- 814 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MESUT ÖZÜNLÜ’NÜN “NİL’İN DİLİ, KAHİRE 1992, MISIR ANILARI” ADLI KİTABI ÜZERİNE BİR İNCELEME
Birinci baskısı 2000 yılında “Mısır Rüyası, Gördüklerim Düşündüklerim” başlığı ile yayımlanmış olan bu kitap, “Nil’in Dili, Kahire 1992, Mısır Anıları” adıyla Yade Yayıncılıktan Temmuz 2023’te ikinci basım olarak yeniden okurlarının karşısına çıkmış. Görece küçük (iki yüz on altı sayfa) ama içerik bakımından zengin olan kitabın gerek kapak dizaynı gerekse basım kalitesi oldukça yüksek.
Özünlü, Gazi Üniversitesi’nde 4 yıllık fakülte öğrenimini tamamladıktan sonra MEB’in bilgi ve görgüyü artırma amaçlı araştırma bursuyla Mısır’a gitmiş, Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde “dinleyici öğrenci” kimliğiyle bir ders yılı süresince öğrenim görmüş ve araştırma yapma imkânı elde etmiş. Ve bu sürecin sonunda, o dönemde ajandasına kısa kısa aldığı notları karşımıza bir kitap olarak çıkarmış. İyi de etmiş. Zira en çok merak edilen ülkelerden biri olan Mısır hakkında, hayal bile edilemeyecek özgün bilgilere ulaşmak bu kitapta mümkün hâle gelmiş. Adından da anlaşılacağı üzere Mısır’ı anlatan bu kitap, bir anı veya gezi türü olarak kendini çok rahat okutturuyor. Tabii bu başarıda, yazarın zengin kültürel donanımının ve her ne şart altında olursa olsun doğrudan şaşmayan vicdan terazisi ile tarafsız kaleminin payı büyük.
Yazar, öncelikle “Ön söz”de kitabın bildirisini anlaşılır bir şekilde, tertemiz bir dille okuyucuya sunuyor: Dahası yüksek bir tevazuyla “Beni bu kitabı yazmaya sevk eden en önemli nedenlerden biri, yeryüzünün hızla küreselleştiği, blokların yıkıldığı, duvarların darmadağın olduğu bir dönemde, hâlâ aralarında görünmeyen demirden perdelerin olduğuna inandığım bazı Orta Doğu ülkelerinin yanı sıra, bu ayrık kütlelerin en güçlü, en benzeşik ve en yakın iki üyesi konumunda bulunan Mısır Arap Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kardeş halklarını birbirleriyle daha yakından tanıştırmak ve kaynaştırmaktır.” diyerek kitabın yazılış amacı ve misyonu hakkında doyurucu bilgiler veriyor. Ve oldukça kapsamlı olan bu “Ön söz”de yazar, sadece kitabın yazılış sebeplerini açıklamakla yetinmiyor. Türk ve Mısır halklarının birbirlerine olan yakınlığının tarihle sınırlandırılmamasını, öz olarak birbirine çok benzeyen bu iki ulusun istikbalde de birbirleriyle yakınlaşması gerektiğini vurguluyor.
Gerek İslam Medeniyeti içerisinde gerekse Türk Dünyası dairesinde çok özel yerlere sahip olan Kahire ve İstanbul’u kardeş şehirler olarak niteleyen yazar, aynı zamanda Mısır’la Anadolu’yu bir annenin ikiz çocuklarına benzeterek esaslı bir eğretileme yapıyor. Kitabın ön sözünden anlaşılıyor ki, bu çalışmanın içeriğinde; Mısır’da bir yıla yakın kalmış ve o kültüre oldukça ilgi duymuş bir insanın -dahası bir yazarın- dikkatine takılan noktalar bir kuyumcu titizliği ile işlenecek... Filvaki yazar, daha kitabın ilk sayfasından başlayarak tatlı bir heyecanla okuru Mısır sokaklarında âdeta bir turist rehberi gibi gezdiriyor. Bu ülkeyi, özellikle Kahire’yi mimarisinden tutun da geleneksel kıyafetleri, yeme-içme kültürü, misafir ağırlama şekillerine varıncaya kadar en ince ayrıntısıyla belli bir düzene bağlı kalmadan, kendine mahsus o özgür üslubuyla tanıtıyor. Biz de bu kitabı okuduk, inceledik; önemli konuları, üst başlıklar hâlinde sıralamayı uygun bulduk.
Yazarın Mısır’a Topografik Bakışı
Mesut Özünlü, Nil’i ve Kahire’yi bize anlatırken âdeta bir şair gibi ince benzetmeler, ilginç metaforlar, özgün betimlemeler yapıyor. Mesela “Piramitleri; Dünyanın Annesi olarak anılan Kahire’nin, hikmet ve hendeseye susamış yeryüzü çocuklarını emzirmeye amade iki iri dik göğsüne, Zemâlik ve Ravda Adası’nı “8” gibi çevreleyen Nil’in iki kolunu kalbine ve kan dolaşımına, halka halka caddelerine geçen köprü ve üst geçitlerini de bileziklerine benzettiğini” ifade ediyor.
Bununla birlikte, zaman zaman bir şehir plancısı gibi Kahire hakkında topografik bilgiler de veriyor yazar. Tarihte birçok medeniyete beşiklik etmiş Mısır’ı ve onun kalbi sayılan Kahire’yi, dahası Mısırlıların deyişiyle “Dünyanın Annesi” denilen bu gizemli başkenti anlatırken bin bir renkli çarşıların, sokakların, caddelerin ve camilerin yanı sıra, Firavun Uygarlığının gizemli pencerelerini aralıyor bize. Bir yandan Kahire’nin kelime anlamını, inşa edildiği tarihe kadar detaylı bilgiler verirken bir yandan da şehrin dört bir köşesini okurun hayalinde rahatça canlandırabilmek için akıcı bir dil ve zengin betimleme yetisiyle metni bin bir renkli fırça darbesiyle âdeta Ahmet Haşim’in alacakaranlık şiirleri gibi büyülü bir tabloya dönüştürüyor. Şehrin yakınlarındaki piramitlerden tutun da Kahire’ye hayat veren Nil’de halktan bazı kişilerin balıkçılık yapmak için kayıklarını ev olarak kullanmalarına ve Nil üzerinde yer alan Ravda ile Zemalik adalarının Kahire’nin en lüks ve en gözde yerleşim yerleri olduğuna kadar, birçok konuda nokta atışı bilgiler veriyor. Ayrıca Kahire’de; Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın şehrin su kemerlerini yaptırırken taşlarını kullandığı, Yavuz Sultan Selim’in Kahire’yi fethi sırasında arkasından dolaştığı Mukattam Dağı adında meşhur bir dağın bulunduğunu; hatta piramitlerin büyük olasılıkla Asvan civarının yanı sıra bu dağın eteklerindeki taş ocaklarından çıkartılarak yapıldığını öğreniyoruz.
Yine yazarın kaleminin sürükleyiciliği bizi alıp Maâdi Semti’ne götürüyor, sanki onunla birlikte Maâdi Metro İstasyonu’na gidip metroya biniyor, kısa bir yolculuğun sonunda Tahrir Meydanı’nı geziyoruz. Daha sonra yazar, bizi Memfis bölgesine çekiyor, dünyanın yedi harikası içerisinde yer alan piramitler bölgesine doğru bir gezintiye çıkarıyor. Piramitler hakkında hemen herkes az çok bilgi sahibi olduğu için, bu konunun detaylarına girmiyoruz. Bu arada Mısır’ın büyük şehirlerinden, 18. yüzyılın ortalarında Hidiv İsmail Paşa tarafından kurulan ve Paşa’nın adını taşıyan, çölle yeşilin iç içe olduğu İsmailiye kentini de unutmuyor yazar. Dahası yazarın bir gezgin, tarihçi ve edebiyatçı bilinciyle kaleme aldığı bu metinleri okudukça, söz konusu eserin kuru bir gezi kitabı değil; yukarıda bahsettiğimiz bilgi ve birikimlerle iç içe, oldukça zengin, dolu ve muhtevalı metinler dizini olduğunu fark ediyoruz. Bu özellik, Mesut Özünlü’nün yazdıklarının, sıradan bir gezi yazısının ötesinde; medeniyet, din, felsefe, coğrafya, tarih ve sosyolojiyle beslenmiş, sıra dışı, nev-i şahsına münhasır yeni bir yazı türünün örnekleri olduğu sonucuna götürüyor. Bununla birlikte yazarın, metinlerinde zaman zaman deneme tadında kendi görüşlerine de yer verdiği dikkatlerden kaçmıyor.
Mısır Tarihine Kısa Bir Bakış
Mesut Özünlü, kitabında her ne kadar açıkça zikretmese de, Mısır kültürünün, Arap kültür dairesinin dışında, daha ziyade Osmanlı-Türk medeniyetiyle aynilik gösterdiğini vurguluyor. Bu benzerliklerin ana sebebi, sanılanın aksine her iki halkın da aynı dine mensup olması değil; Mısır’ı neredeyse son bin yıldır Türk asıllı ulusların yönetmesidir. Özellikle Kavalalı Mehmet Ali Paşa yönetimiyle başlayan ülkedeki Türk ağırlığının, günümüzde dahi geçerliliğini sürdürdüğü söylenebilir. Dolayısıyla bu topraklarda yüzyıllarca yönetici sınıfında bulunan Türkler, toplumsal hayatın da örnek özneleri olduğu için, aslen Kıpti olan ve zamanla Araplaştırılmış bir halkın, o bilindik Arap mağrurluğundan uzaklaşıp tevazu sahibi olan Türkleri örnek alması şaşırtıcı değildir. Çünkü Türkler hiçbir zaman maiyetindeki ulusları aşağılamamış, onları ötekileştirmemiştir.
Mısır’da İçtimai Hayat
Yazarın Mısır toplumu hakkında ilginç gözlemleri var: Her şeyden önce Mısır; barışsever, pozitif ve ılımlı bir halka sahiptir. Dolayısıyla bu halk, Afrikalı oluşun verdiği neşe ve eğlence meyliyle, Arap sertlik ve haşinliğinden ayrılır. Bu nedenle kavgayı pek sevmez Mısır insanı. (Gerçi Arap-İsrail savaşları söz konusu olduğunda, “Mısırsız savaş, Suriye’siz barış olmaz” gibi anonim bir deyiş varsa da; bu durumu, siyasilerin dünya konjonktürüne uyma zorunluluğu ile ilişkilendirmek gerekir.) Elbette dünyanın diğer halklarında olduğu gibi Mısır toplumunda da gündelik hayatın akışında birtakım anlaşmazlıklar da hiç yaşanmıyor değildir. Nadiren de olsa sokakta böylesi tatsız bir olay yaşandığında orada bulunan akil insanlar hemen araya girerler; “Kavgayı bırakın da barış ve sevginin gerçek mimarı olan, Allah’ın elçisi Muhammed’i yücelterek anın!” anlamına gelen “Sallû ale’n-nebiy!” ibaresiyle kavga eden tarafları ayırır, kardeşlik ve barış içerisinde kalmalarına vesile olurlar. En nihayet iki taraf da salavat getirerek sulh olur, ardından birbirlerinden helâllik diledikten sonra her şey normale döner.
Bilindiği gibi Mısır, dünyaya yüz yılda bir gelen seslerden şarkıcı Ümmü Gülsüm’ün de ana vatanıdır. Hatta halk bu büyük sanatçının aziz hatırasını yaşatmak için hemen her perşembe bir araya gelip onun şarkılarını çalıp söyler. Dolayısıyla Mısır sokaklarında müzik, insanların olmazsa olmazlarındandır. Gün boyu Kahire sokaklarında ezan ve Kur’an seslerinin yanı sıra; yanık ezgiler, içli ilahiler duyulur. Özellikle namaz saatlerinde sokaklar, caddeler, mahalleler, bülbül sesli müezzinlerin okudukları Kur’an-ı Kerim nağmeleriyle yankılanır. Hatta Mısır halkı ve yönetimleri, Kur’an tilavetine o kadar önem verir ki, her yıl dünya çapında “En güzel Kur’an-ı Kerim okuma yarışması” düzenler. Elbette İslam dini bu güzide ülkede de en yüce değer kabul edilir ve ülke her ne kadar laik bir yönetimi benimsemişse de dinî motivasyonlar ve törenler halk arasında yüksek kabul görür.
Bu arada yazar, Kahire’de Ezher Üniversitesini de ziyaret eder. Nobel Edebiyat Ödülünü alan Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un “Midak Sokağı” adlı romanında en güzel şekilde ifadesini bulan “Mısır halkının sokak yaşamı”nı âdeta bir ironiler bütünü olarak daha yakından görme imkânı bulur. Bir yanda takva ehli dindar esnaf, diğer yanda da dilenciler, kumarbazlar ve ayyaşlar aynı sokakta birbirlerini rahatsız etmeden yaşayıp giderler. Yazar da kitabın muhtelif yerlerinde Mısırdaki bu yaşam sahnelerinden yer yer örnekler verir. Belki de Mısır’da yazarı büyüleyen de bu dingin yaşam şeklidir. Zira hemen bütün Arap ülkelerinde görülen, başka bir ulusun egemenliği altında uzun yıllar bulunmanın getirdiği edilgen yaşam şekli, Mısır’da da ziyadesiyle mevcuttur. Bu ezilmişlikten gelen asker ve polis korkusunu, ülkeleri egemenlik kazanmış olmasına karşın, hâlâ üzerinden bir türlü atamamıştır halk. Bu cümleden olarak Arap ülkelerinde güç kimdeyse o sevilir, desteklenir, alkışlanır. Siyasi tarihleri darbe ve siyasi oyunlarla dolu olan bu coğrafyada halkın askerî idareye direnişi yok denecek kadar azdır. Bu halklar için varsa yoksa Fransızların “carpe diem” dedikleri “an’ı yaşama” arzusudur. İdareciler yeter ki halkın özgür yaşantısına, sokaklar boyu uzayan masalarda çay, kahve ve nargile eşliğinde gürültülü sohbetlerine müdahale etmesin. Onlar kaderci bir teslimiyetle yoksunluklarını da yüksünmezler. Hem dini en ince ayrıntısına kadar öğrenmek ister hem de hayatı tüm zevkleriyle yaşamak isterler. Mısırlıların özellikle bu nevi davranışları Osmanlı-Türk egemenliğinden kalma bir hoşgörünün tezahürü olsa gerek.
Mesut Özünlü bu eserinde, yukarıda anlattığımız yaşam biçimlerinden onlarca örnek veriyor: Mısır’a ait meşhur “ful” yemeğinden tutun da geleneksel erkek kıyafeti “cellabiye”ye; hatta düğün, taziye ve açılış merasimi gibi törenlerde kullanılan kırmızı-lacivert renkli çadır motiflerine varıncaya kadar; çok sayıda geleneksel âdetler, araç ve gereçler hakkında ince detaylardan söz ediyor. Yazara göre, Mısır’ı diğer ülkelerden ayıran en önemli fark; Mısır’ın, belki Anadolu’dan daha fazla Osmanlı yaşam biçimini içselleştirmiş olmasıdır. Zira bir sokakta yan yana bir Hıristiyan, bir Müslüman, bir Yahudi, Kıpti veya Çingene barış içinde yaşar bu topraklarda. Buradaki gerçek egemen, ortak dil olan Arapçadır.
Yazarın bakış açısına göre, yüzyıllardır değişik ulusların egemenliğinde yaşayan Mısır halkı, binlerce yıllık bir medeniyetin varisleri olarak dünya insanlık ailesi içinde hoşgörünün de timsali olmuştur. Onlarca farklı ve kimi vahşi yönetimler altında bile Mısır halkı barışçıl ruhunu kaybetmemiştir. Yazar, Mısır’a ait bu hasletleri kitabında en güzel şekilde dile getirmiştir. Günümüzde Orta Doğu halklarını toptancı bir bakış açısıyla terörle ilişkilendirmeye çalışan birtakım odaklara, Mısır’ın bu barışçıl ruhu tokat gibi bir cevaptır aslında.
Kitabın Üslup Özellikleri
Mesut Özünlü, ilk gençliğinden başlayarak okuduğu dinî ve Arapça ağırlıklı okullardan edindiği zengin kelime dağarcığına ve dinî terimlere olan vukufiyetine karşın, güzel Türkçemizin hakkını vermek, belki ona olan vefa borcunu ödemek adına, oldukça sade bir yazı dili oluşturmuş. Dolayısıyla yazar, bu kitapta kimi zaman uzak Arap coğrafyalarında sürgündeki Refik Halit olup “Gurbet Hikâyeleri” anlatıyor; kimi zaman eski İstanbul’da Ahmet Rasim olup lezzetli “fıkralar” kaleme alıyor. Kitap âdeta baştan sona efsunlu bir Casablanca filmi gibi, her sayfasında okuru heyecan içinde bırakıyor. İnsan, bu gizemli atmosferde kendi kendine “Bir daha çal Sam…” diye mırıldansa yeridir. Hâsılı bir anı kitabının, böylesine dolu bir içeriğe ve tertemiz bir üsluba sahip olması pek rastlanan bir durum değildir. En güzel örneklerini Tanpınar’ın “Beş Şehir” adlı deneme kitabında ve Ahmet Haşim’in “Frankfurt Seyahatnamesi” adlı eserinde okumuş olduğumuz o mistik ve artistik üslup, Mesut Özünlü’nün yazılarına sinmiş gibidir.
Yazar, beş bölüme ayırdığı kitabını değişik başlıklar hâlinde sunuyor. Özellikle bir cümle tercihi yok; gerektiği yerde uzun, gerektiği yerde kısa cümleler kullanıyor. Bu karışık anlatım, kendi içinde âdeta doğal bir müzikalite yaratıyor. Yazarın ilahi ve Kur’an tilavetine olan duyarlı müzik kulağı, ona farkında olmadan ses armonisi yüksek metinler yazma yetisi kazandırmış sanki. Zaten genel olarak da hitabet gücü yüksek insanların konuşmalarında dile takılan, telaffuzu zor kelimeler bulunmaz. Hatta bu kişiler, farkında olmadan metinlerinde düzyazı uyağı olan “seciler” de kullanırlar. Özünlü, bu gelenekten gelen bir yazar olarak metinlerinde bu yeteneğini başarıyla kullanıyor.
Mesut Özünlü’yü bu güzel eseri kaleme aldığı için tebrik ediyorum. Daha nice kitaplarda karşılaşmayı diliyorum. Kalemi daim olsun.
Samle ÇAĞLA
Edebiyatçı-Sosyolog
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.