- 264 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Türkan Vardı Bir De Mustafa
Bir Türkan Vardı Bir De Mustafa
Tarlada çapada veya oraktaysa iple çektiği akşamı zor getirirdi. Çalışma bitip paydos edildiğinde çapayı veya kavramayı kaptığı gibi kimseyi beklemeden, yorgunum bile demeden köye doğru koş ederdi. Önce çeşmeden bir kova su alıp evin taş merdivenine çöker; ayaklarını dizlerine, ellerini dirseklerine kadar yıkayıp kiri tozu defederdi. Sonra kirli giysilerden kurtulup başını yıkar, dişlerini fırçalar, temiz urbalarını giyinip bir de kolonya ile kokulanınca akşam piyasasını yakalamak için köy içine yollanırdı...
Bugün çapa yapmamış, kavrama sallamamış, soğuk tere sıcak toz yapışmamıştı ama olsun; gene elli sene öncesinin aynısını yaptı. Bunu neden yaptığını bilemese de elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı, tertemiz adamlıklarını giyinip kuşandı, kolonya ile kokulanıp elleri ceplerinde yamaç aşağı köy içine yollandı. Demir kurnası vanasız çeşme yanından, sallanıp gıcırdayan ağaç köprüden geçip meydana vardı. Oradaki sağlı sollu iki kahveye de sapmadı. Hatta başını çevirip bakmadı. Kahveci Azmi, kazık sıçanı gibi dikilip, "Bi kahveye sapmadın, bi çayımı içmedin be dayım oğlu! Bi kişiyle iki kelam etmedin, iki kağıt beli bükmedin. O evde Kukumav kuşu gibi yalnız başına nasıl yaşarsın bilmem ki!" derse ve o da ona; "kahveye çıkacak olsaydım binbir kahveli şehri bırakıp köye gelmezdim. Üç beş boşboğazla vakit öldürecek olsaydım yüzlercesini şehirde bırakıp köye gelmezdim..." gibi laflar etmek zorunda kalacaktı ki buna hiç tahammülü yoktu...
Sınırsız özgürlük yoktur Azmi! Senin özgürlüğün benim özgürlük sınırımda biter. Şehir denen yerde insan çok, özgürlük azdır. Oradaki özgürlük alanı çok dar. Dar alan insanı sıkar. Ben kırk sene sonra neden köye döndüm sanıyorsun? Çünkü köyde insan az ama özgürlük çok. Sınırlar gene vardır ama ufuk çizgisi kadar, çok geniş. Geniş alan insanı rahatlatır. Yalan mı Azmicim! Bunları sana kaç kez anlattım. Ben anlattım anlattım, sen anlamadın anlamadın! Ne kalın kafalısın ulan! Baban Nuri enişte duysa bu dediklerimi kızar, kalkıp mezarından çıkar. Yeter, sus artık! Hem benim kedim var, köpeğim var. Pır pır uçan, ötüp şakıyan kuşlarım var. Bak, sınırları geçip onların alanlarına rahatlıkla girebiliyorsun. "Höşt ulan, çek elini ayağını" demiyorlar, gidip mahkemeye filan da vermiyorlar...
Kukumav kuşu gibiymişim, yalnız tek başıma... Lafa bak! Yengen, "sen köye gidersen ben gelmem." demedi mi? Dedi. Kendisine "gel" demedim mi? Dedim. "Gelmem." dedi. "Gel be gülüm ne olacak; eskisi gibi çapaya, orağa gitmeyeceksin ki! Hayvan yok; boka sidiğe girmeyeceksin ki! Ateş yakıp ekmek de pişirmeyecek, bakracı omuzlayıp suya da gitmeyeceksin." Ama gelmedi. Gelmediyse gelmedi; saçından tutup sürüklese miydim? Ama görüyorsundur, herkesler de görüyordur; temelli olmasa da ara sıra geliyor. Çocuklar, gelinler, torunlar da geliyor; öyle hepten yalnız değilim. Hem yalnızlık bazen iyidir be Azmi! İnsan kendiyle baş başa kalınca düşünür. Düşünmek iyidir, beyni geliştirir.
"Yapma be dayım oğlu! Senin halan /düşünen adam/ heykelli hastanede kimsesizler gibi tek başına ölmedi mi? Hem de veremden ölmüş, işe bak! Sonra kimsesizler mezarlığına gömülmedi mi? Köye ölüsü bile gelmemiş. Öyle çok çok düşünen insan sonunda kafayı yer, bunun neresi iyi?"
Böyle içinden Azmi’yle konuşarak beş basamaklı taş merdiveni çıkıp Cami avlusuna girdi Dört köşeli ezan taşı, demir kurnalı çeşme, ağaçları eskimiş gıcırdayan köprü, iki kahve gibi o da eskisinin aynısıydı. Eskiden olduğu gibi çöküp taşın üstüne oturdu, bir de sigara yaktı. Cami dokuz yüz elli yedi senesinde yapılmış. Yaşıttılar yani, nedense buna sevindi. Taş duvarlı Camiyi zamanında kim yaptıysa yapmış ama minaresi yoktu. Eğriormanlı Aliço hoca eşeğine binip gelir, Cuma Salasını, sonra öğle ezanını Habeşli Bilal gibi bu taşın üzerinden okurdu. Beş vakit ezan yok, beş vakit namaz yoktu. Caminin minaresi yoktu. Bu yüzden ötekiler bu köye ve bu köylülere Kızılbaş deyip aşağılar, horlarlardı. Çocukken bu ezilmişliğin sıkıntısını kendi iç dünyasında çok yaşamıştı...
İkisi sevgili olduklarında kendisi on üç, Türkan da on dört yaşındaydı. Bir seferinde Türkan; "Karı kocadan büyükse zengin olurlarmış." demişti de pek bir şey anlayamamıştı. Zenginlik nedir bilmiyordu ki! Önce mektuplaşmışlardı. Posta kutuları birlikte belirledikleri yassı bir taşın altıydı. On beş tatillerde, okulsuz yaz günlerinde mektuplar oraya konulur, oradan alınırdı. Okul günlerinde birbirlerinden uzak kaldıklarında postacıları Türkan’ın aretlik arkadaşı Gülsarı’ydı. Mektupları köyden kasabaya, kasabadan köye o taşırdı. Sonra buluşmalar başlamıştı. Gündüzleri şosenin altındaki köprü alçağında, Duapınar yanındaki bostanda, üzüm zamanı Güneydeki bağlıkta, geceleriyse saçak altında, boş samanlıkta, hayvansız ahırda hep buluştular.
Önceleri bol bol konuştular, sonrasında doya doya öpüşüp koklaştılar. Kumrular gibi dudak dudağa öpüşmeyi Mustafa sinemada görüp öğrenmişti ama Türkan bilmiyordu. İlk seferinde yadırgamıştı ama sonra hoşuna gitmiş, o da öpüşmeyi o şekilde pratik yaparak Mustafa’dan öğrenmişti...
Akşam olurken gün batmazdan önce köyün bütün kızları omzunda bakraç, elinde güğüm, kolunda testi; çeşmeye su almaya gelirlerdi. Delikanlı erkekler de yollarda volta atıp gezerlerdi. Hem birbirleriyle konuşup dedikodu ederler, hem de uzaktan olsa bile sevdikleriyle göz göze gelirlerdi. Akşam piyasası denilen şey buydu...
İşte elli sene öncesi gibi gelip ezan taşına oturmuştu ama görünürde omzu bakraçlı, eli güğüm, kolu testili kızlar yoktu. Galiba bu sefer geç kalmış, akşam piyasası dağılmış. Oysa sevdiği kız Türkan, o zaman buradan en az üç kere geçerdi. Her seferinde bakışırlar, birbirlerine sevda yüklü gülücükler yollarlardı. Gün batıp karanlık olunca buluşacaklar, hem konuşup hem öpüşüp koklaşacaklar ama olsun, bu bakışmalar yemekten önceki aperatif gibiydi...
Gün batmıştı ama karanlık değildi. Gökte ay vardı ve her yer gündüz gibiydi. Köpekler ürmez, gece kuşları ötmez olmuş. Bütün yıldızlar yere inmiş, ateş çakan böcekleri gibi uçuşup gezmekteydi. Türkanların iki odalı küçük evi elli sene öncesindeki gibi gene aynı yerde, gene aynı şekildeydi. İki gaz lambası yanmış, iki camdan sızan turuncu ışıklar ev önlerinde gene şavkımaktaydı. O anda aklına geldi; demek ki, ayaklarını dizlerine kadar, ellerini dirseklerine kadar bu yüzden yıkamış. Saçsız başını bu yüzden sabunlamış, dişlerini fırçalamış, bayramlıklarını giyinip kolanyalanmış; demek ki, onbeşliler gibi bu yüzden buraya yollanmış. Şimdi on beş değil, yaşı altmış beş ama bunu bilmiyordu ki! Aynaya en son ne zaman baktı; onu da bilmiyordu...
Ezan taşından kalktı. Beş merdiveni adımlamadı, altmış beş değil de on beşindeymiş gibi taş duvardan yola atladı. Ne dizi, ne beli; hiçbir yeri sızlamadı. Buna şaşırmadı. Yolu karşıya geçip Türkanların eve giden düz avluyu arşınlarken birden durdu. Her şey elli sene öncesinin aynısıydı. Gündüz kırlarda otlayıp doyunmuş sığırlar sığır avlusuna yatmış, sakız çiğneyip uyumakta, eski samanlık yıkılmamış, hala ayaktaydı.
Bir keresinde buluşup konuşmuşlar, ayrılacaklardı ama ayrılamıyorlardı. O gece de tıpkı bu geceki gibi ay aydınlığı vardı. Kenetlenmiş elleriyle ip çekmece oynar gibi biraz ileriye, biraz geriye gidip gelerek sürüklenip duruyor, "iyi geceler" deyip bir türlü kopamıyorlardı. Suçüstü yakalanmaktan da korkmuyorlardı. Sonra," gitme" demişti Türkan. "Gel. Gireyim leğene, yıkanayım. Sen tas tas su dök, sırtımı sabunla, ov, kesele. Orak biçerken kir toz içinde kalmışım. Ekşi ekşi ter kokusu... Burnun mu tıkalı senin? Duymuyon mu hiç..." demişti de şaka sanmıştı. Şaka canım, şaka! Olacak iş mi bu?
Gitmemişti tabii... Türkan’ın çıplak bedenine tas tas su dökmemiş, sırtını ovalayıp kirden arın etmemişti. Aslında korkmuştu. Oysa hiç çekinmeden dudaklarından öpüyor, sutyensiz memelerini okşayıp seviyor, bazen huysuz eli kızın don lastiğine bile gidiyordu. O zaman; "Hoop!" diyordu Türkan. "Belden yukarısı serbest ama aşağısı yasak!"
Bir keresinde karar vermişti; öpmenin, okşamanın, sarılmanın ötesine gidecekti. Götürdü kızı, yaslanın içine devirdi. Tutup don lastiğini indirdi. Kız, kavrayıp donu yerine çekti. "Ne yapıyon sen! Delirdin mi?" dedi. Dikleşti ama sinirlenmedi.
"Olsun kız!" dedi ona. "Ne olacak ki! Ha bugün, ha yarın. Nasıl olsa evlenecek değil miyiz?"
"Olsun. Ama bu gece olmaz. Yarın akşama... Ben yıkanıp paklanıp temizleneyim. Yanımda kar beyazı bir mendil getireyim. Gerdek gececi kapıda bekleyen yengeler kanlı bez istediklerinde ne derim ben. Sen ne dersin sizinkilere. Yarın akşama. Tamamı Mustafa?"
Yarın akşam olmuştu ama o iş olmamıştı. Kızlığını gerdek gecesine saklayan Türkan bu işten caymış, hatta yanına bile yaklaşmayıp uzak uzak kalmıştı...
Aklına bütün bunlar düşünce yüzüne tatlı hoş bir gülümseme geldi. Öyle kendi kendine gülümserken eski ay şavuklu gecelerde olduğu gibi ayakları onu ev arkasındaki erik ağacının aylı gölgesine götürdü. Orada durdu. Gözleri ağacın dibindeki posta kutuları olan o yassı taşı aradı. Oradaydı. Eskisi gibi aynı durumdaydı. Onca yıldır kimseler gelip şeklini bozmamış, ya da kaldırıp atmamış. Başına gelip eğildi, nazikçe kaldırıp altına baktı. Şeffaf ince bir naylona sarılı ince bir paket vardı. Paketi açıp baktı. İçinde yazılar olan çizgili bir defter kağıdı vardı. Bu bir mektup! Türkan’ın kendisine yazmış olduğu son mektup olmalıydı. Onu alıp avucunu sıkıca kapatınca içi burkularak küçük evin kuru dere yatağına bakan tarafına dolandı. Duvarda asılı gaz lambasından sızan turuncu ışık perdesiz camdan dışarıya akıyordu. Başını uzatıp baktı. Orada Türkan vardı. Karyolaya oturup sırtını duvara dayamış, diktiği dizlerini elleriyle bağlamış, öyle donuk gözlerle kireç boyalı karşı duvara bakıyordu. Mustafa, bir süre öyle kalıp onu seyretti. Onu ayrıldıkları günden bugüne bir daha hiç görmemişti. Sanki on altı yaşında gibi değildi. Sanki altmış altı yaşındaymış gibi de değildi. Türkan, kendisi gün gibi açık cama dikilmişken onu görmüyordu. Ayaklarının ezdiği kuru otlar, ince dallar çıtırtılı sesler çıkarırken onları duymuyordu. Bunca yıldan sonra kör ve sağır mı olmuştu acaba? Ya da hem görüyor, hem duyuyor ama üç maymundan ikisini mi oynuyordu! Açık alçak camı apışlayıp tereddütsüz içeriye girdi. Türkan, hep aynısıydı. Karyolaya çıkıp yanına oturdu, onun gibi sırtını duvara dayadı, onun gibi diktiği dizlerini elleriyle bağladı. Ellerini bağlarken posta kutusundan aldığı son mektup önüne düştü. İşte o zaman Türkan onu gördü. Bakışları bir mektuba, bir de Mustafa’ya aktı. Çıkmayan kısık sesiyle; "Sonunda..." diye mırıldandı. "Okudun mu?"
Mustafa, başını attı. "Yeni buldum." dedi. "Az önce, çok yeni..."
Türkan:
"Sonunda ..." dedi yeniden. "Buldun..."
Mustafa:
"Buldum." dedi. "Sonunda... Hem son mektubunu, hem de Sonbaharında seni..."
O zaman Türkan hafifçe yanlayıp başını Mustafa’nın omzuna dayarken ona iyice yaslandı. Hiç kimseden hiçbir şekilde korkmuyor gibiydi. Sanki Mustafa da öyleydi. Kendi kendisine sormadan edemedi; kocası acaba burada mıydı? Ya da getirip bırakmış, sonra çekip gitmiş miydi? Bu işin şakası yok!
"Sen beni bıraktın..." dedi Türkan.
Mustafa:
"Sen de beni aldattın..." dedi.
"Aldatmadım."
"Ben okuldayken başkasına baktın."
"Bakmadım."
"Hafiye gözcüler görmüş, bana söylediler."
"Yalan söylemişler."
"Yalan mı?"
"Yalan! Aşkımızı kıskanmışlar. Fesatlık yapmışlar. Çekememişler. Kavuşmamızı değil ayrılmamızı istemişler..."
"Ama bunu kendin itiraf etmiştin. Hataydı, yanlıştı, bir kerecik oldu bir daha asla demiş özür dilemiştin... Ben aldatılmayı kabul edemedim Türkan! Hal öyleyken affedemedim. Seni bıraktım. Ama çok ağladım. Sonra yüreğime taş bastım. Öyle sandım ama içim hep kanadı, seni hiç unutamadım. On yıl boyunca rüyalarımı hep seninle yaşadım. Sonra zaman aktı gitti ister istemez. Ve yaşlandım..."
Burada Türkan, omzuna yasladığı başını kaldırıp hıçkırıklarla sesi çıktığı kadar ağlamaya başladı. Onu duyan öte evdekiler telaşlandı. Birbirine karışan bazı sesler yükseldi. Kapı kolu kıpırdayıp oynayınca telaşa kapılan Mustafa, girdiği camdan atlayıp kaçtı. Arka bahçeyi geçti, dikenli çiti ezdi ve Atiye Nenelerin avlusuna erdi. Oradan şoseye giden yola çıkacak, hiçbir şey olmamış gibi meydana doğru yürüyüp gidecekti ama aklına mektup geldi. Ceviz ağacının aylı gölgesinde durdu. Durdu ama yapacak bir şey yok, geri dönemezdi ki! Yazık dedi içinden. "Bulduk ama okuyamadık. Türkan o son mektubuna neleri yazmıştı acaba!" derken bakınca yolda iki kişinin olduğunu gördü. Yan yana olmuşlar, konuşarak Batı Sokağından şoseye doğru yürürlerken vukuat işlemiş birini görmüşlermiş gibi orada durdular. Onlara görünmemek için olduğu gölge koyuluk yerde çöktü ama çoktan görünmüştü. Onları ay aydınlığında tanıdı. Bunları birisi Nadir Kızılcık, birisi de Tatar Zeynel’di. İkisi de ta elli sene öncesinin çocukluk arkadaşlarıydı. Okul için gittiğinde, "Bakın, gece gündüz takip edin, ben yokken başkasına bakacak mı? Öyle bir şey olursa beni haberdar edin." diye Türkan’ı onlara teslim ederdi. Gözü başkasına bakarsa kör olsun. Dili başkasıyla konuşursa lal olsun. Eli başka bir eli tutarsa çolak olsun...Türkan; ruhu, bedeni, her şeyi ile tek kendisinindir, başka birinin varlığı asla kabul edilmezdi...
Biraz sonra da köy meydanı hareketlendi. Kalabalık oluşmuş, öyle uğultu gibi insan sesleri geliyordu. Bunlar arasından sıyrılıp gelen ayrı bir ses vardı ki, o biraz bulanık olsa da anlaşılabiliyordu. O, Meyremşe kadının sesiydi. "Kime gitmiş, kime gitmiş? Irz düşmanı! Kimin kapısına dayanmış, kimin camına yaslanmış?" Köyde dul kalmış iki genç kadın vardı. "Ümran’a mı, Seval’e mi?"
Çocukluk arkadaşım dediği Kızılcık, elini kalabalığa doğru kaldırıp bağırdı; "Burda burda! Atiye Nenenin avlusunda!"
Mustafa, arkadaşım dediği bu Kızılcığın ispiyonculuğuna bozuldu. En çok da cazgır kadın Meryemşe’nin gecenin sessizliğinde ta kulağına kadar gelen "Irz düşmanı." diye haykırışına bozuldu.
Altta kaldım diye üzülme, üste çıktım diye sevinme! Kırkpınar meydanı mı burası be kadın! Burası köy meydanı! Altta kalan kim, üste çıkan kim?
Başka çare yok, kaçmalıydı. Çocukluk arkadaşları bile düşman tavırlar içindeyken bu galeyana gelmiş kalabalık insana ne yapmaz.
Geriye dönüp dikenli avludan atladı. Kuru dere yatağındaki kurumuş ısırganlar, dikenli böğürtlen ve pıtraklı otlar arasından karşı yakaya geçti. Patikayı dere boyunca hızlı adımlarla aşağılara doğru yürüdü. O, kaçarca giderken iki çocukluk arkadaşı da peşindeydi. Ama yakalamak için koşmuyor, sadece takip ediyorlardı sanki. Nakiye’nin kolibasından sonra kuru dere üzerindeki ağaç köprüden geçip Güney Mahallesi Sokağına geldiğinde durdu. Oradan köy meydanına bakınca gözlerine inanamadı. Meydan Mahşer Yeri gibiydi...
Oysa kurumuş dere yatağından gizlenerek yürüyüp köy dışına çıkacak, sonra dolanıp bahçeleri geçerek evine gelip ışıkları söndürerek saklanacaktı ama ayakları aldı onu meydana götürdü...
Haberi alan meraklı kadınlar, kızlar ve çocuklar, ihtiyar neneler, dedeler evlerinden çıkıp gelmiş. Kahvedeki adamlar, çay bardaklarını, iskambil kağıtlarını masalarda bırakıp gelmiş. Cevat’ın izbesindeki içkiciler bira şişelerini ellerine alıp gelmiş. Cümbür cemaat bütün köylü oradaydı. Her ne zaman, ne yandan gelmişlerse peşindeki Kızılcıkla Tatar da oradaydı. Durmadan konuşan kalabalık, ırz düşmanı denilen kişinin Mustafa olduğunu görünce şaşırıp suspus oldu. İnanamamışlar, ya da inanmak istememişlerdi sanki. Mustafa gibi yaşlı başlı bir adam! Hem de namuslu, ahlaklı, saygıdeğer olarak bilinen bir adam... Olamaz!
Türkan’ın erkek kardeşi esnaf Seyit de oradaydı. O, herkesin aksine çok sinirliydi. Elindeki helva bıçağını Mustafa’ya doğru sallayıp; "Ulan ırz düşmanı! Ulan utanmaz! Namussuz, ahlaksız!" diye bağırıyordu. "Ulan şimdi senin karnını deşmez miyim! Ulan senin boynunu kesmez miyim!"
Herkes, ağzına sakız yapmış, boyuna "ırz düşmanı" diyor, kimsenin aklına "gönül hırsızı" olabileceği gelmiyordu.
"Irz düşmanı yok Seyit kardeş, ırz düşmanı yok! Öyle bir şey yok!"
"Ulan ne işin vardı gece vakti hanemizde? Haneye tecavüz namus değil mi? Ne işin vardı gelip hanemize sığınmış zavallı bir kadının peşinde, kadına tecavüz namus değil mi? Ulan bu namusu temizlemek benim boynumun borcu değil mi?"
"Sen sus!" diye bağırdı Emiş kadın. "O elindekini de bırak! Katil mi olacaksın? Yok yere hapsi mi boylayacaksın? O zaman ne olacak senin hanen? Çocukların ne olacak, karın ne olacak? Hem sana ne ablanın namusundan! Varsaydı bir namussuzluğu, gitsin kocası temizlesin. Seneler önce çıkmış sizden, gitmiş. Evlenmiş birisiyle, soyadını bile değiştirmiş. Sana ne!"
"Ne diyorsun Emiş abla, o hiç evlenmedi ki! Bu soysuz Mustafa bırakıp gitti de hep gelecek diye onu bekledi. Bekleye bekleye kafayı yedi. Ne diyorsun sen? Onu öldürmek farzdır bana. Şarttır yani..."
Eli bıçaklı Seyit saldırdı, öteki karnını deştirmemek, boynunu kestirmemek için kendini savundu. Böylece boğuşma başladı. Toz duman içinde süren kavgaya kimse karışmıyor, kimse ayırmaya çalışmıyordu. Eski dostlar Kızılcıkla Tosun bile kılını kıpırdatmayıp öylece seyrediyordu.
Bir süre sonra Seyit, ellerini karnına götürüp iki büklüm oldu, sonra da yanlamasına yatıp yere yığıldı. Savurup salladığı bıçağı kendisi kendi karnına yemişti.
Öylece kıpırtısız kalınca kalabalıktaki kapalı suskun ağızlardan "öldü" mırıltısı çıktı. Namus temizleyicisi Seyit, yere yığılıp ölünce korktular. Ödü boluna karışan kadınlar, kızlar ve çocuklar, nene ve dedeler kuyrukları kısıp evlerine kaçtı. Adamlar kahveye, içkiciler de ekşi kokulu izbeye kaçtı. Herkes tırsıp kaçınca, Mustafa da ölü Seyit’le baş başa kalınca ne yapacağını şaşırdı. Sonra ayakları onu bilinçsizce Batı Sokağından şose tarafına taşırken ay ışığında ellerine baktı ama kan yoktu. Şose yolda başı uğuldayarak Bulgaristan yönüne doğru aklını yitirmişçe yürüdü...
O şekilde ne kadar gitti, nereye kadar gitti bilmiyor; kendisini köy odasının kapısında bulduğunda şafak söküyordu. Onu sabahın bu erken saatinde kapıda gören genç muhtar, biraz şaşırdı.
"Günaydın Mustafa abi!" dedi. "Hayırdır sabahın erkeninde?"
Mustafa:
"Ben katil oldum." dedi.
Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!
"Katil mi?"
"Ben akşam birini öldürdüm. Ama isteyerek değil. Elinde bıçak olan oydu. Bana saldırıp kavga çıkaran da oydu. "
"Akşam mı?"
"Sen şimdi ara Jandarma gelsin. Hemen. Benin bir suçum yok ki! Bütün köylü oradaydı, hepsi de şahittir. Herkes oradayken, köy kalkıp koparken sen yok muydun?"
"Ben kasabadaydım Mustafa abi! Şu köyün su işini halledemedik gitti bir türlü! Onunla uğraştım. Akşam da toplantı yemeği vardı, geç geldim. Sen ciddi misin Mustafa abi! Sabah sabah şaka yapmıyorsun değil mi? Hem kimi öldürdün durup dururken?"
"Seyit’i. Esnaf Seyit’i. Kahveden helva bıçağını kapıp gelmiş. Sorup sual etmeden, ne oldu ne bitti demeden ırz düşmanı deyip saldırdı. Ben kendimi savundum. Bir süre boğuştuk. Sonra kendi bıçağı kendi karnına saplandı. Sen şimdi Jandarmayı çağır. Hemen. Onca insan şahitken ben kendimi anlatırım..."
"Abi Seyit’i az önce gördüm ben. Kahveyi açmış, kazanı yakmış çay demliyordu. Hem de konuştuk bile. Sen rüya mı gördün acaba?"
"Ölmemiş mi?"
"Ne ölmesi abi, adam turp gibi..."
"Ölmemiş... Turp gibi... Ama karnından saplamıştı kendi kendisini. Düştü yere, iki büklüm... Ben öldü sandım. Herkes de öyle sandı. Kısıp kuyruğu korkudan hepsi de kaçtı. Ben de öyle bırakıp onu..."
"Yok abi, öyle bir şey yok! Senin bir yanlışın var. Gel çıkalım şimdi. Benim de işim bitti. Çay demlenmiştir. İçeriz. Sonra benim Kasabaya gitmem lazım. Malum, şu su işi... Sen de evine git. Abi böyle kabus dolu rüyaları takma kafana! İlaçlarını da düzenli iç, aksatma... Rica ederim, yengem de daha sık gelsin yanına. Tabii çocuklar, gelin, damat, torunlar da... Yalnızlık iyidir belki ama bazen yorar insanı... Haddime değil ama dinlendirdiği kadar da yorar be abi!"
Eylül Başı, 2023, Koruköy
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.