- 311 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Aggregate Demand
‘Ben senin gibi olmak istemiyorum baba’
Bunu yüksek sesle bile söylemedi. Son derece açık bir gerçeği vurgulanması gibi, ‘Kitabın yemek masasının üstünde’ dercesine çıktı ağzından.
Ama yine de yüzümde şakladı. Bütün evin yankılandığını düşündüm o şamarın sesiyle. Hatta komşular bile akşam yemeklerinden başlarını kaldırıp ‘Ne oluyor? Bu ses de ne?’ demişlerdir. Ben ise bir şey diyemedim.
Benzenilmek, örnek alınmak isteyenmeyen bir babayım. Yıllar önce, ortaokul sıralarında, en yakın arkadaşım kendi babasının mesleğini tanıtırken ‘Ama bakkal olmak benim kendim için düşündüğüm bir kariyer değil’ diye bitirmişti. O zaman ‘Babası üzülmüş müdür bu sonuca?’ diye düşünmüştüm. Evet, üzünülüyormuş.
Yanlış anlaşılmasın, kızım bana kötü bir baba olduğumu ima etmiyordu. Sevilmeyen bir insan da değildim. Sadece benim yolumdan gitmeyecekti.
Bu noktada çoğu ebeveyn ‘Ama bu kadar plan yaptık; dahası bu kadar yatırım yaptık. Seni şu okullara gönderdik, bu eğitimleri aldırdık. Bunların hepsi boşa mı gidecek?’ derdi. Fakat benim derdim bu değil. Bana koyan ona bu hayatı yaşatmak için yaptıklarımın hor görülmesi.
Onu da anlıyorum. Yeteneği var. Üç boyutlu düşünebiliyor. Denklemlere baktığı zaman objeler, cisimler, hatta renkler görüyor. Hesaplara girmeden ‘Burası bir şey ifade etmiyor. Bunu kim yazdıysa saçmalamış’ diyebiliyor ve hemen her zaman da haklı çıkıyor. Einstein-Rosen köprülerinden bilginin bozulmadan geçebileceğini dair yaptığı teorik çalışma liseyi bitirmeden ona MIT’den doktora daveti kazandırmıştı. O da şaka yollu ‘Kuantum bilgisayarımı hazırlayın; ben de geliyorum’ diye yanıtlamıştı. Bizi iknaya gelen profesör ‘Deneysel fizikçi olamayacak kadar zekası ve hayal gücü var’ demişti. JPL görüşme talep etmiş, Raytheon da bağlantıya geçmişti.
Ama onu da anlamıyorum. Astro-fizik onun için Pazar eki bulmacasıydı. Çözüyordu, çözmekten zevk alıyordu ama Pazar günleri için yaşamıyordu. Zamanının çoğunu atlara ayırmaya çalışıyordu. Her fırsatta Ferris’lerin çiftliğine gidiyor, onlarla beraber atların bakımlarını yapıyor, beslenmelerini, alıştırma yapmalarını öğreniyor, hastalandıklarında da baytarın yanıbaşından ayırlmıyordu. Kimi zaman hayvanlara verilen isimleri beğenmiyor, onlara kendince yeni adlar veriyordu.
‘Güzelim Arap tayına Kral George adını vermişler. Böyle saçma şeymiş olur? Çocuğu Kralcığım diye mi seveceğim?’
‘Peki sen onu hangi isimle çağırıyorsun?’
‘Serap’
Ben beğenmedim: Savaş uçağı adı gibi duruyordu.
‘Şimdi sen seyis mi olmak istiyorsun?’
‘Evet’
O da beni anlamıyor. Küçüklüğünden beri onu alır dışarı, doğa yürüyüşlerini çıkardık. Ormanda yönümüzü nasıl buluruz, bu hangi hayvanın izidir, hangi bitkiler yenir, dereden su içeceksen arıtma kitini nasıl kullanacaksın gibi yararlı olduğunu düşündüğüm konuları öğrendik. Büyüdükçe kamp yapmaya gittik. Artık o yıllarda annesi çoktan kendine başka birisiyle yeni bir hayat kurduğu için beraber daha çok zaman geçirebiliyorduk. Çadır kurduk, ateş yaktı, yemek yaptık. ‘Ayıdan hızlı koşamazsın ama önemli yanındakinden hızlı koşmaktır’ düsturunu benimsedik. İlk yardımı, açık yaralarda nasıl mikrop kapmanın nasıl engelleneceğini öğrendik.
‘Artık bunları izci gruplarında göstermiyorlar. General Baden-Powell endüstri İngiltere’sinden gelen askerlerin doğal ortamdan ne kadar kopuk olduğunu görmüş, çocuklara tekrar doğaya salabilmek için izciliği başlatmış. Bir yüzyıl sonra biz de izcileri tekrar şehirlere hapsettik.’
Benim didaktik homurdanmaları sessizce dinler, ben konuşurken o yemeği hazırlardı. Güzel de yapardı, elinin lezzeti yerindeydi.
Yaşı geldi, ilk tüfeğini eline aldı. Once sabit hedeflere nişan almakla başladı; sonra da hareketlilere. Birden çok hedef arasından önceden belirlediğini takip etmeyi, onu gözden kaçırmamayı geliştirdi. Silahını söküp takmayı, ona bakım yapmayı öğrendi.
‘Ama ava gitmeyeceğiz, dedim ona. Doğayı zaten köşeye sıkıştırıyoruz; bir de keyif için sana zararı dokunmayan hayvanları öldürmenin alemi yok’
‘Peki ya üzerime gelen ayı?’
‘Sen ormana gidip, onun ortamına tecavüz etmişsin. Evinin oturma odasında sana saldırmıyor ya ayı.’
...
Bu akşam Münih filmini seyrediyorduk. Meşhur havaalanında teröristleri etkisiz hale getirme/getirememe sahnesindeyiz.
‘Bak, dedim, polislerin hiç biri meslekten keskin nişancı değil. Silahları standart G3. Gece görüşleri yok. Kendi aralarında telsiz bağlantıları yok.’
‘Biliyorum, dedi, beşinci nişancı da ilk üçünün ateş hattında’
Kumandaya uzandı, filmi durdurdu.
‘Ben senin gibi olmak istemiyorum baba, dedi. Ben askeri akademiye, oradan da keskin nişancılık okuluna gitmeyeceğim. 400 metreden rüzgarlı havada hedefimi vurmayacağım. İnsanların kafalarını hedefime oturtmayacağım.
Tamam, bu senin işin, öyle olsun. Ama benimki değil’
Ben ise bir şey diyemedim.
YORUMLAR
Ben de benim gibi olmasın istedim, kızımın, boyumu da hayallerimi de aşsın, maalesef hayat biz planlar yapmak isterken, karşımıza çıkanlardan ibaret çoğu zaman, dayısı gibi subay, hatta Jöhlere, Pöhlere heves eder gibi hayalleri, düşünceleri vardı, Diyetetik okuyor şimdi ve her şeyin hayırlısına dua ile, Allah iyilerle, iyiliklerle, karşılaştırsın...
Selâm ve hürmetlerimle...
Semiha Türkmen tarafından 27.10.2023 01:55:39 zamanında düzenlenmiştir.
Kimi Filistin de bir sahra hastanesinde doktor olmayı tercih eder
Kimi İsrailde asker olmayı
Kimi insanınyaşatmayı tercih eder
Kimi insan öldürmeyi
Tercihler hayatın zenginliğidir. Zenginlik bu durumun fakirliği değil.
Her neyse. Ben olsam hiçbirini tercih etmezdim. Bana ne der , çeker vururdum hayatı…
Yukarıya aşaıdan bakınca :
…..,,,Baba, kızının "Ben savaş uçağı gibi isim taşıyan atları seviyorum, babacığım!" dediğini duyunca gözleri fal taşı gibi açılmış olmalı. "Kral George adını saçma buluyorsun da, çocuğu Kralcığım diye mi çağıracaksın?" diye sormuş baba, epey bir espri yapmış demek ki. Kızıysa, atına "Serap" adını vermiş. Serap, ya hayvanlar dünyasının yeni rock yıldızıdır ya da bir savaş uçağına benzeyen bir isim seçmek konusunda çok kararlıdır gibi …
Elhamdülillah…..