VEKALET
VEKALET
Yetmişli yılların ortasındaydık. Ben o yıllarda henüz yirmili yaşlardaydım. Renkli gözlü, biraz zayıfça, ortanın da üzerinde bir boyum vardı. Yaş, boy, renkli gözün bir özelliğinin olup olmadığının pek farkında değildik. Sadece bizim yaşlardakilere ‘’genç’’ dediklerini biliyordum.
İlkokuldan sonra neredeyse hemcinslerimizle dolu bir okulda okumuştuk. Hem de köy gibi bir yerde. Lise (öğretmen lisesi) son sınıfta, otuz beş kız içinde bir erkek olmanın, zarardan başka bir faydasını da görmedik.
Köyde yetişmiştik. ‘’Ayıptır, günahtır!’’ gibi toplumsal değer ve söylemlerin ağır bastığı bir Anadolu coğrafyası diyelim biz ona. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘’günah’’ bizi pek etkilemese de ‘’ayıp’’ yok mu; bizi durdurabilmek için, yeni model arabalardaki abese freninden daha etkiliydi. Aradan yıllar geçse de şu, ‘’ayıp’’ sözcüğünün etkisinden daha tam olarak kurtulabilmiş değilim…
O yıl ilk defa üniversite sınavlarına girecektim. Babam:
-Oğlum, hazır oralara doğru gitmişken, sınavdan sonra asker arkadaşlarımı vekaleten ziyaret ediver, dedi. Babamın anlatmasına göre her yıl hanımına mektup yazdırırmış. ’’Şakir, seni gelecek diye bir koç ayırdım, Üç yaşına girecek, daha da kartlaşmadan acele gel!’’ diye davet ediyormuş uzun zamandır...
Kendisi okuma yazma bilmediğinden askerdeki mektuplarını babam yazarmış. Hanımı da cevap yazar, gelen mektubu okuma işi yine babama kalırmış. Öyle bir dostluk devam ediyor yirmi yılı aşkındır. Hani derler ya! ‘’Askerlik arkadaşı unutulmaz’’ diye…
***
Sınav bitti. Atladık otobüse vardık babamın verdiği adresteki yere. Babamın iki asker arkadaşı var aynı yerde. Biri şehirli, diğeri köylü. Köydeki okuması yazması yok, ömrü davar peşinde geçmiş. Sor, soruştur derken kolaylıkla buldum şehirdeki arkadaşını. Bana demişti ‘’şehirdeki alevi, köydeki sunni’’ diye.
Liseyi bitirmiştim ama alevi-sunni diye bir şey duymamıştım. Sadece mezhep farkı diye biliyordum. Bütün bilgim bu kadardı. Halbuki, okulda üç yıl kadar da Din dersi görmüştük. Bol bol sure ezberlemiştik. İslam’ın şartları, imanın şartlar, otuz iki farz vb. Bir iki de Hristiyanlık, Yahudilik üzerine nazari bilgi…
Bildiğim surelerin hepsi o zamandan kalma… Ama bu derslerde alevi-sunni sözcüklerinin geçtiğini anımsamıyorum. Yok canım, kesinlikle eminim! Hiç duymadım…
Haydar amca beni sevgiyle karşıladı. Akşam da olmak üzereydi. Dükkânı kapattı. Birlikte eve geçtik. Dükkânda iken fırına telefon etti. Kısık sesle bir şeyler konuştular ama ne konuştuklarını anlayamamıştım. Haydar amca önde, ben arkada çıktık eve. Hanımı karşıladı bizi.
-Yeğenim hoş geldin, dedi. Ben de bu arada elini öptüm. Benden birkaç yaş küçük biri kız, diğeri erkek çocukları vardı. Onlar da benim elimi öpmek istedilerse de ben, tokalaşmayı tercih ettim. Hâl hatır derken yenge hanım izin istedi mutfağa geçti. Biraz sonra kapının zili çaldı. Haydar amca hemen kapıyı açtı. Ben de oturduğum koltuktan, yarı kadar aralık oda kapısından tepsinin üzerindeki kapağı açtıklarında nar gibi kızarmış kuzuya benzer bir şey gördüm. Ömrümde hiç kuzu kebabı ne görmüş ne de yemiştim…
Biraz sonra yemek için mutfağa geçtik. Üzeri örtülü kebabın nar gibi kızarmış yerleri kısmen de olsa gözüküyordu. Genişçe porselen tabak üzerine kenarlarına pilav konulmuş tabakların yanına kuzu kebabının en kızarmışlarını benim tabağıma koyan Haydar amaca ‘’Buyur yeğenim’’ dedi.
Tabakların yanında çatal bıçak da vardı. İlk önce pilavdan bir iki kaşık aldım. (Bu davranışımla köylü olduğum hemen anlaşılmıştı zaten) Gözümün ucuyla baktım Haydar amca sol elinde çatal, sağ elinde bıçak olduğu halde kebaptan küçük parçalar kesip çatalı ile yiyor. Ben de aynı şekilde çatal ve bıçağı elime aldım ama beceremiyorum. Bizde sol el ile kaşık tutmak ne mümkün. Küçüklüğümüzde dedem, kaşığını sol eli ile tutan kardeşimin elinin üzerine ‘’cıs cıs’’ diye vurarak, kaşığı sağ eliyle tutmasını sağlardı…
Ömrümde ilk defa yemek yerken bıçak kullanacağım. Yazın da vermiş olduğu bunaltıcı havanın etkisiyle alnımda boncuk boncuk terler oluşmaya başladı. Bereket masada peçete boldu. Çaktırmadan peçete ile alnımı sildikçe Haydar amca sıkıldığımı anladı.
-Yeğenim sıkılma, burasını evin bil. Bak, bunları da kardeşin gibi, dedi. O esnada sürahideki ayrandan bardağımı doldurdu. Ayran sanki taze çalkalanmış gibi bardağın üzerinde bembeyaz köpürdü. Köpükler bardağın dışına doğru taşarken küçük zerrecikler halinde etrafa sıçrayarak aşağıya doğru çöküyordu.
Yemeğimizi yiyip ellerimizi yıkadıktan sonra balkona çıktık. Sohbetimize orada devam ettik. ‘’Sınavlara girdiğimi, öğretmen olmak istediğimi anlattım. Ayrıca yarın için köydeki İsmail amcaya geçeceğimi, babamın vekaleten de olsa size ilettiğim gibi onlara da selamlarını götüreceğim’’ dedim. Haydar amca:
‘’Bu gece misafirimsin. Yarın ben seni araba ile götürürüm, dedi. Anlatmasına göre de çok da uzak bir yer değilmiş zaten. Yaya yarım saati biraz aşarmış. İlerleyen saatlere doğru hava iyice serinlemeye başladı. Bu arada çocuklar izin isteyip ayrılmışlardı. Yenge hanım arada yanımıza gelip gidiyor. Biten çaylarımızı dolduruyordu. Bir ara kayboldu. Dönüşünde Haydar amcanın kulağına fısıltı halinde bir şeyler söyledi. Haydar amca da başıyla tamam dercesine onayladıktan sonra ‘’İyi geceler’’ diyerek ayrıldı…
O gece çok mükellef bir sofra, tatlı dil güler yüzle karşılanan ben; balkonun yanındaki küçük misafir odasındaki divanın üzerine serilmiş, bütün vücudumu gömen, kabarık bir yün yatağında yattım. Zaten bir önceki gece, sınav heyecanı nedeniyle pek uyuyamamıştım. Başımı yastığa koyar koymaz deliksiz bir uykuya dalmışım.
Sabah dışarıdaki arabaların korna sesine, tamirhanelerden gelen ara gaz sesine uyandım. Kalktım, giyindim. Akşam yemek yediğimiz masa kahvaltılıklarla donatılmış beni bekliyorlardı. Herkese günaydın dedikten sonra yengem:
-Nasıl rahat edebildin mi? dedi.
-Evet çok rahattı. Hemen uyumuşum zaten, dedim.
-Şu tesadüfe bak. On yıl önce ziyaretimize gelen, Şakir abiyi de aynı yatakta yatırmıştık, dedi.
Kuş sütü eksik, sabah kahvaltımızı yaptığımız masadan ayrılıp odamdaki küçük çantamı elime aldım.
-Yenge eline sağlık, her şey için çok teşekkür ediyorum, dedim
-Yatağını kaldırmıyorum. Dönüşte de mutlaka bekleriz, dedi. Biz böyle konuşurken Haydar amca merdivenlerden aşağı indi. Motorun sesinden evin önündeki arabayı çalıştırdığı belli oluyordu.
-Nasip bakalım, mutlaka uğrarım ama kalabilir miyim ona bir şey diyemiyorum, diye söyleyerek merdivenlerden aşağıya indim. Araba hazırdı. Çanta elimde, arabaya bindim. Tahminen beş on dakika gittikten sonra yol güzergahı üzerindeki derenin yanına gelmiştik. Gece yağan yağmur suları dereyi biraz oymuştu. Arabanın karşıya geçmesine engel olacak durumdaydı. Ben hemen aşağıya indim.
-Haydar amca hiç zahmet etme. Zaten köy görünüyor. Şuradan elime bir değnek alır, giderim, dedim. O da:
-Çok üzüldüm, bu yağmur gece yağmış olmalı. Bi ara çiseliyordu ama yolu bu kadar tahrip edeceği hiç aklıma gelmedi, dedi. Vedalaşarak, karşıya geçtim.
-Dönüşte mutlaka bekliyorum ha! Diyerek tembih etmeyi de unutmadı. İçimden ne iyi insanlar dedim. Alevi olunca ne oluyordu ki! Onlarda bizim gibi insanlardı. Akşamdan beri gösterdikleri yakınlığa bakın, diyerek bu konuda ayrımcılık yapanlara lanet okuyarak yoluma devam ettim…
Haydar amca uzunca bir süre beni takip ettikten sonra korna çalarak geriye, dükkanındaki işinin başına döndü.
Yaklaşık yarım saat kadar yürüdüm. Önce köyün camisinin minaresi, sonra da caminin kendisi göründü. Yolun iki yanına serpiştirilmiş evlerin bazıları damlı, bazıları da çatılıydı.
Köye doğru yaklaştıkça, güneşin de etkisiyle ağırlaşan hayvan dışkı ve sidik kokuları önce genzimi yaktı, sonra da bedenimi tamamen kapladı. Ömrümde hiç sokakları böyle kokan bir köy görmemiştim.
Hemen aklıma İstanbul’un göbeğinde yaşayan zengin bir ailenin öğretmen kızının, İl Milli Eğitim Müdürlüğüne verdiği dilekçeye istinaden, görevli bir müfettiş nezaretinde en yakın köylerden birini görmeye giderken, daha köyün girişinde burnunu tutmaya başlaması, biraz daha ileriye gitseler kusma ile sonuçlanacağı için geriye döndükleri, havadar bir yere ulaştıklarında müfettişin:
-Öğretmen Hanım, sizin bu köy tutkunuzun sebebi neydi. Köy dedin, işte köy hali! dedikten sonra
-Ben, ‘’Çalıkuşu’’ romanını dört defa okudum. O kadar çok etkisinde kalmıştım ki, ‘’Zeyniler Köyü İlkokulu’’ gibi bir yerde çalışmak istemiştim, diye verdiği cevap aklıma gelivermişti…
Köpeklerin cılız havlayışları arasında (çoban köpekleri sürü ile birlikte gittiklerinden, köyde yavru veya fino tipli köpekler kalmış) oyun oynayan çocuklara, İsmail amcanın evini sordum. Çocuklardan biri utanarak:
-Benim babam, dedi. Durumu anlattım beni beklemeden birkaç arkadaşıyla eve doğru koşmaya başladılar. ‘’Görünen köy kılavuz istemez’’ misali koşan çocuğu takip ettim. Biraz sonra kız çocuğunun yanında babam emsallerinde bir adam, bana doğru gelmeye başladı. Ben selam verdim. Gülerek yüzüme baktı.
-Sen, bizim Şakir’in oğlu musun yoksa, dedi.
-Evet. Siz de İsmail amca olmalısınız, diyerek elini öptüm. Kucaklaştık. Eve doğru ilerlerken etrafımız çocuklu, kadınlı, erkekli kalabalıklaşmaya başladı. Bazılarının, ‘’Şakir’in oğlu galiba’’ dediklerini işitir gibi oluyordum. (Meğer babamı bu köyde herkes tanıyormuş da bizim haberimiz yokmuş)
Ev iki katlıydı. Üst kata çıktık. Çocuklar daha küçüklerdi ellerimi öptüler. Neredeymiş İsmail amcanın karısı geldi. Uzaktan hoş beş etti…
Şakir’in oğlu gelmiş diye oturduğumuz genişçe salon kadınlı, erkekli dolmak üzereydi. Çocuklar da kapının dışından başlarını uzatıp uzatıp geri kaçıyorlardı. Açlık-tokluk sorulduktan sonra ben:
-Bu gece Haydar amcalarda misafir kaldım. Oradan geliyorum, karnım tok, diye söyleyince ortam da biraz şaşkınlık meydana geldi. O arada çaylar geldi. Hep beraber içtik. İsmail amcanın abisi, ‘’Yeğenim, seni buraya öğretmen diye mi verdiler yoksa’’ diye sordu.
-Yok, daha sınava yeni girdim. Babam, asker arkadaşım her mektubunda beni davet ediyor. Oraların yakınına gitmiş iken benim yerime vekaleten ziyaret ediver, dedi. Ben de hepinize onun selamını getirdim, dedim. Hep bir ağızdan:
-Aleyküm selam! Götüren, gönderen sağ olsun, dediler… Söz öğretmenlikten açılınca ben:
-Okulunuz, öğretmeniniz var mı, diye sordum. İsmail amca:
-Var, var ama Kızılbaş’ın teki demez mi. Canım sıkıldı. Yüzümün rengi değişti. Bedenimi ateş bastı. Birden aklıma İsmail amcanın çocukları geldi. Çocuklara:
-Çantalarınızı alın da gelin bakalım, dedim. Bu arada İsmail amca:
-Bundan önce bir öğretmenimiz vardı. Okulda zaten caminin altında. Adam camiden çıkmazdı, dedi. Ben, konuya bir yorum yapmadan, sessiz kalmayı tercih ettim.
Bu arada çocuklarda çantalarını alıp yanıma geldiler. Çocuklardan öğrendiğim kadarıyla; kız beşinci sınıftan bu sene yeni mezun olmuş, oğlan da ikinci sınıfa geçmiş. Önce kıza Türkçe kitabından bir metin okuttum. Herkes pür dikkat dinliyor. Odada ancak uçan sinek vızıltısı, bir de kitaptaki metni okumaya çalışan çocuğun sesi duyuluyordu. Daha sonra bu sene yeni ikinci sınıfa geçmiş çocuğa Türkçe kitabından seviyesine uygun bir metin okuttum. Oğlan, sular seller gibi okudu. Çocuklara:
-Haydi siz, dışarı çıkın dedim. Çocuklar dışarı çıkınca etrafımızda oturanların da duyacağı yüksek bir sesle:
-Hangisi daha iyi okudu? diye sordum. Hep bir ağızdan ‘’Allah için oğlan daha iyi okudu,’’ dediler.
-Kızılbaş dediğiniz öğretmen, oğlana okumayı yazmayı yeni öğretmiş. Çok iyiydi dediğiniz öğretmen de kızınızı dört yıl okutmuş. Belki, kıza da okumayı-yazmayı bu yeni gelen öğretmen öğretmiştir. Nerden biliyorsunuz, deyince İsmail amcanın karısı:
-Allah için kızıma ben de öğretmek için çok uğraştım ama o kadarcık da bu öğretmen öğretti, dedi. Salonda homurtular başladı.
-Peki bu sizin, Kızılbaş dediğiniz öğretmen şimdi nerde? diye sordum. Arkalardan biri;
Yeğenim, köyün öbür tarafında oturuyor. Ben buraya gelirken gördüm, evin yanındaydı. Çay içiyormuş. Beni de çağırdı ama ben çayını içmedim, bu tarafa geldim, demesiyle ayağa kalktım
-Ben, o öğretmenin yanına gidiyorum, dedim. Çantamı alıp dışarı çıkarken millet şaşkın şaşkın birbirine bakışıyordu. İsmail amca ne kadar seslendiyse de geriye dönüp bakmadım…
Yol kenarlarındaki çocuklara sorarak öğretmenin evini buldum. Evin bahçesindeki üzüm asmasının altında sandalyesine oturmuş, elinde bir kitap, çayını içiyordu. Beni görünce ayağa kalktı. Selamlaştık, tanıştık. Hemen bir bardağa çay koydu.
-Hayırdır arkadaş! Bu öğlen sıcağında, çanta elinde; nereden gelir, nereye gidersin, diye sordu. Ben de olup biteni ne bir eksik ne bir fazla olduğu gibi anlattım. Ve bu gece misafirinim dedim…
Salih KOÇ
1 Ekim 2023 / Büyükçekmece-İst.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.