- 248 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ANADOLU YOLLARINDA
ANADOLU YOLLARINDA
Bütün dünyayı saran Koronavirüs hastalığı insanları evlerine hapsetti. 65 + lar için bu hapislik ve kısıtlamalar daha da uzun sürdü. Pek çok işyeri kapandı, pek çok İnsan işlerini kaybetti. İşverenler evden çalışma başlattılar.
Doktorlar, hemşireler ve tüm sağlık görevlileri bu 2 yıl içinde inanılmaz mücadeler verdiler. 65 + lar çok sıkıldılar. İnsanlar evlerinde çok sıkıldılar. Nihayet 2021 Mayısında güzel haberler gelmeye başladı. 1 Haziranda şehirler arası yollar açılıyordu. Zaten yaz da gelmişti. Herkes tatil planları yapmaya başlamıştı.
Bizim tatil planımızı eşim yaptı. Pandemiden dolayı son 2 yılda eşimizi dostumuzu akrabalarımızı arkadaşlarımızı görememiş, onları çok özlemiştik.
Ana hedefimiz Akçay idi. İstanbul’dan çıktıktan sonra bir Anadolu turu yapıp sonra Akçay’a gelecektik. Anadolu turumuz bir hafta sürecekti ve hafta sonunda Akçay’da evimizde olmalıydık. Çünkü Cumartesi Pazar hala evde kapanma vardı.
Eşim bana bir ay öncesinden hazirana kadar müzik derslerini bitir! Diyordu. Zaten ben de bunu biliyordum ve birer ikişer öğrencilerimin derslerini bitirmiştim. Eşim bu uzun tatil için bir hafta önceden valizleri, çantaları hazırlamaya başladı. Benim hazırlığım kolaydı. Her zamanki çantama bilgisayarımı, kitaplarımı, Flüt, kaval ve mızıkalarımı koydum mu tamamdı.
Hakan da tatil çıkış günümüzü, arabanın bakımı var, vergisini yatıracağım, sigortasını yaptıracağım gibi sudan bahanelerle her gün biraz daha uzatıyordu. En son kesin karar verildi: 2 Haziran Salı sabahı çıkacaktık. O sabah biraz erken kalktık. Kahvaltımızı yaptık. Hava biraz bulutluydu. Hafif hafif yağmur da çiselemeye başlamıstı. Biz de eşyaları arabaya taşımaya başladık. Uzun zaman kalacağımız için çok eşyamız vardı. Arabanın bagajı dolduktan sonra içi de sıkış tepiş eşyalarla doldu. Saat 10.30 gibi yola koyulabildik. Bu uzun yolculukta şoförümüz Hakan’dı. İlk durağımız Eskişehir olacaktı. Gerçi Eskişehir’den önceki yerlerde de tanıdık ve arkadaşlarımız vardı ama, eğer hepsine uğramaya kalkarsak bu turumuz iki yıl sürebilirdi. Bazılarını atlamak zorunda kaldık.
İstanbul trafiği malum. İstanbul’dan çıkıncaya kadar iki üç saat geçti. Yağmur da bir durdu, bir yağdı. Bir azaldı, bir çoğaldı. Gereken yerlerde küçük molalar verdik.
Eşim yanına bir miktar yolluk almıştı. Önde oturuyor, hem Hakan’a muavinlik yapıyor, yolları tarif ediyor, hem uyanık ve dikkatli tutmaya çalışıyor, hem de gak dedikçe su, guk dedikçe yiyecek birşeyler veriyordu. Ben arka koltukta oturuyordum. Hiç konuşmuyor, hiç bir şeye karışmıyor, nereye geldiğimize ve nerden geçtiğimize bile bakmıyor, sadece başımı dinliyordum. Benim için tatil başlamıştı. Sadece bana bir şey sorarlarsa cevap veriyordum.
Hakan Eskişehir’e kadar olan yol haritasını bilgisayara yüklemişti. Bilgisayarı da önüne koymuştu. Yol haritasına bakarak devam ediyordu. Böyle olunca gideceğin yolları bulmak hiç de zor değildi. Muavine bile gerek yoktu.
Eskişehir’deki akrabamız Yener Bey eşimin dayısının oğluydu ve emekli Polis Komiseriydi. Emekli olduktan sonra Eskişehir’de bir ev yaptırıp oraya taşınmışlardı. Evli ve bir oğlu ve bir de kızı vardı.
Evlerini yeni yaptırmışlardı ve biz hiç evlerine gitmemiştik. Evin yerini tam olarak nerede olduğunu bile bilmiyorduk. Hakan Bilecik’ten sonra Yener Beyi arayıp randevulaştılar. Yener Bey de, Eskişehir’e girince telefonumu çaldır, ben sizi yoldan alayım, dedi.
Yağmurun yağıp durmasına karşın biz durmayıp devam ediyorduk. Nihayet Eskişehir tabelası göründü. Hakan Yener’le telefonlaşıp randevulaştı. Yener Bey sağdaki benzincinin önünden bizi alacaktı. Arabaların renkleri ve plakaları da kararlaştırıldı. Biz ilerlemeye devam ediyoruz. Nihayet benzinciye geldik. Yener Beyin arabasını da gördük. Arabada eşi de vardı. Arabalardan hiç inmeden birbirimize el salladık. Yener Bey, beni takip edin diye el işareti yaptı. Biz de peşine takıldık, onu izliyor, devam ediyoruz. Şehir merkezinden henüz çok uzakta olduğumuzu tahmin ediyorum.
Yener Bey sağa saptı, biz de saptık. Artık mahalle yollarında ilerliyoruz. Yeşillikli, sebzeli, meyveli ağaçlı bahçelerden geçtik. Geçtiğimiz yollarda hemen hemen hiç insan yoktu. Belki de o gün yağmurlu olduğu içindi. Yollarda ara ara birkaç tane kocaman Sivas Kangal köpekleri gördük. Bu köpekler bu yollarda başıboş geziyorlarsa buralarda yaya yürüyebilmek de biraz cesaret isterdi.
Bir türkümüz; “Gide gide bir söğüde dayandım, dayandım” diyor. Fakat biz bir söğüde dayanmadık. Gide gide bir dağa dayanacaktık ki, sağa saptık. İkinci evin önünde durduk. Yolculuğumuz 3.30 Saat sürmüştü. Hepimiz arabalarımızdan indik. Maskelerimizi taktık. Yenerler bize hoş geldiniz dedi. Biz de hoş bulduk dedik. Bizi içeriye buyur ettiler.
Resim ve sanatsal yazılarla çok ilgilendiğim için evin mimari tasarımı, renkleri dikkatimi çekti. Camlar koyu gri, duvarlar da grinin tonlarıyla dekore edilmişti. Son zamanların mimari tasarımları hep böyleydi. Bu görünümler binalara değer katıyordu.
İçeriye girdik. Eşyalarımızı koyduktan sonra her birimiz doğru lavaboya gittik, ellerimizi yıkayıp sterilize ettik. Bizim geleceğimizi duyunca, Yener’in kız kardeşi Müşerref ve eşi de Yener’lere gelmişti. Bizi görünce onlar da çok sevindiler. Biraz sonra çocuklar da okuldan geldiler. Hoş beşten sonra oturduk, dinlendik, akşam yemeğine kadar sohbet ettik.
Yener bizi evi gezdirdi. Üst kata çıkardı. Buradan etrafı seyrettik. Çok geniş bir panoramaydı, çok uzaklara kadar görebiliyorduk. Ben bir ara odadaki donanımlara baktım. Odanın bir köşesinde bir çalışma masası, bilgisayar, kağıt kırtasiye dokümanlar ve sandalye vardı. Yener’in eşi Nuran Hanım Türkçe Öğretmeniydi. Bu köşe onun köşesi olmalıydı. Pandemi dolayısıyla okullar kapalıydı. Öğrenciler uzaktan eğitim görmektelerdi. Nuran Hanım da bu köşeden sınıflarına o günün derslerini anlatıyor olmalıydı.
Sonra yeniden alt kata indik. Çok geniş olan mutfak penceresinden baktık. Yener anlatmaya devam etti. Şuraya kedi ve köpekler için mama koyuyoruz. Hepsiyle arkadaş olduk. Yiyen gidiyor, yiyen gidiyor, dedi. Sonra bahçeye çıktık. Arka bahçenin arsasını düzeltmişler. Henüz işler bitmemiş. Gelecek yıllara bahçe düzenlemesi ve peysaj işleri yapılacakmış. Yener devam etti; şurada bir tavuk çiftliği var. Günlük taze yumurtaları oradan alıyoruz. Şurada bir inek çiftliği var, günlük taze sütleri buradan alıyoruz dedi.
Biz evi ve bahçeyi gezinceye kadar akşam yemeği hazır olmuştu. Belki yemeğin hazırlanmasına Müşerref Hanım ve evin kızı da yardım etmişti. Mükellef bir sora hazırdı. Yendi içildi. Yemek bittiği halde bazılarımız hala yemek masasında kaldık. Ben bir ara çocukların okul durumlarını sordum. Nuran Hanım; okul birinci ve ikinciliklerine oynuyorlar, dedi. Yeğenlerimle gurur duydum. Anneleri de eğitimci ve Öğretmen olunca daha aşağısı kurtarmazdı.
Masadan kalktıktan sonra lavaboya ellerimizi yıkamaya gittik. Yener; çıkınca kapısını kapatmayınız, dedi. Evde bir Pamuk kedileri var. Özel ve eğitimli bir kediymiş. İhtiyacı olunca lavaboya gidip kendi işlerini kendi yapıyormuş. Tüyleri pamuk gibi bembeyazdı. Uzun ve uzun tüylü bir kuyruğu vardı. Yener, kedimiz gece her odayı gezer, siz uykudayken sizin yanınıza gelirse korkmayınız, dedi. Biz yatıncaya kadar da kucaktan kucağa gezdi, kendini sevdirdi. Laf lafı açtı, sohbetler koyulaştı, zaman çabucak geçti. Kaval konseri vermeye zaman kalmadı.
Çaylar içilip, sohbetlerin de sonuna gelinince, uyku vakti de gelmişti. Bize üst katta iki oda gösterdiler. Birisi Hakan içindi. Herkese iyi geceler diledik, hazırlanıp yattık. Tabii kedinin mesaisi de başlamıştı. Hop diye yatağımızın üzerine atladı. Eşimle ikimizin arasına yavaşça yumuldu. Bereket ki kara kedi değildi. Sonra ben kediyi yakalayıp dışarıya gönderdim. Kapıyı da kapattım. Zaten yol yorgunluğu var, uykumuzun bölünmesini istemedim. Kedi durur mu, bizden sonra Hakan’ın odasını da ziyaret etmiş.
Akşamdan, sabahleyin kahvaltının kaçta olacağını, kaçta kalkmamız gerektiğini de konuşmuştuk. Saat 09.00 gibi hepimiz uyandık. Ancak Nuran Hanım bizden de önce uyanmış. Kahvaltıyı hazırlamış, arabayla çocukları okula bırakmaya gitmişti.
Hepimiz kahvaltı masasının etrafına toplandık. Yener, size özel bir kahvaltılık hazırlayacağım, dedi. Kendi spesialistini hazırladı, birer parça herkese verdi. Masa açık büfe gibiydi. Herkes istediğinden alıp alıp yedi. Kahvaltıdan sonra biraz daha sohbet ederken üzerine birer de keyif çayı içtik. Sonra Eskişehir’den ayrılmak üzere müsaade istedik. Akşamdan bir kaç gün daha kalmamızı istemişlerdi halbuki. Ama zamanımız sınırlıydı. Anadolu turnemiz iki yıl değildi. Sadece bir haftaydı. Hafta sonunda Akçay’da olmalıydık. Sağlıklı güzel günlerde tekrar görüşmek üzere müsaade alabildik. Biz de onları Akçay’a davet ettik.
Hoşça kal Yener ve ailesi. Hoşça kal Eskişehir.
Şimdi rotamızı Uşak- Banaz’a çevirdik. Banaz’da bizim bir Banaz’lı Recep’imiz var. 15 Yıl kadar önce oğlum Hakan’ın Reklam şirketinde çalışmıştı. Hakan’ı ve beni çok sever. Hakan abi der, hocam, hocamm der, başka bir şey demez. Çalışkandı, eline ayağına çabuktu. Sonra şirketten ayrılıp yine Banaz’a geldi. Ama bizleri hiiç unutmadı. İstanbul’a yolu düştüğünde bize de mutlaka uğrar, Banaz’dan da zaman zaman telefonla arayıp sorardı. Hakan ona bir sürpriz yapmak istiyordu. Bundan dolayı daha önceden Banaz’a geleceğimizi hiç haber vermedi. Banaz’a çok yaklaştığımızda Hakan telefon açtı. Telefona çıkan ablasıydı. Recep şehir merkezine gitti evde yok, akşama gelir, dedi. O kadar çok bekleyemezdik. Hakan da selam söyleyerek yolumuza devam ettik.
Gidilecek çok yolumuz, uğranacak çook kapımız vardı. Çivril’e doğru yola devam ettik. Çivril’de eşimin dayısının oğlu Hüseyin ve ailesi var. Çivril’e gelip gittikçe Hüseyin’in abisi, damatlar ve Hüseyin’in çevresi pek çok insanla tanıştık.
Hüseyin Terziydi. Çivril’e varınca önce terzi dükkanına uğradık. Hüseyin dükkandaydı. Pandemiden dolayı işler kesattı. Birkaç kişiyle birlikte dükkanın önünde hem güneşleniyorlar, hem çaylarını içip, sohbet ediyorlardı. Bizi görünce dükkanı arkadaşlarına emanet edip, bizi eve götürdü. Arabamızı park edip eve çıktık. Hüseyin’in küçük kızı Pınar de evdeydi. Küçük kızı Pınar dedimse, annesinin boyunda küçük kızdı. Eve varınca evde bir bayram sevinci yaşandı. Selamlaştık, kucaklaştık. Sonra salona geçtik.
Sağlığınız nasıl, işler nasıl? Kızlar nasıl? Görünen köy kılavuz istemezdi. İşlerin biraz durgun olmasını saymazsak gerisi her şey iyiydi. Biraz oturup sohbet edip ve çaylar içildikten sonra eşim, Bedrettin’in hanımı ölmüş, ona da bir uğrayalım. Taziyede bulunalım dedi. Bedrettin’lerin evleri çok uzak değildi. Hep beraber yürüyerek Bedrettin’lere gittik. Bedrettin’i daha önceden de tanıyorduk. O da benim gibi emekli öğretmendi. Emekli olduktan sonra gezen tavuk çiftliği kurmuş fakat birkaç yıl sonra bırakmıştı. Eşinin ölümüyle biraz da dertlenmiş ve çökmüştü. Evde torunu bir kız vardı. Evin işlerine bakıyor, dedesine yardım ediyordu. Bizlere çay servisini de o yapmıştı. Akşam olmak üzereydi. Bedrettin’lerden ayrılıp tekrar Hüseyin’lere geldik.
Hüseyin’in abisi Ahmet bey bizim geldiğimizi öğrenmişti. Eşiyle birlikte akşam onlar da geldiler. Pınar’ın eşi Ömer de geldi. Ev baya kalabalık oldu. Hüseyin’in evi Yener’lerinki gibi büyük değildi ama, bize olan sevgisi, kalbi kocamandı. Bu akşam çok güzel bir akşam olacak demişti gündüzden. Anlaşılan özel bir ziyafet bizi bekliyordu. Rakılar, şaraplar, kebaplık etler gündüzden alınıp etler marine edilmişti.
Biz mutfağa yemek masasına geçtik. Onlar damat Ömer’le birlikte çatıya çıktılar. Az sonra kebap kokuları etrafa yayılmaya başladı. Bu arada biz Ahmet’le beraber sohbetlere devam ettik. Nedense Ahmet beni çok sever. Her zaman arar sorar, telefon eder. Akçay’a gitmekte olduğumuzu söyledik, onları da müsait olurlarsa Akçay’a gelmelerini söyledik.
İşte kebaplar geldiii. Bizimkiler çatıdan indiler. Kebapları getirdiler. Zaten yengenin yaptığı yemekler de var, seç beğen al ye... Bana ne içersin enişte dediler. Benim içkiyle pek aram yoktur. Bir kadehten bir şey olmaz, diye çok ısrar ettiler. Ben de onları kırmayıp bir bardak kırmızı şarapla devam ettim.
Hüseyin içki masasını kurunca müziksiz duramaz. Şimdi konser vermenin ortamı ve zamanı gelmişti. Çantadan kavalımı buldum, birkaç parça çaldım. Aralarda istek şarkılar, türküler de oldu, onları da çaldım. Müzikli kabare gibi oldu. Yedik içtik, eğlendik. Güzel bir akşam geçirdik. Geç vakit olunca Ahmetler evlerine gittiler. Biz de dişlerimizi fırçalayıp doğru yatak odalarımıza...
Sabahleyin bir kaç gün daha kalın diye yine aynı ısrarlar. Ama tatil planımız belli. Kahvaltıdan sonra yine yollara düştük. Şimdi rotamız Denizli. Arada kızım Nihan annesini arıyor, bazan annesi onu arıyor. Yolculuk nasıl gidiyor, şimdi neredesiniz? Diye soruyor. Eşim de yolculuğumuz hakkında bilgiler veriyordu.
Kız kardeşim, erkek kardeşim, enişteler, yeğenler, kuzenler tüm akrabalarım ve bir çok öğretmen arkadaşım, iş arkadaşım Denizli’deler. Orada gidebilecek çok kapımız var.
Daha önceki zamanlarda kime gitsek, hangi eve varsak kendi evimiz gibi kapısını açıp giriyoruz. Ama bu pandemi biraz şartları değiştirmişti.
Bir, bir buçuk saat daha yol gidersek Denizli’ye varabilecektik. Geceyi Denizli’de geçirmek istiyorduk. Önce erkek kardeşim Ali İhsan’ı aradık. Gelin Hanım Neriman’ın annesi pandemide kısa bir zaman önce ölmüştü. Bundan dolayı bütün ev halkı da sıkı sağlık kontrolü altındalardı. Onlara misafir olabilmek aslında biraz bizim için de riskliydi. Zaten Ali İhsan da, abi kaynanamın mezarına ziyarete gidiyoruz, dedi. Böylece Ali İhsan kapısı kapanmış oldu.
Yukarıda belirttiğim gibi, bizde kapı bir tane değil ki. Kız kardeşim Sevimleri aradık. Onlar da Abi pandemiden dolayı hepimiz de hastayız, misafir kabul edemiyoruz demesinler mi. ?
Bu arada bir annesi kızımı arıyor, bir kızım annesini arıyor, bu haberler anında İstanbul’a ulaşıyordu. Kızım İstanbul’da bizim için ne yapabileceğini araştırıyordu.
Okul arkadaşım Fazıl’la kardeşten öteyiz. Onu aradım. O da, Mustafa biz Fethiye’deki yazlığımıza gittik. Oraya buyurun dedi. Gidebileceğimiz kapılar git gide azalıyordu.
Eşim, son bir kapı daha dedi. Öner’e gidelim, o evdedir dedi. Telefon açtı gerçekten de evdeymiş. Öner eşimin dayısının oğluydu. Bizleri çok sever. Tabii ki biz de onu.
Whürth’ten emekli olmuştu. Biraz bıçkın, biraz yaramaz, biraz hızlı olduğu için evlilik ve iş hayatı çok iyi yürümemişti. Şimdi annesinden kalan evde yalnız yaşıyordu. Yarım saat sonra Öner’deydik. Kapısını çaldığımızda kim geldi acaba diye pencereden baktı. Bizim geldiğimizi görünce gelip kapıyı açtı. Yatıyordum dedi. Sonra bizi içeri buyur etti. Bizleri görünce çok sevindi. Evde yalnız olduğu için yemek ikram istemedik. Bizim getirdiğimiz kuru pastaları, içecekleri birlikte yiyip içtik. Sohbet ettik.
Yiğidi öldür, hakkını yeme. Bu serkeş delikanlının elle tutulur bir yanı vardı. Sadece elle tutulur değil, aynı zamanda alkışlanır başarılı bir yanı...
Öner Liseyi ve askerliği bitirdikten sonra, rüzgarın savurduğu yerlere doğru gitti, bir sürü işe girip çıktı. Hiç birinde dikiş tutturamadı. Rüzgar onu en son Antalya’ya savurmuştu. Antalya’da ailesini geçindirebilmek için iyi bir iş bulması ve çalışması gerekiyordu. Bir gün o fırsat karşısına çıktı. Whürth adlı bir Alman firması pazarlamacılar arıyordu. Satış temsilcilerine araba da vereceklerdi. Arabayla hem gezecekti, hem satış yapacaktı. Bu iş tam bana göre dedi. Ancak satış temsilcilerinden bir kefil istiyorlar ve Üniversite mezunu olmaları gerekiyordu.
Öner, Polis Komiseri abisi Yener Beyden rica etti. Yener Beyin kardeşinden pek ümidi yoktu. Bunca işe girip çıkan, dikiş tutturamayan kardeşine pek güvenmiyordu ama yine de kefil oldu. Şirkete gidip, evet kardeşim üniversite mezunu değil ama, yine de bu işi yapabilir dedi. Ve şirket Lise mezunu olan bu delikanlıyı işe aldı. Yapacağı işleri anlattılar, katalogları, iş dokümanlarını ve arabasını verdiler. Bizim oğlan işe başladı.
Arabayla Türkiye’nin her yerini dolaşıyor, ürünleri tanıtıyor, siparişler alıyordu. Bir gün İstanbul’a da gelmiş ve bize de uğramıştı. Abla- enişte ben bir Alman firmasında işe girdim. Satış temsilcisiyim, dedi. Antalya’dan çıkıp İzmit, İstanbul’a kadar gelmiş. Daha gidecek bir sürü yerim var, Edirne’ye kadar gideceğim dedi. Biz de Whürth sözcüğünü tam olarak telaffuz bile edemedik, ne iş yaptığını tam olarak anlayamadık ama, haydi yavrum hayırlı olsun, Allah utandırmasın deyip Edirne’ye doğru uzak yollara uğurladık.
Bizim oğlan bu işi çok sevmiş, öyle bir çalışmış, öyle bir çalışmış ki, üniversiteli ve diplomalı kişileri çok gerilerde bırakmış. Şirketin satışlarını on katına çıkarmış. Bu şimdiye kadar Whürth tarihinde görülmüş bir olay değilmiş. Whürth şirketi bizim deli oğlan Öner Oruç adına kocaman kapı gibi özel bir takdirname hazırlayıp kendisine vermiş ve maaşını da on katına çıkarmış. Bu kocaman takdirnameyi özenle sakladığı yerden bulup çıkardı ve bize gösterdi. Yeğenimizle çok gurur duyduk.
Akşam olmak üzereydi. Kızımız Nihan’dan bir telefon geldi. Anne- Baba size Pamukkale’de bir otel kiraladım. Parası da ödendi, bu gece için gidip orada kalabilirsiniz dedi. Yanlış yazmadım. Otel odası demiyor bakın! Size bir otel kiraladım diyor. Buna çok sevindik. Hemen Öner’le vedalaşıp Pamukkale’ye ve otelimizin bulunduğu yere hareket ettik. Yarım saat sonra otelimizdeydik. Önce resepsiyona uğradık. Resepsiyonist; aaa ben sizi tanıyorum, dedi. Bizim hanım da, bizim bey biraz medyatiktir, diyerek tasdikledi. Zaten isimlerimiz de listede kayıtlıydı. Resepsiyonist beni tanıyınca tabii ki bir ödül de kazandı. Ben de çantamı karıştırdım ve BENİM DÜNYAM adlı şiir kitabımdan bir tane bulup resepsiyoniste hediye ettim. Arkadaşlarla beraber okursunuz dedim.
Kral dairesi de dahil olmak üzere tüm odalar bizimdi. Resepsiyonist istediğiniz odada kalabilirsiniz, dedi. Belboylardan birisi çantalarımızı taşıdı, bizi ikinci kata çıkardı ve havuzu gören iki oda tahsis etti. Tabii ki iyi bir bahşiş de kazandı. Birine oğlumuz Hakan, diğerine de biz yerleştik.
Az sonra, termal havuzun sıcak suyunu açtık. İsterseniz termal havuza girebilirsiniz diye bir haber geldi. Bizim hanım termal havuzları çok sever. Hemen mayolarımızı giyip termal havuza gittik. Termal havuz bütün yorgunluğumuzu aldı.
Akşam olmaktaydı. Havuzdan çıkıp önce odalarımıza gittik. Duşumuzu aldık, kurulanıp giyindik. Akşam yemeği için restorana indik. Restoranda bütün masalar bizimdi. Hal böyle olunca seçmek bile zor oluyor. Cam kenarında havuzu gören bir masaya oturduk. Garsonundan, aşçıbaşısı ve şefine kadar herkes sadece bize hizmet ediyordu.
Yemekten sonra eşim ve oğlum Hakan şehri gezmeye çıktılar. Ben otelde kaldım. TV de haberlere baktım, güzel bir dizi bulmaya çalıştım. Biraz izledim. Reklamlar çıkınca ben de çantamdan kavalımı çıkarıp balkonda türküler, şarkılar çalmaya başladım. Bir kişi kavalın sesini duyup, havuz başına izlemeye geldi. Bulunduğumuz odanın balkonu sanki bir konser sahnesi gibiydi. Aşağıdan ve havuzun oralardan sesler çok iyi duyuluyordu. Kavalın sesini duyan geldi, duyan geldi. Az sonra hotelin tüm personeli havuz başındaydı. Kendilerine özel bir kaval konseri vermiş gibi oldu. Sadece 5-6 kişiye çalıyordum. Kendilerini çok şanslı hissettiler. Konser bitince beni alkışladılar. Bu arada bizimkiler de akşam gezisinden döndüler. Artık yatma vakti gelmişti. Yatak odalarımıza çekildik.
Sabah kahvaltısından sonra otel personeliyle vedalaşıp Akçay’a doğru yola çıktık. Artık Denizli’ye uğramamıza gerek yoktu. İç Egeden, kestirme yollardan, özellikle Manisa yolundan gidecektik. Buldan’a geldiğimizde bir benzin istasyonu bulup arabamıza benzin alalım dedik. Benzin alırken Hakan’ın dikkatini çekti. Depoya giden benzin borusu delinmiş, damlatıyordu. Bu vaziyette Akçay’a kadar gidemezdik. Benzinin yarısını araba kullanacak, yarısı damlayıp boşa gidecekti.
Benzinci bir yol gösterdi, şimdi şu ilerden bir U dönüşü yapıp yeniden Burhaniye’ye gidin. Biraz ilerde bir tamirci var. Ona bir baktırın, dedi. Biz de öyle yaptık. Burhaniye’ye gelip tamirciyi bulduk. Hakan arabayı ve arızayı gösterirken Tamirci de araba ile uğraşırken biz de dükkanın önünde ayakta bekleşiyoruz. Sonra tamirci, bu iş biraz sürecek, ayakta durup yorulmayınız, şu karşıda sandalyelerde gölgede oturunuz, ben size tamir bitince haber vereceğim dedi.
Eşim ve ben karşıya geçtik. Orada bir adam oturuyordu. Selamlaştık. Oturduk. Adam dokumacı imiş. Otomatik makinalar takkıdı tukkudu peştemal dokuyordu. İki makinası vardı. Makinalar kendisi dokuyor, adam oturuyordu. Arada bir arıza olursa, ip koparsa makineler otomatik olarak duruyor, usta gidip arızayı keşfedip onarıp dokumayı yeniden başlatıyordu.
Benim babam da gençliğinde dokumacı olduğu için bu seslere ve dokumalara alışkındım. Çok iplik, masura, bobin sardım, babama yardım ettim. Ancak o zamanlar bunlar el tezgahlarında dokunuyordu. Daha sonraları otomatik makinelere geçildi.
Dokumacı amca içeriye girip elinde 2 paket peştamalla geri geldi. Bunlar sizin için benden size hediye dedi. Biz gerek yok falan dedikse de usta fikrinde ısrarlıydı. Biz de kabul ettik. Peştamalların yanı sıra kartını telefonunu da verdi. Gittiğiniz yerlerde bunları görüp beğenenler olursa kargoyla gönderirim, hatta gitiğiniz yerlerde bunlardan satabilirseniz size indirimli olarak verebilirim ve bir satış organizasyonu kurabiliriz dedi.
Dokumacı amca para da kabul etmiyor. Eşim de düşündü, arabaya gitti Denizli için getirdiğimiz hediye paketlerinden birisini kapıp geldi ve masaya koydu. Bu da bizden size hediye dedi. Sohbet ve çaylar bitinceye kadar arabanın tamiri de bitmişti. Tamirci, bu sizi Akçay’a kadar götürür, ancak orada bir tamirciye gidip bu delinmiş olan benzin borusunu değiştirmeniz gerekli deyip bizi gönderdi.
Dokumacı amcayla, tamirciyle ve orada bulunan herkesle vedalaşıp yeniden Akçay’a doğru yollara düştük. Zaten az yolumuz kalmıştı. Manisa’ya gelince yollarda üzüm ve meyve satanlara rastladık. Fakat fiyatlara baktık, üretici olamalarına rağmen ucuz değildi. Marketlerdeki gibiydi. Hiçbir şey almadan devam ettik. Akşam olmak üzereyken Akçay’a geldik. Tam zamanında yetiştik. Hakan arabayı evimizin önüne park etti. Uzun yol dolayısıyla yorulmuştu. Hiç arabaya, arızaya falan bakamadı. Pandemi dolayısıyla cumartesi Pazar iki günümüz evde geçti.
Hakan Pazartesi günü Akçay ve Edremit Sanayideki oto tamircilerine bir dolaştı. Fakat arabamızın değişmesi gereken parçasını bulamadı. Sonraki günler bu parçayı nereden bulabileceği hakkında projeler geliştirdi. Ve İstanbul’da oto parçası satanlarda buldu. Bir adet sipariş verip getirtti.
Bir iki gün sonra bir kargocu kapımızı çaldı. Üzeri ambalaj bandıyla sarılmış, elli altmış cm. Boyunda eğri büğrü yılan gibi bir şeydi. Hakan bunu alıp Edremit oto sanayide birine gidip arabaya taktırdı. Arabamız yeniden Akçay ve uzun yollar için hazırdı.
Kim bilir, belki gelecek yıl Gap turu, belki de Karadeniz turu yaparız...
MUSTAFA UZELLİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.