7
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
482
Okunma
‘Sen kaybettin, git sen bul’ dedim amcaoğlu Edip’e.
‘Ulan, n’olur sen de bir el atsan...’
Kös kös uzaklaştı.
Hava ısınmaya başlıyordu. Gün doğarken çadirlardan keçilerle ayrılmıştık. Üç kişiydik: amcaoğlu Edip, Halil Musa ve bir de ben. Edip sürünün sol yanından yürüyordu, Halil Musa sağından, ben de arkadan takip ediyordum. Düzenli olarak değneklerimizi yere vuruyor, değişik seslerle sürüyü otlağa sürüyorduk. Otlak dediğime de bakmayın; yaylada kıraç bir alandı. Bitiminde yer alan yarı solumuza almış ilerliyorduk ki keçilerden birinin yokluğunu farkettik. Edip’in grubundan ayrılmıştı.
Artık kelimelerini duyamasam da, Edip söylenip durduğunu kulağıma geliyordu. İki kişi sürüyü götürmek zor olacağı için, çaresiz bekliyorduk.
‘Senin amcaoğlunun da eli ağırdır. Şimdi günün yarısı burada geçecek.’
‘Geçsin... Geçsin de bulsun. Ziya’nın keçisi, bulamazsak harcar hepimizi. Yok Edip’in tarafındaydı, yok değildi yi dinlemez, bir ay bedavaya çalıştırır.’
‘Delik vaar!’
Edip uzaktan bağırıyor, gelmemiz için elini kolunu sallıyordu.
‘Delik mi dedi? Delik ne arasın yaylanın ortasında?’
‘Çukurdur, çukur. Az derinse gölge düşüp seninkine karanlık gelmiştir. Git bak bir bakalım. Ben buradayım.’
Hay Edip’e de, deliğine de, şarap çanağına da... Mecburen ona doğru seyirttim.
‘La gel bi. Bak delik var kayaların arasında. İçeri taş attım, bir şeye çarpıp kırdı galiba.’
Kayalarla beraber yar başlıyordu. En büyük korkularımızdan biri keçilerin bu yar boyunca çıkan sürgünleri yemek istemesiydi. Onlar oralarda kolay hareket ediyordu ama bizim için keçiyi geri almak ölümdü. Edip gösterdiği noktaya baktım. Gerçekten kayalar arasında karanlık bir yarık vardı.
‘Seslensene bir içeri. Belki keçin oraya düşmüştür. Daha da taş atma, hiç yoktan keçiyi geberteceksin’
‘Seslenince keçi gelecek mi?’
‘Hıyar, yankı yapacak kadar büyük mü diye bakıyoruz?’
Edip dizlerinin üzerine çömelip yarığa eğildi ve ...
‘Aaah’
Edip ortadan kayboldu.
‘Siktir! Edip nerdesin lan?’
Yarık Edip’in ağırlığına dayanmamış ve çökmüştü. Artık genişçe bir delik vardı.
‘Edip!’
‘İyiyim, daha bağırıp durma.’
Ayağa kalkan karaltısını gördüm.
‘Az çekil hele oyuğun başından. Işık girsin, burada bir şeyler var.’
‘Keçiyi mi buldun?’
‘Yok, keçi değil, bi çekil’.
Kalkıp geriye bir kaç adım attım. İpimiz de yoktu, Edip’i oradan nasıl çıkaracağımızı düşünüyordum.
‘Lan Cuma Muhammed! Burada testiler var’
‘İçlerinde ne var? Şarap mı? Varsa, bize de bırak’
Makarasına sormuştum. Allah’ın dağında kim mağaranın içine testi testi şarap bırakır?
‘Yok be oğlum. İçlerinde kıvrık deri parçaları var.’
‘O zaman siktir et onları da seni yukarı nasıl çekeceğiz, onu düşünelim’
Ben etrafa bakınırken aşağıdan Edip’in sesi geldi:
‘Lan Cuma, bunların üzerinde yazılar var!’
‘Ne yazıyor? İki çeki odun, ben Edip’e kodum mu?’
‘Yukarı gelince kim kime koyacak, görecez!’
Halil Musa da yanıma geldi. Birlikte yere uzandık, uzattığımız değneği de Edip yakaladı. Söylerken kulağa kolay geliyor ama epey uğraştık hergeleyi yukarı çekmek için. Neyse ki Edip aramızdan en cılızımızdı. Halil Musa düşmüş olsa, onu hayatta çıkaramazdık.
Edip yukarı gelirken bulduğu deri yapraklarından bazılarını entarisinin içine sokmuştu.
‘Oğlum, bunlar eski bir şeye benziyor. Okutursak yaşadık.’
‘Ver bakayım... Eski ama bir şey eder mi bilemem’
Aradan Halil Musa kafayı uzattı:
‘Nece bunlar?’
‘Bilmem, dedi Edip. Arapça değil. Başka bir dil’
İçimizde en mürekkep yalamışımız Edip’ti. O da bilemeyince fikir yürütmeyi bıraktık.
...
Sayfalar Edip’te kaldı. Konu komşuya gösterdiler. Hatta biraz da gurur meselesi yapıp çadırın orta direğine astılar. Bir sayfa zamanla ikiye ayrıldı ama parçaları bir arada tuttular. Görenler arasındaki yorum bunların değerli olabileceği idi. Edip’in babası Abdullah Amca da o fikirdeydi ama acele etmedi. Çadırları söküp mal satmaya Beytüllahim’e kadar beklediler.
...
İbrahim Bey uzun uzun önüne sürüler sayfaları inceledi.
‘İbranice bunlar. Belli ki bir havradan yürütülmüşler. Hangisi olduğunu bilemem. Ama çok da para edeceklerini sanmam. Çoktan yerine yeni bir kitap almıştır. İsterseniz yan mahalledekine bir gösterin’
Abdullah Amcanın duydukları karşısında morali bozulmuştu. Teşekkür edip sayfaları aldı, tomar yapıp heybesine koydu. Yolda Edip babasını neşelendirmeye çalıştı:
‘Boş ver baba, zaten İbrahim dediğin basit bir tüccar. Başka birini, bir antikacıyı filan buluruz. O değerini daha iyi bilir’
Öyle de yaptılar. Bir sonra gittikleri şehirde bu sefer bir Hristiyan Suriyeli’ye gösterdiler. Suriyeli sayfaları evirdi, çevirdi ve sonunda lafı ‘Bilmem ki’ye getirdi. Abdullah Amcanın gözlerinde hayal kırgınlığı ile kızgınlık arası bir bakış vardı. Sanki istediği cevabı vermediği için Suriyeli’ye çatacak gibiydi. Tam bu sırada araya daha önce görmediğimiz bir adam girdi.
Adam gayet zengin bir şekilde giyinmiş, kendinden emin, yanında iki tane de hizmetlisi olan bir zattı. Sonradan adının Şeyh Bin Said El Maktum olacağını öğreneceğimiz kişi bize bir arada antikacılık yapan birini tavsiye etti. Kando bu sayfaların değerini bilebilirmiş. Yerini tarif etti, biz de amcam, babam ve oğulları şeklinde oraya yollandık.
Kando’nun dükkanı acaip bir mekandı. Öncelikle ne sattığı belli değildi. Bir tarafta bazı eski püskü alet edavat vardı. Bunlar pek işe yaracak cinsten değildi. Hatta bazıları paslı bile idi. Ortadaki bölümde bir camekan, camın altında da çoğu kararmış gümüş olan ziynet vardı. Bunların karşısında ise çuval çuval bakliyat vardı. O da bizi eli boş gördüğüne biraz şaşırdı. Bedeviler onun dükkanına geldiklerini genelde mallarla gelirlermiş. Biz sadece heybeden bir tomar sayfa çıkarmıştık.
‘Parşömen bunlar, dedi Kando. Eski çağlarda kağıttan önce, onun yerine kullanılırdı. Çok dayanıklıdır, öyle kağıt gibi yokolup gitmez.’
Konuşurken bir yandan da eline aldığı büyüteçle sayfaları inceliyordu:
‘Nerede bulduğunuzu söylediniz? Kumran’da bir mağarada mı? Çölün kuru havası bunları bozmamış. Eski bunlar. Ne kadar eski kestiremiyorum. Ama para eder’
Para ettiler. Kando Abdullah Amcama epey para verdi.
‘Artık bize bir ziyafet çekersin birader’ dedi babam. Ama amcam oralı bile olmadı.
‘Sermaye yapacağım.’
...
Yaptı da. Abdullah Amcam parayı yeni keçilere yatırdı. Artık otlattıklarımız arasında en çok onunkiler vardı. Hatta bu yüzden Edip artık sürünün sol yanına değil, ortasına bakıyordu. Ben de bundan çok haz etmeyince çobanlığı bıraktım; yerime kardeşim Ahmed Salih geldi. Babama yardım etmeye başladım; sürüyü de hiç aramadım.
...
Geçen hafta Edip bize uğradı.
‘Bugün otlaktaydık yine. Benim mağara var ya (Mağara birden bire onun oldu), etrafı çevrilmiş. Bizi yaklaştırmadılar.’
‘Kim yaklaştırmadı?’
‘Birileri jandarmayı tutmuş, kuş uçurtturmuyorlar’
‘Ee niye ki?’
‘Mağarayı kazıyorlar. Duydum ki benim sayfalar var ya? Çok daha da değerliymiş. Üzerindekiler Yahudilerin kitabındanmış.’
‘Biz bunu biliyorduk zaten’
‘Ama o kitabın en eski hali olduğunu söylüyorlar. Eldeki en eski kutsal kitaptan bin yıl daha öncesindenmişler.’
‘Desene en az bir otuz keçi daha alabilirdiniz’
‘Doğru valla. Babam işte, uzak görüşlü değil’