfa düşmüş olması çok kötü.
O hafta Ömer, Aslan’ın dahil olduğu gurubu birinci seçtirmemek için elinden gelen her şeyi yaptı. Sınıftaki diğer çocukları bir şekilde sindirmeyi başardı.
Ali’nin gurubunun işi çok zordu. Durumları olmayan ailelerin çocukları hep o guruba denk gelmişti. Ercan ve Özkan. Babaları işsizdi. Diğer üç çocuk ise kirliydi. Mesela Ahmet’in tırnakları hep simsiyahtı. Tosun lakaplı Mithat’ın sümüğü hiç eksik olmazdı. Sinan desen, sürekli yerlerde diz üstü kayan, kendine bakmayan saçı başı dağınık sevimsiz bir çocuktu.
Kerim’in gurubu daha iyi gibiydi. En azından üç kız vardı ve şanslı sayılırlardı. Bahar’ın bizim gurupta olmasını çok isterdim. Mihriban ve Hatice ellerinden geleni yaptılar. Diğer iki çocuk Hüseyin ve Akif sınıfın fırlamalarıydı ve yerli malı haftasını ciddiye dahi almadılar.
Yerli malı haftasının galibi Kerim’in gurubu olabilirdi ama Ömer, Murat ve Fırat’ın dahil olduğu ve Sait, Melik ve Jilet Soner’in olduğu gurup, herkesi etkiliyordu. Okulda da nam salmış azılı tipler orada toplanmıştı.
Sıla ve arkadaşlarının gurubu da iydi. Abdurrahim adında efemine bir çocuk onlara denk gelmişti. Herkes onunla alay ediyor. Zühal ve iri yapılı Handan da o guruptaydı. Diğer iki çocuk ise öğretmenlere yalakalıklarıyla bilinen tiplerdendi.
Arif ve Kemal. Teneffüste biri birine bir şey yapsa hemen öğretmenler odasına koşar şikâyet ederlerdi. Arif ve Kemal bu konuda adeta bir yarış içerisindeler.
Bizim gurup bence iyidi ama tek sorun Aslan’ın bizde olmasıydı. Ömer’in rahat durmadığını, alttan alttan bir hainlik düşündüğünü zaten biliyorduk. Pınar, Çağla, Alim ve Sinan İki bizim guruptalar. Sınıfta iki sinan olunca. Küçük boylu olana Sinan İki lakabı takılmıştı.
Ben lakap takmayı sevmem. Sinan İki bu durumdan şikayetçi olmadığı için ona bazen Sinan İki dediğim oluyor.
Sınıfımızın daha sıcak ve daha içten bir havası vardı. O hafta sınıfımız beş eşit parçaya bölünmüş gibiydi. Herkese üç sıra ve masa düşüyordu. Arka pano güzelce süslenmiş, kurdeleler ve yerli malı haftasına dair her şey o panoya güzelce asılmıştı.
Yerli Malı Haftasının birincilerinin seçileceği gün gelmişti. Herkes heyecanlıydı. Masalarımız evlerimizden getirdiğimiz çeşit çeşit yiyeceklerle donatılmıştı. Son dersten önceki son teneffüsün bitimine doğruydu Ahmet simsiyah kir dolu tırnaklarını bizim gurubumuzun olduğumu masaların üzerinde gezdirdi. Çok geçmeden Ömer de geldi. Aslan’ın oturduğu yerde durdu. Aptalca gülümsüyor, bir şey demeden duruyordu. Çok geçmeden ‘Size kimse oy vermeyecek.’ Dedi.
Aslan istifini dahi bozmadı. Onun birinciliği almak konusunda takıntısının olmadığını biliyordum. ‘Dostluk kazansın.’ Demekle yetindim. Bir kavga çıksın istemiyordum. Ahmet tıkır tıkır o leş gibi tırnaklarıyla masalarımızda ritim yamaya devam ediyordu. ‘Biz kazanacağız.’ Dedi Ömer.
Sonra garip bir şey oldu. Aslan’ın sinirlendiğini görebiliyordum. Ömer’in sinemada yaptığı sulu şakayı unutmadığından eminim. Her şey Aslan’ın ayağı kalkmasıyla oldu. Tüm sıralar korkunç bir şekilde dağıldı. Masaların düzeni bozuldu.
Ömer, daha önce de Aslan’ı sinirlendirdiği için onun limitini biliyordu. Bu noktadan ilerisi kötü sonuçlanabilirdi. Ömer, bir şey söylemeden gurubunun olduğu tarafa geçti. Ahmet ise hepimiz gibi gözleri büyümüş bir halde Aslan’a bakıyordu. O da hemen yanımızdan uzaklaştı. Herkes zil çalmadan masa düzenini tekrar sağladı. Ama aklımızda sıra ve masaların nasıl birdenbire hareket ettiği düşüncesi vardı.
Bu konuyu kimseye anlatmadım. Kimsenin bana inanmayacağını düşünüyorum. Bir insan bir şeyleri nasıl olurda dokunmadan hareket ettirebilir ki?
Sonuç olarak Yerli Malı Haftasının birincisi Ömer’in gurubu oldu. Pekte adil bir seçim olmadığını düşünüyorum.
***
Asla Aslan’ın fiziksel ve ruhsal değişiminin yanı sıra zihinsel gücü de gün be gün artıyordu. Aradan yıllar geçse de Aslan’ın maruz kaldığı zorbalıklar değişmiyordu.
1996’nın o korkunç 25 Haziran akşamı yaşanmadan önceki hafta olanlar çok daha beter şeylerdi.
***
20 Haziran 1996 Perşembe
Tekerleği gıcırdayan eski bir el arabasıyla asfalt yoldan Şehitler Mahallesinden tabyaların olduğu yöne doğru gitmekteydiler. Gıcırdayan teker yoldaki her yükseltide bir anlığına gıcırtıyı kesiyordu.
El arabasını Ömer Akın ittiriyordu. Ramazan Güneş ve Sıçan lakaplı Hakan İnce ise onun hemen yanı başında yürüyorlardı. Ramazan’ın elinde kürek vardı. Ara ara bir savaşçı edasıyla sallıyordu. Ömer’in ağzında tabakada sardığı sigara vardı.
‘Muhlis Amca ahıra girdiğimizi öğrenmesin?’ diye sordu Hakan. ‘Babamdan dayak yeme niyetim yok, Sıçancığım.’
Ramazan Güneş, Ömer’in ‘Sıçancığım’ demesine kahkahayla güldü.
‘Muhsin Amca duymayacak. Ahıra hemen girip çıkacağız.’ Dedi Ömer. Sonra ağzında eriyen sigarayı tükürdü ve nefesini Hakan’ın suratına üfledi.
Ömer, Muhsin Amcanın derin uykuya daldığını biliyordu. Babasıyla kahvehaneden arkadaşlardı. Hayvanlarından kazandığı parayı akşama kadar kahvehane köşelerinde kumar oynayarak kaybederdi. Mahallede Sütçüsüydü ve tek kötü alışkanlığı kumar oynamasıydı. Yüzü gözü temiz biriydi.
Ömer, arabayı sertçe yer bıraktı. ‘Bundan sonrası sizde.’ Dedi. Hakan ses çıkarmadan el arabasını aldı ve yürütmeye başladı. İyice tenhalaşan yolda yürümeye devam ettiler. Önlerindeki yokuşu çıktıktan sonra ahıra varmışlardı. Ortalık fena halde mayıs kokuyordu.
Az ileride sokak lambasının birkaç metre öte tarafında asfalt yolun bitiminde tel örgüyle çevirili samanlığı ve onun hemen arkasında taştan yapılmış Muhsin Amcanın evini gördüler. Ahırda beş inek vardı ve kendi hallerinde sakince duruyorlardı.
‘Ona yapacaklarımı hayal bile edemeyecek o piç kurusu.’ Dedi kısık bir sesle Ömer.
‘Bileğinin öcünü alacaksın ha!’ diye söylendi Ramazan cebinden çıkardığı çevirmeli el fenerini yakarken.
Ömer bir şey demedi. Sadece Aslan’ın bilek güreşinde kırdığı bileğini ovmakla yetindi. Ramazan ve Hakan yıllar içerisinde Ömer’in fedaileri gibi olmuştu. Onun için yapamayacakları şey yoktu.
Oyalanmadan ve sessizce ahıra gittiler. İnekler son derece uysallardı. ‘Biraz ittir şunu.’ Diye söylendi Ramazan. Hakan hayvanı ittirdi. Ramazan elinde getirdiği kürekle tüm bokları el arabasına atmaya başladı.
‘İğrenç kokuyor.’ Dedi Ramazan. ‘Benden bu kadar.’
Hakan ‘Ben de yapamam.’ Dedi.
Ömer onların elinden küreği aldı. ‘Bu küreği kafanıza yemek istemiyorsanız bu arabayı ağzına kadar doldurursunuz.’
Hakan ve Ramazan öğürmeler eşliğinde arabayı doldurdular.
Ömer ‘Artık gidelim.’ Dedi.
Ramazan el arabasını ittirirken zorlandı. Soluk soluğa arabayı dengede tutmaya çalışıyor, arada sırada da bokları yere döküyordu.
‘O piçin hakkı bok çukuru.’ Dedi Ömer. Müthiş derecede keyifliydi. Sinsi sinsi gülümsüyordu. Ramazan ve Hakan daha önce Ömer’i bu kadar neşeli görmemişlerdi. Aklında kötü bir plan olduğunu biliyorlardı ama bir türlü sormaya cesaret edemiyorlardı.
***
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.