- 435 Okunma
- 7 Yorum
- 5 Beğeni
Adaptive Expectations
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘Sen kaybettin, git sen bul’ dedim amcaoğlu Edip’e.
‘Ulan, n’olur sen de bir el atsan...’
Kös kös uzaklaştı.
Hava ısınmaya başlıyordu. Gün doğarken çadirlardan keçilerle ayrılmıştık. Üç kişiydik: amcaoğlu Edip, Halil Musa ve bir de ben. Edip sürünün sol yanından yürüyordu, Halil Musa sağından, ben de arkadan takip ediyordum. Düzenli olarak değneklerimizi yere vuruyor, değişik seslerle sürüyü otlağa sürüyorduk. Otlak dediğime de bakmayın; yaylada kıraç bir alandı. Bitiminde yer alan yarı solumuza almış ilerliyorduk ki keçilerden birinin yokluğunu farkettik. Edip’in grubundan ayrılmıştı.
Artık kelimelerini duyamasam da, Edip söylenip durduğunu kulağıma geliyordu. İki kişi sürüyü götürmek zor olacağı için, çaresiz bekliyorduk.
‘Senin amcaoğlunun da eli ağırdır. Şimdi günün yarısı burada geçecek.’
‘Geçsin... Geçsin de bulsun. Ziya’nın keçisi, bulamazsak harcar hepimizi. Yok Edip’in tarafındaydı, yok değildi yi dinlemez, bir ay bedavaya çalıştırır.’
‘Delik vaar!’
Edip uzaktan bağırıyor, gelmemiz için elini kolunu sallıyordu.
‘Delik mi dedi? Delik ne arasın yaylanın ortasında?’
‘Çukurdur, çukur. Az derinse gölge düşüp seninkine karanlık gelmiştir. Git bak bir bakalım. Ben buradayım.’
Hay Edip’e de, deliğine de, şarap çanağına da... Mecburen ona doğru seyirttim.
‘La gel bi. Bak delik var kayaların arasında. İçeri taş attım, bir şeye çarpıp kırdı galiba.’
Kayalarla beraber yar başlıyordu. En büyük korkularımızdan biri keçilerin bu yar boyunca çıkan sürgünleri yemek istemesiydi. Onlar oralarda kolay hareket ediyordu ama bizim için keçiyi geri almak ölümdü. Edip gösterdiği noktaya baktım. Gerçekten kayalar arasında karanlık bir yarık vardı.
‘Seslensene bir içeri. Belki keçin oraya düşmüştür. Daha da taş atma, hiç yoktan keçiyi geberteceksin’
‘Seslenince keçi gelecek mi?’
‘Hıyar, yankı yapacak kadar büyük mü diye bakıyoruz?’
Edip dizlerinin üzerine çömelip yarığa eğildi ve ...
‘Aaah’
Edip ortadan kayboldu.
‘Siktir! Edip nerdesin lan?’
Yarık Edip’in ağırlığına dayanmamış ve çökmüştü. Artık genişçe bir delik vardı.
‘Edip!’
‘İyiyim, daha bağırıp durma.’
Ayağa kalkan karaltısını gördüm.
‘Az çekil hele oyuğun başından. Işık girsin, burada bir şeyler var.’
‘Keçiyi mi buldun?’
‘Yok, keçi değil, bi çekil’.
Kalkıp geriye bir kaç adım attım. İpimiz de yoktu, Edip’i oradan nasıl çıkaracağımızı düşünüyordum.
‘Lan Cuma Muhammed! Burada testiler var’
‘İçlerinde ne var? Şarap mı? Varsa, bize de bırak’
Makarasına sormuştum. Allah’ın dağında kim mağaranın içine testi testi şarap bırakır?
‘Yok be oğlum. İçlerinde kıvrık deri parçaları var.’
‘O zaman siktir et onları da seni yukarı nasıl çekeceğiz, onu düşünelim’
Ben etrafa bakınırken aşağıdan Edip’in sesi geldi:
‘Lan Cuma, bunların üzerinde yazılar var!’
‘Ne yazıyor? İki çeki odun, ben Edip’e kodum mu?’
‘Yukarı gelince kim kime koyacak, görecez!’
Halil Musa da yanıma geldi. Birlikte yere uzandık, uzattığımız değneği de Edip yakaladı. Söylerken kulağa kolay geliyor ama epey uğraştık hergeleyi yukarı çekmek için. Neyse ki Edip aramızdan en cılızımızdı. Halil Musa düşmüş olsa, onu hayatta çıkaramazdık.
Edip yukarı gelirken bulduğu deri yapraklarından bazılarını entarisinin içine sokmuştu.
‘Oğlum, bunlar eski bir şeye benziyor. Okutursak yaşadık.’
‘Ver bakayım... Eski ama bir şey eder mi bilemem’
Aradan Halil Musa kafayı uzattı:
‘Nece bunlar?’
‘Bilmem, dedi Edip. Arapça değil. Başka bir dil’
İçimizde en mürekkep yalamışımız Edip’ti. O da bilemeyince fikir yürütmeyi bıraktık.
...
Sayfalar Edip’te kaldı. Konu komşuya gösterdiler. Hatta biraz da gurur meselesi yapıp çadırın orta direğine astılar. Bir sayfa zamanla ikiye ayrıldı ama parçaları bir arada tuttular. Görenler arasındaki yorum bunların değerli olabileceği idi. Edip’in babası Abdullah Amca da o fikirdeydi ama acele etmedi. Çadırları söküp mal satmaya Beytüllahim’e kadar beklediler.
...
İbrahim Bey uzun uzun önüne sürüler sayfaları inceledi.
‘İbranice bunlar. Belli ki bir havradan yürütülmüşler. Hangisi olduğunu bilemem. Ama çok da para edeceklerini sanmam. Çoktan yerine yeni bir kitap almıştır. İsterseniz yan mahalledekine bir gösterin’
Abdullah Amcanın duydukları karşısında morali bozulmuştu. Teşekkür edip sayfaları aldı, tomar yapıp heybesine koydu. Yolda Edip babasını neşelendirmeye çalıştı:
‘Boş ver baba, zaten İbrahim dediğin basit bir tüccar. Başka birini, bir antikacıyı filan buluruz. O değerini daha iyi bilir’
Öyle de yaptılar. Bir sonra gittikleri şehirde bu sefer bir Hristiyan Suriyeli’ye gösterdiler. Suriyeli sayfaları evirdi, çevirdi ve sonunda lafı ‘Bilmem ki’ye getirdi. Abdullah Amcanın gözlerinde hayal kırgınlığı ile kızgınlık arası bir bakış vardı. Sanki istediği cevabı vermediği için Suriyeli’ye çatacak gibiydi. Tam bu sırada araya daha önce görmediğimiz bir adam girdi.
Adam gayet zengin bir şekilde giyinmiş, kendinden emin, yanında iki tane de hizmetlisi olan bir zattı. Sonradan adının Şeyh Bin Said El Maktum olacağını öğreneceğimiz kişi bize bir arada antikacılık yapan birini tavsiye etti. Kando bu sayfaların değerini bilebilirmiş. Yerini tarif etti, biz de amcam, babam ve oğulları şeklinde oraya yollandık.
Kando’nun dükkanı acaip bir mekandı. Öncelikle ne sattığı belli değildi. Bir tarafta bazı eski püskü alet edavat vardı. Bunlar pek işe yaracak cinsten değildi. Hatta bazıları paslı bile idi. Ortadaki bölümde bir camekan, camın altında da çoğu kararmış gümüş olan ziynet vardı. Bunların karşısında ise çuval çuval bakliyat vardı. O da bizi eli boş gördüğüne biraz şaşırdı. Bedeviler onun dükkanına geldiklerini genelde mallarla gelirlermiş. Biz sadece heybeden bir tomar sayfa çıkarmıştık.
‘Parşömen bunlar, dedi Kando. Eski çağlarda kağıttan önce, onun yerine kullanılırdı. Çok dayanıklıdır, öyle kağıt gibi yokolup gitmez.’
Konuşurken bir yandan da eline aldığı büyüteçle sayfaları inceliyordu:
‘Nerede bulduğunuzu söylediniz? Kumran’da bir mağarada mı? Çölün kuru havası bunları bozmamış. Eski bunlar. Ne kadar eski kestiremiyorum. Ama para eder’
Para ettiler. Kando Abdullah Amcama epey para verdi.
‘Artık bize bir ziyafet çekersin birader’ dedi babam. Ama amcam oralı bile olmadı.
‘Sermaye yapacağım.’
...
Yaptı da. Abdullah Amcam parayı yeni keçilere yatırdı. Artık otlattıklarımız arasında en çok onunkiler vardı. Hatta bu yüzden Edip artık sürünün sol yanına değil, ortasına bakıyordu. Ben de bundan çok haz etmeyince çobanlığı bıraktım; yerime kardeşim Ahmed Salih geldi. Babama yardım etmeye başladım; sürüyü de hiç aramadım.
...
Geçen hafta Edip bize uğradı.
‘Bugün otlaktaydık yine. Benim mağara var ya (Mağara birden bire onun oldu), etrafı çevrilmiş. Bizi yaklaştırmadılar.’
‘Kim yaklaştırmadı?’
‘Birileri jandarmayı tutmuş, kuş uçurtturmuyorlar’
‘Ee niye ki?’
‘Mağarayı kazıyorlar. Duydum ki benim sayfalar var ya? Çok daha da değerliymiş. Üzerindekiler Yahudilerin kitabındanmış.’
‘Biz bunu biliyorduk zaten’
‘Ama o kitabın en eski hali olduğunu söylüyorlar. Eldeki en eski kutsal kitaptan bin yıl daha öncesindenmişler.’
‘Desene en az bir otuz keçi daha alabilirdiniz’
‘Doğru valla. Babam işte, uzak görüşlü değil’
YORUMLAR
Öncelikle şunu söylim, başlığı görüp okumadan önce; bu içerikten çok daha uzak, çok daha farklı bir yazı beklentisi içersinde olduğumu farkettim. Bu başlık niyeyse böyle bir algı oluşturdu kafamda. Yaylalarda, keçileri otlatan çobanların bir hikayesi olabileceği çok düşük bir ihtimaldi benim için. İngilizce başlığından ötürü bunu söylüyorum yoksa her türlü konuya değinip, hikayesini yazabilecek donanımda, yetkin ve mahir bir kalem olduğunuzu biliyorum. Aşağıda 'neden bu başlık?' sorusuna gereken açıklamayı yapmışsınız zaten ama "uyarlanabilir beklentiler"le hikaye arasında bir nebze bağ kurmaya çalıştıkça kopukluk hissi araya girdi biraz. Başlık için düşüncelerim bunlar.
Yazıya gelince; kaleminizin durgun, dingin, relax diyebileceğim bi havası hakim. Hani kıyamet de kopsa hiç şaşırmayacak, hiç taviz vermeyecek ve soğukkanlı bir şekilde yoluna devam edecekmiş gibi bi izlenim bırakıyor ilkönce...Belki yazının adrenalinini yükseltecek ritmi ve temposu biraz eksik ya da düşüktü bana göre o yüzden. Aynı düzlükte, çizgide ilerlemiş, hiçbir engele takılmamış, okurda heyecan uyandıracak ters köşeleri yeterli bulmadım. Edip'in düşüş sahnesi ve orda karşılaştığı manzara hariç...Bu olay da hemen oldu bittiye geldi gibi çok kısa sürdü.
Yazıya dair düşüncelerim bunlar İlhan Bey. Genelde okur olarak hep bir beklentinin içinde olup, hep fazlasını isteyeceğimiz ya da eksik bulacağımız yönleri de mutlaka olacaktır yazılanların. Hepimiz için söylüyorum.
Sözü fazla uzatmıyayım, kaldı ki yine bir çırpıda, hiç takılmadan kendini okutan, en azından sizden hiç beklemediğim bir hikayeyi okumuş olmanın şaşkınlığı da henüz sıcağı sıcağına üzerimdeyken hãlã gidim ben en iyisi...
Saygılarımla...
İlhan Kemal
İlki, anlattığıma her ne kadar öykü dense de tamamen gerçek olaylar. Üç bedevi çobanın bilinen en eski Tevrat kopyalarını (Bir öncekinden 1000 yıl daha eski) tesadüfen bulma ve sonra onları yok pahasına ellerinden çıkarmalarının hikayeleştirilmesi. İster istemez olmuş olaylara inişler çıkışlar katmak güç oluyor.
İkinci sebep ise biraz ilkini yalanlayan cinsten. Kendimle ilgili kuralım öyküleri tek oturuşta yazmam gerektiğidir. Burada ister istemez bu kuralı çiğnedim (Araya toplantı ve öğle yemeği girdi) 'seni yukarı nasıl çekeceğiz, onu düşünelim’ den sonrası ikinci oturuşta yazıldı. Bu noktada da artık yazan kişi olarak kendimi öykünün dışında buldum (Üç çobanla beraber o yaylada değilsinizdir; odanızın penceresinden sonabahar manzarasını seyrediyorsunuzdur) Böyle olunca da öyküyü toparlayıp, bir sonuçta ulaştırmak için anlatımı hızlandırdım. Tamamen kurgusal bir öykü olsaydı, bir olasılıkla Edip'i yukarı çekemezler, cesedi tarihin bir parçası olarak gelecek kuşak arkeologlarına miras kalırdı.
'uyarlanabilir beklentiler' terimi kavrama yeni olanlar için yanlış yönlendirme yapabiliyor. Burada geçmiş deneyimlere dayanarak olayların nasıl gelişeceğini kestirme işi okuyucunun elinde. Okuyucuya 'Aa, bu yeni yetme çobanlar ellerindekinin değerini bilmeyip, başkalarına kaptıracaklar' dedirten mekanizmanın adı Adaptive Expectations. Nereden bunu biliyor okuyucuyu? Çünkü tarih, edebiyat ve kendisi kişisel geçmişi böyle örneklerle dolu. Böyle gelmiş, böyle gider denmesi bir anlamda.
Üç çobanla ilgili başka bir gerçek olay daha var (Bu sefer Portekiz'de). Yine çobanlar kuzen ama bu sefer farklı bir şeye denk geliyorlar, sizin beklentilerinizi karşılayacak şekilde. Belki bir gün onu öyküleştiririm.
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
İlhan Kemal
Bizdendi, güzeldi aktı gitti yazı tebrik ederim 👏👏👏
Tek eleştiri olursa o da başlığa
Başlığı görünce geri durdum niyeyse ondan geç okuyuşum🙃
Ön yargımı aştıktan sonra iyi ki geldim dedim :)
Suat Zobu
Bencejustinoftrafi ironighospugualistre varistatojiyortix
:)
Selamlar.
Gül'enyüz
Selamlar :)
Güldürdünüz ne iyi geldiniz var olun 😇
Gününüz mis gibi geçsin 🙃
İlhan Kemal
Öykümü beğenmenize çok sevindim. Umarım bundan sonrakilerin başlıkları sizi uzak tutmaz. Saygılarımla.
Gül'enyüz
Okurum fırsat buldukça siz yazın yeter ki :)
Teşekkür ederim açıklama için.
İlhan Kemal
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
İşin aslı, işin kendisini aştı.Yazının çok yukardan bakması, aşağıdakileri yordu. Bu yorulmanın ardından lütfen bir bardak su 💧
Ah, Edip'in keçileri çobanlığımı bıraktığım günden beri nasıl da özlüyorum! Keçilerin çobanı olmak, sanki hayatın en güzel şiiriyle dans etmek gibiydi. Şimdi, bu parşömenlerin keşfiyle başlayan yeni bir macera bekliyor. Çöllerin rüzgarları gibi esen bu olayın sonu nereye varır bilemiyorum, ama bir çağın esrarengiz öyküsüne tanıklık ediyoruz.
GünBoyuGüneşeDönün…
İlhan Kemal
Bu yorum anlatıcı Cuma Muhammed'in deliğin tepesinden aşağıya bağırması bir gönderme mi, yoksa yazarın olaylara kişilere yukarıdan bakması mı eleştiriliyor? Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum. İnsanların hemen hepsi geçmişteki olayları (Özellikle de kendi başından geçenler için) biraz küçümseyerek yorumlarlar. 'Şimdiki aklım olsaydı...' cümlesi bile 'Şimdi daha akıllıyım' demenin nazik bir yoludur. 'Yerliler koca Manhattan'ı yok pahasına satmışlar' ya da 'Kaşıkçı elması beş gümüş kaşık parasına el değiştirmiş' yorumlarında da hep aynı yaklaşım vardır. Belli ki ben de yazar olarak bu yaklaşımdan kendimi kurtaramamışım.
'Edip'in keçileri çobanlığımı bıraktığım günden beri nasıl da özlüyorum'
Herhalde edebiyatta en çok öykünülen kırsal meslektir çobanlık. Bir yere bağlı kalmama, başına buyrukluk, köyün en düşük seviyeli mesleğine sahip iken yine de kendini bir general gibi hissetme, kırsalın müziğini yaratma gibi özellikleri olduğu düşünülür. Hatta pastoral kelimesinde bile çobanlık saklıdır: 'used for or related to the keeping or grazing of sheep or cattle.' Cuma Muhammed 'özlemedim' diyorsa bu yalnızca onun içinde bir şair olmadığının göstergesidir.
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
CaNMaYBuL
"Yukarıdan bakma" ve "aşağıdakileri yordu" ifadeleri, yazarın insanlığın tarihine yüce bir bakışla yaklaşması gibidir bana göre . Bu da geçmişi yüceltme arzusu yaratır. Ancak, bu bakış açısı aynı zamanda küçümseme ve alay barındırır; insanlar sık sık geçmiş hatalarını "şimdi daha akıllıyım" diyerek geçiştirirler. Bu, kır yaşamının basitliği ve özgürlüğünün özlemini taşır ve çobanlık gibi kırsal meslekler romantize edilir.İnsanlrın olaylara ve geçmişe yüce bir perspektiften bakma eğilimini ve basit yaşamı özleme duygusunu içtenlikle açıklar. Edebiyatın bu derin dokusunu görmek, her okuyucunun iç dünyasına yeni bir pencere açabilir.
Bunu en iyi vadedilmiş cennet tasvirinde görürüz. Geriye dönüş! Aklımızdaki cennet, küçük bir ev, önünde dere, ve otlayan , ötüşen hayvanlar… Özümüz bungaliba.
Çok güzel sevgili dost.
Çok güzel.
Soluksuz okunabiliyor da,
Ama niye İngilizce başlık.
"Uyarlanabilir Beklentiler" ne demekse.
Hiiççç, merak işte.
Selam ve saygılar.
İskilip Dolması güzeldi. Keşke olsaydın.
İlhan Kemal
Gayet yerinde bir soru. İşin kökü yirmi beş yıl kadar öncesine gidiyor. Bir kaç araştırma görevlisi, odamızda toplanmış, önümüze çektiğimiz bir ekonomi kitabından rasgele terimler seçip, onlar üzerine nasıl hikayeler yazılabilir diye bir deneme yapıyorduk. Ortaya çıkan öyküler çok kaliteli değildi ama biz çok eğlenmiştik. Geçen hafta bu deney aklıma geldi ve yine bir ekonomi terimleri listesi bulup oradan sıradan gitmeye başladım. Adaptive Expectations'ın Türkçe karşılığını Dışişleri Bakanlığı'nın yayınları İktisat ve Finans Terimleri listesinde de bulamadım ama şöyle açıklayabilirim: Geçmişteki bir olayın gelecekte de kendini tekrar edeceğinin beklenmesi. Mesela seçim öncesi iktidarın 'seçim ekonomisi'ne gireceğini beklemek bu tarz bir davranış. 'Tüm iktidarlar böyle yaptı, bu sefer de öyle olacak' demek bir anlamda (Siyasiden çok, ekonomik gelişmeler üzerine ortaya çıkmış bir kavram) Projem de bu kavrama uygun düşen bir öykü nasıl yazılır idi. Kumran tomarlarının ortaya çıkışı da bir yerde Kaşıkçı elmasının beş gümüş kaşığa satılma efsanesini andırması bana bu kavramı çağrıştırdı. Sonuçta da elinizde öykü ortaya çıktı.
'Artık bize bir ziyafet çekersin birader’ diyen baba iyi bir olasılıkla benim bilinçaltımın ortaya çıkışı, sizinle yaptığımız İskilip dolması sohbetinin doğrudan sonucu olarak. Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
Suat Zobu
Kısacası dolma hakkın baki demek.
Selamlar saygılar.
Taa...Amerikadan Memleketimizin
Bir köyünde yaşananları yazmak.
Çok ilginç geldi bana.
Hani yazı da su gibi akıyordu.
Tebrikler.
Selam ve Saygılar.