- 481 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SİBEL YILDIRIM’A SEVGİLERİMLE
MAZİYE YOLCULUKLAR–265
Annesine çok özenle bakan, gözlerimle gördüğüm, tanık olduğum bu gayretine saygımdan, Sibel’in annesi ile birlikte çektirdiği bir resmini koyarak aşağıdaki paylaşımı yaptım:
“BİN KERE TEŞEKKÜRLER SİBEL
VEFASIZLAR TIRNAĞINA BİN KERE KURBAN OLSUN...
Hemşerim hayırlı evlat Sibel Yıldırım Hanımefendinin emeğine, çabasına, fedakârlığına bin kere teşekkür ederim. Sevgiyle selamlıyorum.”
Paylaşıma yorumlar yazıldı.
Ben de bu okuyacağınız yazının çok kısa bir özetini paylaşımın altına yazdım.
İçimde kanayan bir yarayı yeniden ele aldım. Son pişmanlıklar para etmiyor, bilinsin…
İki bin yirmi üç yılının güz mevsimindeyiz. Mersin ilinin Erdemli ilçesinde bahar havası var. Bu gün Ekim ayının son Pazarı.
Erdemli sahilinde dün günlük yürüyüşümü yaparken Ruslar, Ukraynalılar, Suriyeliler denize giriyordu. Kimisi de banklarda gününü gün ediyordu.
Hastayım. Sabah kahvaltım her gün saat sekizdedir. Kahvaltı öncesi insülin, kahvaltıdan sonra hap alırım. Her gün saat dokuzda hap almak, saat onda insülin yapmak zorundayım. Sonra ara öğün vaktidir. Üzerine biraz ceviz içi atılmış yoğurt yer, evden çıkarım.
Allah bana “yürü ya kulum” demedi.
Doktorum ısrarla her gün en az bir saat yürümek zorunda olduğumu söyledi. Ben de doktorumun söylediklerine dört dörtlük uyarım. Yeme dediklerine elimi sürmem, içme dediklerini ağzıma almam.
Sabah on otuz ile on iki otuz, öğleden sonra on beş otuz ile on yedi otuz arasında yürüyorum.
Bu Pazar sabahı kahvaltıdan sonra bilgisayarıma yüklediğim resim klasöründen, “Annem, Babam ve Ablam” dosyasını açtım.
Babamın, annemin, ablamın resimlerine bakıp gözyaşlarımı siliyordum.
Annem on çocuk, ablam on üç çocuk doğurdu.
Sibel Yıldırım aklıma geldi. Yukarıdaki paylaşımı yaptım.
Babamın 16.01.1990 yılında vefatından sonra annemi Mersin’e getirdim.
12 Eylül darbesinde 1402 sayılı yasa ile görevden uzaklaştırılan öğretmenlerdendim. Ekmek parası için bakkallık yapıyorduk. En büyük yardımcım eşimdi.
Annem üç aydan fazla yanımda kaldı. Annem ve eşim dükkânın bitişiğindeki evimizde kalırlardı. Yaz mevsimiydi. Annem evde sıkılmasın diye eşim bazen annemi giydirir bakkala getirirdi. Büyük dükkânın gölge tarafının kaldırımına kilim sererdik. Annem kilime bağdaş kurar otururdu. Mahallede çok Kâhtalı vardı. Kâhtalı kadınlarla sohbet eder, hasret giderirdi.
Kâhtalılardan biri de ilk evlendiğinde bizim kiracımız olan Leyla teyzeydi. Küçük yaşta evlendirildiği için yemek yapmayı bilmezmiş. Annem gelmeden önce Leyla teyze bana o günleri anlatmıştı: “Gelin olarak size kiracı geldim. Çocuktum. Bir şeyden anlamazdım. Fakirdik. Annen sizden malzemeyi getirir, bana yemek yapmayı öğretirdi. Bana çok güzel annelik yapıyordu. Annen çok güzel, çok iyi bir kadındı. Annenin iyiliğini asla unutamam.
Üç ayın sonunda annem Kâhta’ya dönmek istediğini söyledi: “Mehmet’im, Mustafa’m Kâhta mezarlığında. Ben onları çok özledim. Kâhta’ya gideceğim” diye tutturdu.
Beraber gitmeyi, mezarlık ziyaretinden sonra birlikte dönmeyi teklif ettim. Kabul etmedi. “Ben kendi evimde kalmak istiyorum.” dedi.
Bir gün bakkalda müşterilere bakarken, kadının biri “annen gidiyor,” dedi. Dışarı çıktım. Annem sokağın başına kadar yürümüştü. Koştum. Koluna girdim. Sordum:
- Annem benim. Canım benim. Nereye gidiyordun?
- Kâhta’ya gidiyordum, dedi.
21 yaşındaki yiğit oğlunu yitiren annem, o günden sonra çökmeye başladı. Dağ gibi akıllı kadın erimeye başladı. Son yıllarda bazen ne yaptığını bilmiyordu. Babam iyi bakıyordu.
Babam vefat edince yalnız kaldı. Babamızın evinde kalan küçük kardeşim ve karısı annem ölse bir tas su vermezlerdi. Kardeşim alkolik, karısı antikaydı…
Dört kız kardeşim de evli, kendi evlerinin derdindeydiler.
Anneme bakacak tek kişi bendim. Annem de bu gerçeği kabul ediyordu. Eşim bu konuda çok duyarlıydı. Onun insanlığını, emeğini, çabasını unutamam.
Anneme yalvardım. Yakardım. Sen artık kendine bakamıyorsun, dedim. Kimse sana bakmaz. Perişan olursun. Ben kendimi af edemem. Bizim bir hatamız varsa söyle anneciğim, dedim.
Gözlerimin içine bakarak:
- Sen iyisin oğlum. Eşin senden de iyi. Allah senden de ondan da razı olsun. Ben Kâhta’yı özledim. Bir ömür verdiğim evimi özledim. Her gün ziyaret ettiğim oğlumun, kocamın mezarını özledim. Artık bana engel olma. Ben orada yavaş yavaş kendime bakarım.
İki hafta uğraştım. İkna edemedim.
Kâhta sevdası, oğlunun hasreti bizdeki huzuru, rahatı, bakımı bıraktırdı. Tahmin ettiğim perişanlığa gitti annem.
Ben de Kenan Evren’in 1402 sayılı yasayla görevden atılmamı mahkemeye vermiş, suçsuzluğum anlaşılmış, davayı kazanmıştım.
Öğretmenlikten atıldığım yere gidip göreve başlamak zorundaydım. Afyon’a gittim. Göreve başlamadan sabıkalı faşist milli eğitim müdürü tavır koydu. Mahkeme kararına rağmen göreve başlatmadı. Kavga ettik.
Milli Eğitim Müdürü geldi. Göreve başlat emrini verdi.
Kararda görevden alındığım kasabada başlatması gerekiyordu. Kasabadaki üç okulda da açık yok, dedi. Beni çoğunlukta oldukları kasabaya göndermek istedi. Kabul etmedim.
Kasabanın bağlı olduğu Sinanpaşa ilçesinin en uzak köyüne (27 Km) verdi. Kütahya il sınırıydı.
Ben gitmeden önce kendi kafasındaki ortaokul müdürüne tuzak kurdurmuştu.
Köye gittim. İlk gün ortaokul müdürü topladığı köylülerin önünde hiç yeri değilken tuzak soruyu patlattı:
- Öğretmenim Türkiye nasıl kurtulur?
Aptal tuzakçı; komünizmle, sosyalizmle kurtulur diye anlatmaya başlamamı bekledi. Tanıkların önünde rapor hazırlayıp beni tutuklatıp görevden attıracaktı.
Cevap verdim.
- Vatanını seven, çalmayan, çırpmayan, görevini en iyi yapanın en iyi vatansever bilindiği günlerde Türkiye kurtulur.
Türkiye’nin kurtuluşu onun bunun köpekliğini yapmayan namuslu, dürüst, çalışkan, yurdumuzun çıkarını kendi çıkarının üzerinde gören gerçek vatanseverle mümkündür.
Şaşırdı. Birkaç tuzak soruyu da savuşturdum.
Köyde telefon yoktu. Cep telefonu zaten yoktu. Bir yeri aramak için Kütahya’nın bize yakın bir köyünün muhtarına gitmek gerekiyordu.
Kâhta ile ilişkim kesildi.
Milli eğitim ile sorunlar, kavgalar, tehditler sürdü.
Birkaç ay annemi soramadım. Çok merak ediyordum.
Kütahya’ya bağlı köye gittim. Şinasi öğretmeni aradım. Annemi sordum.
Aldığım cevapla dondum, kaldım.
- Annen bir ay önce (10.11.1991) vefat etti, dedi.
Annemin çektiğini birkaç yıl sonra komşumuz Dişçi Mahmut’un kızı Necla ablanın anlattığı bir dosttan dinledim. İnanamadım.
Necla doğru mu söylüyor diye işin peşine düştüm. Din iman, Allah kelimelerini dillerinden düşürmeyen ve umreye, hacca giden kız kardeşlerime kızdım.
Bir kız kardeşim:
- Ben eve gittim. Erkek kardeşim annemizin yanına bırakmadı. Israr edince taşla kovaladı, dedi.
Doğru mu bilmiyorum. Karısına söz geçiremeyen erkek kardeşimin elinden, kendi evinin depo olarak kullandığımız alt katında perişan olmuş O GÜZEL ADİLE...
İki dayımın hanımları gelip bakarlarmış.
Kendimi af etmiyorum. Annemin inadını kırmak için inat edecektim. Göndermeyecektim. Elini ayağını bin kere öptüm gitmesin, diye. On bin kere öpecektim. Bırakmayacaktım...
Hata benim. Suç benim. Günah benim.
İnadını kırıp göndermemeliydim.
Ablam da perişan olmuş. Telefon numarasını değiştirmiş. İki ay aradım. Ulaşamadım. Nusret Cantekin’in taziyesi için Kâhta’ya gittim.
Ablama uğradım. Kırk yıldır ablamı haftada iki defa ararım. Mersin’den ziyaretine gelirim.
Nusret’in genç yaşta ölümü zaten beni sarsmıştı.
Ablama sordum:
- İki aydır seni arıyorum. Cevap alamadım. Ne oldu,
Ablam:
- Telefon numaram değişti.
Tekrar sordum:
- Mahmut haftada iki sefer arardı. Merak eder demedin mi?
Sustu. Kızdım:
- Bir daha seni ararsam bana yazıklar olsun, dedim.
Çıktım. Yedi yıl aramadım.
Yeğenlerime sorduğumda, teyzemiz iyi diyorlardı.
Ablam ölmeden bir hafta önce yine yeğenimin birine sordum. Hastanede olduğunu söylediler. Bana son halinin videosunu çek gönder, dedim. Çekti. Gönderdi.
Oturdum, ağladım. Eşim de ağladı. Ben gider bakarım, dedi. Beni göndermiyorsan git al gel, dedi. Burada bakalım.
Ne yapalım diye düşünürken, "teyzem öldü" telefonu geldi.
Sevgili Sibel, sen babamın öz dayısının kızısın. Benim canım kadar sevdiğim Asiye Ablamın kızısın.
Anneni kimseye muhtaç etmeden bakıyorsun. Geçen Eylül ayında Kâhta’ya geldiğimde Asiye ablamın elini öpmeye geldim.
Asiye Ablam tertemiz bir yatakta melek gibi uzanmıştı. Eli yüzü tertemizdi. Üzerindeki elbiseler mis gibi kokuyordu. Odası özenle düzenlenmişti.
Asiye Ablamın elini kaç sefer öptüm, hatırlamıyorum. Aslında öptüğüm el, annesine özen gösteren, bakan, yalnız bırakmayan, iyi yetiştirilmiş merhamet sahibi, vicdan sahibi evladının eliydi.
Seni yetiştiren anne, babaya selam olsun.
Annesini, babasını nazik bir çiçek gibi koruyan, kollayan evlada selam olsun.
Sevgili Sibel, sen yüreği güzel bir evlatsın. Sen gerçek bir meleksin. Senin başımın üstünde yerin var. Küçüğümsün. Ellerini öpmekten utanmam. Yüreğini öpmekten utanmam.
Asiye Ablam, benim başımın tacıdır. Çocukluğumun şefkat elidir.
Sen dünyanın en büyük "HAYIRLI EVLAT" ödülüne layıksın. Yaptıklarını ömür boyu unutamam. Sevgi, saygı, mihnet her şeye layıksın.
Sevgili Sibel, sabah sabah gözyaşlarıma aldırmadan bu paylaşımı niye yaptığımı şimdi anladın mı?
Ben öleydim annemin, ablamın düştüğü durumu öğrenmeseydim.
İyi evlat, güzel evlat yüreğinden öpüyorum. Benim yaramı sen iyileştiriyorsun.
Asiye Ablam senin ellerinde güvendedir. İçim rahat. Sağ ol. Var ol. Allah herkese senin gibi evlat versin.
Yazarken ağlıyorum. Ablam, annem bu sonu hak etmemişlerdi.
Kimseyi suçlamıyorum. Suç benim. Günah benim. Hata benim.
Terbiyem, hayalim, düşüncem, okuduğum kitaplar SİBEL OL dediler.
Sibel olamadım. Bana yazıklar olsun.
Sibel Yıldırım yorumuma şu cevabı vermişti:
Mahmut Cantekin okurken de ben ağladım. Çok ince yazmışsın. Olan ve olmayan şeyleri iyi anlatmışsın. Anlattıklarının üstüne diyecek bir şey bulamıyorum. Bazen Şinasi dayım annemi görmeye geldiğinde der ki; sana minnettarız, içimiz rahat. Her şeyden önce o benim annem. Vicdanımın merhametimin ve sevgimin yaratıcısı, sahibi. O iyi olduğu zaman bende iyi oluyorum. Sağlığım el verdiği sürece hiç kimseye kardeşlerime bile muhtaç etmem. Yatalak demans hastası kimseyi tanımıyor beni bile artık tanımıyor(ara sıra tanıyor) Bir bebeğin bakımı nasılsa öyle bakılıyor. O bilmiyor ama ben biliyorum.
Çünkü onun yerine ben düşünüyorum. O bilmiyor diye olan ve olmayanları ben biliyorum. Elimden geldikçe bütün imkânları kullanıyorum. Evin içindeki varlığı nefesi ve sesi bana yetiyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.