- 255 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Zaman ve Mekanın Mahkumu İnsan
İnsan yaşadık ve yaş aldıkça dünyada değişmeyen tek şeyin değişimin bizzat kendisi olduğunu daha net idrak etmeye başlıyor. İlk gençlik yıllarında önünde serili duran yaşamın zaman içerisinde aslında değişmeyen temeller üzerine değil tamamıyla değişebilir temeller üzerine inşa edildiğini kavrıyor. İnsan nasıl baki değil fani sıfatına sahipse, içinde yaşadığı bu dünya ve bu evren de baki değil fani. Evrenimizin şöyle bir denklemi var ki kuralları makro boyut içinde mikro boyut içinde geçerli. Yani evrenimizdeki koca koca yıldızlar içinde, devasa galaksiler içinde aynı kanunlar geçerli; gözle görülmeyen atom zerrecikleri için de aynı kanunlar geçerli. Zira söz konusu kanunlar olduğu zaman evreni bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Çünkü tüm evren aynı noktadan kaynak alıyor. Şu anki bilimsel verilere göre bu kaynak büyük patlama (big bang) olarak görülüyor. Her ne kadar güven, temelinde değişime karşı bir duygu gibi görünse de mesela evrenimizde her daim bir şeylerin değişebileceği gerçeğine güvenebiliriz. Bu da güvenin başka bir formu olsa gerek ancak yalanlara değil gerçeklere güvenmek her daim doğru olan yoldur diye düşünüyorum. Eskiler ne de güzel özetlemiş durumu; “Ağaca dayanma çürür, insana dayanma ölür.” Ölmez diyeceğimiz insan var mı şu dünyada Allah aşkına? Şahsen bende bu yanılsamanın kanmışlarındandım. Kısa ömrüm boyunca çokça güvendim, defalarca güvenmek istedim. Sonra ölümün o buz gibi soğuk yüzünü gördüm defalarca ve insanlara olan güvenimin parça parça dağılmasına şahit oldum çok kez. Ancak sonrasında güvenin farklı bir boyutu olsa da ölüm gerçeğinin insanları güvenilmez yaptığı gerçeğine güvenir oldum. Saygım gereği öznel cümleler kuruyorum ancak gözlemlerim neticesinde insanların ekserisinin de özellikle belli bir yaştan sonra duruma benim gibi baktığını yakından biliyorum.
İnsan yapısı gereği güvenmek ister, inanmak ister, ait olmak ister. Çünkü bu hisler insana huzur verir. Eğer ruh halinde herhangi bir sıkıntı yoksa insanın, tüm insanlar ekseriyetle yapıları gereği huzura doğru hareket ederler. Hiç kimse huzursuzluğu hayatına davet etmez, etmek istemez. Elbette huzursuzlukla huzur bulan insanlarda vardır ama bu huzursuzluk çabasının da temelinde hastalıklı olsa da bir huzur temennisi yatmaktadır. Her ne kadar içinde yaşadığımız evrenin en mühim kavramlarından birisi değişim olsa da biz insanlar değişimi kolay kolay kabullenmek istemeyiz. Alışkanlıklarımızın, alışkanlıklardan ihtiyaca ve hata bağımlılığa dönüşen tüm isteklerimizin temelinde değişime karşı olan bu güçlü muhalefet hissi yatmaktadır. Aslına bakılırsa ben insanların yapıları, davranışları ve düşüncelerini objektif bir biçimde değerlendirdiğimde bu dünyaya ait olmadığımız sonucuna ulaşıyorum. Çünkü sınırları olan bu dünyada biz insanlar; sınırsız ihtiyaçlara, isteklere ve hırslara sahibiz. Bunu ruh fikriyle açıklamak mümkündür diye düşünüyorum. Şöyle ki evrenimizde enerjinin yok olmadığı, yalnızca form değiştirdiği gibi bir bilimsel bilgiye sahibiz. Temelde bu dünyada gördüğümüz tüm canlılar aslında ortak atomlara sahip karbon temelli varlıklar. Karbon, hidrojen, oksijen, azot, fosfor ve sülfür atom ve moleküllerinin farklı bağlarla, farklı dizilimlerle canlı çeşitliliğini oluşturmaktalar. Mesela burnumuzun ucundaki bir hücrenin içerisinde bulunan bir karbon atomu bundan binlerce yıl önce yaşamış bir mamuta ait bir atom tanesi olabilir. Bu elbette işin maddesel kısmıdır. Yani bundan bin yıl sonra sahip olduğumuz ve bedenim dediğimiz atomlarımız kim bilir gezegenimizde nerelere ve kimlere saçılacak? Bu sorunun cevabını vermek imkânsız olsa da bu gerçeğe ulaşmak oldukça kolay günümüz bilimsel verileriyle. Bu maddesel dünyanın dışında bir de manevi ya da ruhani diyeceğimiz bir boyut var. Semavi olsun ya da olmasın birçok inanç siteminde bahsedilen ruh meselesinden bahsediyorum elbette. Canlıların ruhları var ve inanışlara göre bu ruhlar ölümsüz. Yani hiçbir zaman kaybolmayan, yok olmayan varlıklar. İşte yazımın başında bahsettiğim ve insanın yeryüzü macerasındaki tüm sıkıntıların temelini oluşturan problem tam da buradan temel alıyor kendine; biz sonsuz ve sınırsız ruhlara sahip olan insanlar maalesef sınırlı ve sonlu bir evrene, sınırları ve sonları olan bir gezegene hapsedilmiş mahkûmlara benzemekteyiz. İnanç sistemlerinde bahsedilen sonsuz mükâfat ya da sonsuz azapta bu durumda sınırlı ve sonlu bedenlerimize değil, sınırsız ve sonsuz ruhlarımıza dayanıyor şeklinde bir çıkarımda bulunuyorum bu durumda ister istemez. Sık sık canımızın sıkılıyor olması da bu mahkûmiyet durumudur kanımca. Ancak bu hususta insanlığın elinde genel geçer bilgiler yok maalesef. Çünkü ölümü deneyimleyip daha sonra elde ettiği deneyimleri bizimle paylaşacak bir insan henüz çıkmadı. Zaten çıksaydı da muhtemelen kendisini aklını yitirmiş olarak etiketleyip hastaneye filan kaptırdık. Bu konu ile bilgiler genellikle inanç disiplinlerinden derlenen dogmatik bilgiler. Biz insanlar kendi çabalarımızda yalnızca içerisinde yaşadığımız bu dünyayı anlamlandırabiliyor ve elde ettiğimiz verilerle bu maddesel evren hakkında çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Dünyanın ötesini ise bize inançlar ve mitler anlatıyor. Semavi dinlerde yaratıcının biz insanlar arasından seçtiği insanlar yaratıcının izin verdiği ölçüde bize ruhani ya da manevi dünyadan bahsediyorlar. Bu anlatılanları sınama gibi bir olanağımız yok ancak söylenilen her insanın bu deneyimi yaşayacağı yönünde. Gerçek şu ki her doğan bir gün ölecek ve o zaman neyin ne olduğu ortaya çıkacak.
Yaratıcı hakkında bildiklerimiz elbette yaratıcının bize elçileri vasıtasıyla anlattığı kadarıyla sınırlı. Semavi dinlerin biz insanlara bahsettiği yaratıcı; insanın sınırlı zihni ile algılayamayacağı kadar güçlü bir varlık. Biz insanlar zaman ve mekân kavramlarının mahkûmu varlıklar olduğumuz için sonsuzluğu ve bu konuyu kolay kolay kavrayamayacağımızı biliyorum. Yani bahsettiğim şey sonsuzluğun kelime manası değil. Bunu okuma yazma bilen ve kafası az çok çalışan herkes bilir ve bilmektedir zaten. Benim demek istediğim sonsuzluk kavramını kavrayabilmektir. Örneğin bin sayısı kolaylıkla ağızdan çıkar ve anlaşılır. Ama bin sayısını kavramak için bine kadar sayılması istendiğinde işler değişir. Daha yüze gelmeden sıkılır insan, sonrasında hata yapıp yapmadığını düşünür ve işler karışır. Bir yolu bilmek ile o yolda yürümek ayrı şeylerdir çünkü. Yaratıcı kendini biz insanlara birçok sıfatla tanıtıyor. Bunlardan bir kaçını sıralayacak olursak; öncesi ve sonrası olmayan, her şeye gücü yeten, hiçbir zayıflığa sahip olmayan, hiçbir şeye benzemeyen, var olmak ve varlığını devam ettirmek için hiçbir şeye ya da hiçbir kimseye ihtiyacı olmayan, her şeyi gören, her şeyi işiten, her şeyi kontrol altında tutan, tüm evrenin (gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin) yaratıcısı olan yüce varlık. Yani böylesi bir gücü algılayabilmek insan gibi kısıtlı bir varlık için pek mümkün görünmüyor. Ben çoğu zaman tapındığım yaratıcı hakkında uzun uzun düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Zira insan önce kendini tanımalı ve sonra hayatındaki en büyük gücü tanımalıdır diye düşünüyorum. Bu tanıma macerasında kendimden yola çıkarak yaratıcıyı tanıma çabalarım elbette her zaman hüsranla sonuçlanıyor. Çünkü öyle bir büyük güçten bahsediyoruz ki hiçbir kıyas kabul etmiyor. Yaratıcının bence en güçlü sıfatları kuşkusuz zaman ve mekândan bağımsız olmasıdır. Yani biz insanlar bir kez dahi olsun zamanın olmamasını anlayabilir miyiz? Bunun mümkün olduğunu düşünmüyorum. Çünkü varlığımız bile zamanın üzerine inşa edilmiş. Ömür dediğimiz şey netice itibarıyla doğum ve ölüm arasında kalan zaman dilimi değil mi netice olarak? Yani bir işin ya da bir oluşun aynı anda hem başında hem ortasında hem de sonunda olduğunuzu düşünebilir misiniz? Ben şu an içinde bu yazıya hem yeni başladım hem de bitirdim. Yazarken de, düşünürken de, okurken de anlayamamaya devam ediyorum. İşte tam da burada benim de hatlar karıştığı için maalesef devam edemiyorum.
Fazla da zorlamamak lazım zaten, Spinoza’nın da dediği gibi “Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz, anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.