- 487 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MURAT BAHADIR AKKOYUNLU İLE RÖPORTAJ
AKKOYUNLU: “OSMANLI’NIN ÇÖKÜŞÜ, BAZI ŞEYHÜLİSLAMLARIN BİLİME KARŞI ÇIKMASIYLA BAŞLADI.”
Röportaj: Mesut ÖZÜNLÜ
Murat Bahadır Akkoyunlu: İktisatçı, gazeteci, yazar, siyaset adamı, televizyon yayıncısı, düşünür. 1958 yılında Trabzon’da doğdu. Kendisi aslen Bayburt ili Pulur (Gökçedere) beldesinde 540 yıldan beri mukim olan Akkoyunlu ailesine mensuptur. İlk ve ortaokulu Bayburt’ta, lise ve üniversiteyi Ankara’da okudu. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi (Gazi Üniversitesi Ekonomi Bölümü)’ni bitirdi. 1977 yılında Milli Selamet Partisi’ne katıldı. 1978 yılında Akıncılar Derneği Ankara İl Başkanlığı görevini üstlendi. 1994 yılında Refah Partisi Ankara il Yönetim Kurulu Üyeliği, 1999’da Fazilet Partisi Bayburt Milletvekili Adaylığı, 2001 yılında Büyük Birlik Partisi Genel İdare Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu.
Yem Sanayii Türk Anonim Şirketi’nin Kırklareli, Ankara Yem Fabrikaları’nda Muhasebe Şefliği, Altındağ Belediyesi Hesap İşleri Müdürlüğü görevlerinin ardından Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Erzincan Belediye Başkan Yardımcılığı, akabinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevlerini ifa etti. Ve bu görevlerinin ardından 2015 yılında emekli oldu.
1996 ve 2003 arası Ankara yerel radyolarından Hedef ve Birlik Radyoda hafta içi sabahları Haber-Yorum Programlarını yedi sene süreyle hafta içi her gün devam ettirdi. 1998 ve 2000 arası Haftalık Tutanak Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüttü. 2000-2002 yılları arasında Ankara Kafkas-Çeçen Dayanışma Komitesi’nin Yardım Organizasyonunda görev aldı. 1999-2001 arası Reyhan Kültür Vakfı Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Üyeliği ve Öğrenci Burs Organizasyonu yöneticiliği; 1998-2003 yılları arasında Ankara Yerel Radyo Dinleyicileri Derneği Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1991 yılından beri de Server Vakfı Mütevelli Heyet Üyeliğini sürdürmektedir.
Murat Bahadır Akkoyunlu, bütün bu hizmetlerinin yanında Siyaset ve İslam Tarihi konularında muhtelif seminer ve konferanslar vermiş, televizyonlarda konuşmalar yapmış olup makaleler kaleme almıştır. 2022 yılında yayınlanan “Küresel Çeteye İnfaz Kökten Siyasi Çözümleme” adlı bir esere imza atmıştır. Ayrıca “Esaret Girdabı ve Çıkış” adlı bir eser üzerinde çalışmaktadır. Evli ve 2 çocuk babasıdır.
Sayın Akkoyunlu, sizi doksanlı yılların ortalarından günümüze, ülkemizin daha iyiye ve daha güzele doğru şekillenmesi için radyo, televizyon ve konferanslarda konuşmalar yaptığınızı, dahası büyük bir heyecanla çırpınıp didindiğinizi görüyoruz. “Şu an nasılız, bu çabalar karşılık buldu mu?” desem, buna yanıtınız ne olur?
Hemen şunu rahatlıkla söyleyebilirim, önceki yıllara göre büyük oranda iyiyiz, hatta bundan on sene öncesine göre dahi mukayese edilemeyecek kadar iyi durumdayız. Sadece önümüzde iki büyük sorun kaldı. Bunun ilki ekonomik sahada, diğeri eğitim sahasında. Ekonomik sahadaki sorun, dolara olan mahkûmiyetimiz. Dahası 1945 yılında Yalta Konferansı muvacehesinde zorunlu olarak düzenlenen doların konvertibilitesine mahkûm olmamızın getirmiş olduğu ekonomik esaret. Bu, tam bağımsızlığa giden yolda, bizi hem iç hem dış dengeler açısından etkileyen çok önemli bir engel.
İkinci önemli engel ise eğitim sorunu. 1947 yılında imzalanan Fulbright Anlaşmalarından beri eğitimimizde bilgi bile olamayacak şeylerin üzerine bina edilen malumat eksikliği. Bu, bizim eğitim alanındaki en önemli sıkıntılarımızdan biridir. Yani demem o ki, önümüzde aşılması gereken sadece iki büyük engel kalmıştır. Bunları da aştık mı iş tamamdır. Yakın tarihe bakarak kıyasladığımızda bugün Türkiye dünya lideri bir ülke konumundadır. Bundan on sene önce Avrupalı siyasi liderlerin, devlet başkanlarımıza veya başbakanlarımıza zor randevu verdiği bir ülkeydik. 2000 yılında ise Türkiye, Ankara’nın Keçiören ilçesi kadar bir ülkeden 950 milyon dolar bağış dilenmek zorunda olan bir ülke hâlindeydi. Ulaşmış olduğumuz bugünkü durumu, bu şekilde tespit ederek geldiğimiz yeri kısaca arz etmiş olayım.
Efendim, malumunuz, kültürel zenginlik bir milletin klasik bir deyimle olmazsa olmazı, dahası hayat damarlarından biridir. Sizce kültürel durumumuz nasıl? Şu an en önemli kültürel sorunumuz nedir desem, neler söylemek istersiniz?
Biz; millet ve devlet olarak II. Mahmut’tan 15 Temmuz 2016 yılına kadar, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne 200 yılı esaretle geçirdik. Esaret altındaki bir devlet veya milletin; kıymetli kültürel telifleri, özgün sanat ve düşünce eserleri üretmesi mümkün değildir.
Öte yandan esaret altındaki toplumlarda yaşayan insanlar ve aydınlar, büyük oranda takiye yapmak mecburiyetindedir. Bu bir gerçektir. Kimse kendisi gibi olamıyor çünkü. Kendisi gibi olamadığı zaman da, kendinden menkul özgün bir fikir veya düşünce, kendisine atfedilen yazılı, sözlü veya görsel sanat üretimi ne kadar mümkün olabilir ki? Ancak bütün bunlara rağmen şiir, resim ve edebiyatta azımsanmayacak mesafeler aldık. Hele hele son on yılda, özellikle süsleme sanatında zirveye doğru tırmanıyoruz. En son İstanbul Levent’teki Barbaros Hayrettin Paşa Camii’nin içindeki süslemelere baktım, hakikaten hayran oldum.
Bütün bu güzel gelişmelerle birlikte, kalben ve fikren tam manasıyla özgürleştiğimizi söyleyemem. Ama son dönemde ilmî ve kültürel zenginliğimizle ilgili çok güzel gelişmeler oldu. Mesela Profesör Fuat Sezgin 1960 yılında maalesef ülkemizden kovulan bir bilim adamımızdı. Ülkeyi terk ettikten sonra hayatını Almanya’da devam ettirmeye başlamıştı. Orada biri 5, diğeri 12 cilt olmak üzere iki külliyat yazdı. Ve yıllar sonra Sayın Erdoğan onu kırk beş-elli yıllık bir sürgünün ardından Türkiye’ye getirdi ve İstanbul Gülhane Parkı’nın içinde Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Müzesi’ni kurdurdu. Bu müzeyi görünce, deyim yerinde ise dudaklarımız uçukladı. Ve kurulan bu müze sayesinde matematikten geometriye, fizikten astronomiye, kimyadan biyolojiye, tıptan genetiğe hatta sibernetiğe kadar tüm bilim dallarının Müslüman coğrafyalardan dünyaya yayıldığı delilleriyle ortaya çıktı. Ama bunları çoğumuz bilmiyoruz. Hatta merhum Fuat Sezgin’in bu husustaki 12 ciltlik külliyatı daha Almancadan Türkçeye tercüme de edilmedi. E şimdi 1960’tan 2016 yılına kadar Türkiye niçin böyle bir bilim adamından mahrum kaldı? İşte bizim bu kültürel değerlerimizin kıymetini bilmeyişimiz, dahası bu birikimin farkına varamayışımız, çok az okuyuşumuz, düşünmeyişimiz, düşünce üretmeyişimiz; bence en büyük kültürel sorunumuz bu, diyebilirim.
Üstadım, naçizane bendeniz, Maveraunnehir’den Anadolu’ya uzanan ilmî ve fikrî akıntının yaklaşık altı yedi asırdan beri kesik olduğunu, dolayısıyla bu çoraklık ve kuraklığımızın bu akıntıyla yeniden yeşerip bahara dönüşeceğini düşünüyorum. Siz buna katılır mısınız?
Mesut Bey, burada sizinle yüzde yüz mutabık olduğumu söyleyebilirim. Maveraunnehir’den Anadolu’ya uzanan o ilmî ve fikrî akım, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Davud-u Kayseri’den Dursun Fakih’e kadar vardı. Davud-u Kayseri büyük bir ilim otoritesidir ve tam bir Horasan uleması mensubudur. Davud-u Kayseri’den, dahası Yıldırım Beyazıt’tan sonra Çelebi Musa’nın kadılığını yapan Simavna Kadısı oğlu Bedrettin’in katledilişi, bana göre Osmanlı’nın Horasan irfanıyla bağını kopardığı noktadır. Ondan sonra Osmanlı hanedanında Türkmenlere karşı bir çekince başlamıştır. Çünkü Oğuz Türk’ü olmak ayrıcalıktı. Ve aynı zamanda devlet kurma yetkisini elinde bulundurmak demekti.
Bütün bunlardan sonra Molla Gürani’nin Osmanlı sarayına girmesi, Osmanlı’da o zamana kadar var olan Horasan medreselerinin sona ermesine sebep oldu. Bu medreselerde matematik, fizik, kimya, biyoloji, geometri, fen ve astronomi gibi bilimler okutuluyordu. Yani aynen günümüzdeki imam hatip liselerine benzer bir müfredatı vardı bu medreselerin. Dolayısıyla bu bilimlerin tart edilmesi, yani müfredattan kaldırılmış olması; zamanla Osmanlı devletinin bilimden uzaklaşmasına sebep oldu. Dahası Takiyüddin tarafından kurulan İstanbul Rasathanesinin şeyhülislamın fetvasıyla yıktırılması ve Kadızadeler denilen aşırı selefi zihniyetli bir vaiz sınıfının ortaya çıkması gibi bazı olumsuz sonuçlar ortaya çıkardı. Gelelim Maveraunnehir rasat geleneğinin devamı olan İstanbul Rasathanesinin yıktırılmasına... Yıkılma fetvasını veren Ahmet Şemsettin adında bir şeyhülislam… Topa tutup yıktıran da İtalyan asıllı bir dönme olan kaptan-ı derya Kılıç Ali Paşa... Bahane de şu; fezayla uğraşmak hayır getirmez… Hatta bazı yazmalarda şu ibareye de rastladım; buradaki rasathanede meleklerin mahrem yerlerini seyrediyorlar… İşte bu sığlığa ve kısırlığa duçar olunca bilim, ne oluyor, devlet çöküyor.
Tabii bu yanlış gidişatın farkına varan bazı padişahlar da var. Mesela Genç Osman bunlardan biri. Genç Osman’ın şehit edilmesinin altında da Osmanlıyı selefileştiren bu şeyhülislamlığın yetkilerini kısıtlamak ve cariyelik sistemini ortadan kaldırmak istemesi yatar. Bütün bunların yanında şeyhülislamlık denilen bu makamın, devletin içerisinde ihdas edilmiş olması da ayrı bir tartışma konusu. Ne demek yani, dinin şeyhi mi olurmuş. Veya bu kişilere bu yetkiyi hangi din, niçin vermiş? Ve bu şeyhülislamlık, bu yetkiyi kimden, hangi dinî kaynaktan alıyormuş. Bunlar da işin farklı alanları tabii.
Şimdi gelelim, “Biz şu an ne durumdayız? Bu Maveraunnehir akıntısı dediğimiz bilimsel ekolle tekrar buluşabilecek miyiz?” sorusuna... Evet, bunun ışıkları var. Malum, burası, Maveraunnehir, bizim esaret yıllarımızda asla yaklaşıp dokunmamıza müsaade edilmeyen bir coğrafyaydı. Pekiyi, şimdi ona temas edebilecek miyiz? Geçmişteki hatalara, yani o rasathaneyi yıktıran dar ve sığ düşüncelere sapmaz, dinî ve fikrî yozlaşmalara sürüklenmez isek, akıl ve üretim esaslı bir şekilde yolumuza devam edersek, bu akıntıyla tekrar buluşmuş oluruz diye düşünüyorum. Tabii bizi bu akıntıyla buluşturacak en önemli bağlardan birisi, son yıllarda ayrı bir önem kazanan Zengezur Yolu’nun açılması. Bu yolu açtığımızda, Türkistan’la Türkiye’yi karayolu ile birleştirmiş; dolayısıyla o Maveraunnehir kültür veya ekolünü, diğer bir deyişle Horasan mütearifesi veya irfanını ülkemize taşımış oluruz inşallah.
Sayın Akkoyunlu, son dönemde, doksanlı yıllardaki o heyecan ve idealizm arayışlarının çöktüğünden, Türk toplumunda büyük bir yorgunluk, dinî ve fikrî bir doygunluktan söz ediliyor. Hatta bazı muhafazakâr aydın ve entelektüellerde büyük kopuş ve kırılmalar yaşandığı söyleniyor. Sizce de durum böyle mi? Bu yönüyle toplumu nasıl görüyorsunuz?
Bu konuda size çok net bir şey söyleyeyim mi, kardeşim? O doksanlı yıllarda heyecan ve idealizm gibi görünen feryat, figan ve hassasiyet, aslında millî kimliğe, dinî değerlere karşı yöneltilen hücumlara bir tepki heyecanıydı. Dahası bir müdafaa ve muhafaza adına, samimi gayretler ve endişelerden doğan çabalardı. O nedenle diriydiler, canlıydılar. Çünkü millî ve dinî olana, İslam’a, mü’minlere açık saldırılar vardı. Buna karşı hamiyetperver, inanç hassasiyeti olan, millî ruh akisleri olan insanlar kendilerinin gücü nispetinde harekete geçtiler, tepki gösterdiler ve müdafaa ettiler. Fakat son yirmi küsur yıllık siyasi gelişmelerle bu çaba bitti. Gerek kalmadığını düşündüler. Yapamadıkları şeyler için mazeret belliydi. Bu meseleleri halledebilecek güce henüz ulaşılmadı. Ancak daha sonraları durum farklı bir yöne evrildi. Bu konulardaki haykırış ve gayretler, sanki siyasi iradeye muhalif olmakmış gibi bir yanlışlığı çağrıştırmaya başladı. İşte bu noktada insanlar, çok daha ihtiyatlı ve mütereddit hâle geldiler.
Bir de şu var; muhafazakâr kelimesi muvazaalı bir kelimedir. Sağ-sol ve muhafazakâr kavramları, İslami terminoloji değildir. Muhafazakâr diye bir kavramı ben ne ayetlerde ne hadislerde rastlamadım. Bu kavramlar, küresel politikayı şekillendiren baronların toplumlara giydirdiği deli gömlekleridir. İlk defa 1979 yılında Akıncılar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi iken Sakarya’da bir miting olmuştu. Orada Filistinli bir gencin konuşması beni çarpmıştı. O Filistinli genç demişti ki konuşmasında; Müslüman, her an içine doğru derinleşen, dışına doğru da genişleyendir. Allah aşkına, böylesi bir şahsiyet muhafazakâr olarak nitelendirilebilir mi? Resulüllah dönemindeki muhafazakârlar Ebu Cehil ile Ebu Süfyan’dır kardeşim. Hz. Muhammed Mustafa inkılabın sesi ve meşalesidir. Kilise, papa muhafazakârdır arkadaş, doğru. Ama Davud-u Kayseri inkılapçıdır. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Dolayısıyla bu muhafazakârlık şablonunun içerisine girmek, o söylemiş olduğunuz şevki, heyecanı ve enerjiyi sonlandırmıştır, diye düşünüyorum.
Üstadım, 2022 yılında “Küresel Çeteye İnfaz Kökten Siyasi Çözümleme” başlıklı, 736 sayfalık, gayet hacimli, deyim yerinde ise kale kapısı gibi bir kitap yayınladınız. Bu yayın ve telifle neyi amaçladınız? Bu bir vizyon mu, iddia mı, yoksa ön görü mü?
Bu kitapta, aslında bugünkü tarihi anlattım. Bugün ne? 29 Eylül 2023 Cuma. Yani bugün dünyada yaşadığımız gerçekliği anlattım. Bugün, her Allah’ın günü; sosyal, ekonomik ve dinî hayatımızı etkileyen olayların merkezinde; vatanı, milleti, dini ve devleti olmayan küresel çete dediğimiz bir güç var. Bunu kimileri küreselciler, kimileri küresel sermaye veya küresel baronlar diyor. Dolayısıyla Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bizi etkileyen, dahası bize birtakım olayları, olguları ve kavramları pazarlayan bu çeteyi ifşa edip kuşatmam gerekiyordu. Ne ile? Doğru malumatla. Benim, devletlerimin ve milletlerimin niçin çöktüğünü bilmem gerekiyor. E ben devletlerin nasıl çöktüğünü bilmezsem, şimdiki devletimin bekasını nasıl temin edeceğim?
Dolayısıyla ben bu kitabı, devletlerimiz niçin çöktü, Osmanlı esaret altına nasıl girdi, Son 200 yılda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e neler olupbitti, 1998 yılı sonu itibariyle Türkler’in devletinin bağımsız devlet olmaya yönelik karar alışının derin sebebini ve bugün ne olmakta olduğunu, belgeleriyle, dipnotlarıyla, kaynaklarıyla ele alıp aceleyle yazdım. Ölebilirdim. Ölmeden evvel bunu yazmam gerekiyordu. Çünkü bunun bilinmesi gerekiyordu. Çok üzülüyordum. Çünkü bu konuda televizyonlarda, şurada burada yapılan konuşmalar eksikti, yarımdı ve cevapsızdı. Dolayısıyla eksik olan her şey, sonuçsuz kalıyordu. Ve özellikle genç neslin birtakım bilgilere daha kolay ulaşması gerekiyordu. Ben hiç olmazsa adres gösteren, kaynak gösteren bilgi sunmak istedim, bu kitabı bunun için yazdım.
Murat Bahadır Akkoyunlu, bu kıymetli kitabınızın ülkemiz, milletimiz ve tüm insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını; çok okunan, aranıp sorulan bir eser olarak gönüllerde yankı bulmasını diliyorum. Sizinle böylesi bir söyleşi yapmak keyifli olduğu kadar bilgilendiriciydi. Sizler gibi donanımlı, birikimli, net ve mert bir şahsiyetten böylesi tarihî, millî analiz ve ön görüleri dinlemek, gözlemleriniz ve özgün tespitlerinizle aydınlanmak güzeldi. Bu kadar yoğunluk ve yorgunluk arasında bana böyle güzel bir erişim, mutluluk verici bir imkân sağladığınız için size çok teşekkür ediyorum.
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.