Hayat İşte
Hayat İşte
Hayatında hiç aşkı tatmamış biri için sevilene olan bu ilgi bir dereceden sonra anlamsız gelir. Salt inattır tutkunun anlamı. İnsan beyninde oksitosin, vazopressin ve dopamin gibi hormonlardaki kimyasal tepkilerin sonucu olması yeterli aşkın izahı için. Ya derinliği! Maneviyattaki karşılığı…
....
Yeni camiin önünden ağır adımlarla yürürken, yaşadıklarını düşünüyordu genç adam. İçindeki yalnızlığın hükmü altında var olmaya çalıştığı kalabalığın sahte ışıltılı hissiyatından daha gerçekçiydi yürüdüğü bu karanlık. Esen rüzgarla denizden gelen amonyak kokusunu katıp serinliğine gecenin, içine çekti. Ruhunda tarif edemediği kaybolmuşluk ilk gördüğü bankın kenarına ilişti küçülerek. Sanki arafta bir yerde, ya bu sabaha çıkıp güneşin doğuşunu izleyecek ya da… Ya da ilk defa güneş bildiği anlamda doğmayacaktı.
Saate bakmayı düşündü bir an. Ama ne saati kolundaydı ne de telefonu yanındaydı. Zamanın anlamsızlığında tüm yaşadıklarını anlamlandırmaya çalıştı. İşi gücü fena değildi. Yoğun koşturmaların dahilinde maddi varlık merdivenlerinde bir kapının önünde elinde anahtar, bekliyordu sadece.
Annesi babası hakkın rahmetine kavuşmuş bir kardeşi ise kurulan yuvasında kendi hayat mücadelesindeydi. Severdi ya onu! Ne de olsa hayata başlarken, aynı yalnızlıkları, aynı umutları paylaşmışlardı onunla. Ama artık onun hayatı paylaştığı çok daha gerçek biri vardı. Göz görmeyince gönül de alışıyor mesafelere demek. Kardeşlik bitmiyor olsa da doğanın kanunu uygulanıyor bir saatten sonra. Hayat işte!
Yaşanmışlıklarını getirdi gözün önü, tüm çıplaklığıyla... Kendine münhasır gizleriyle… Bir zaman var olan derinliğini hatırlamaya çalıştı. O kadar uzaktı ki benliğinden. Bölük pörçük hatıralarında güzel gözleri olan bir kıza hissettiklerine yoğunlaştı bir an. O kızın saçlarını, dudaklarını hatırlamaya çalıştı. Hayatlarının nerede, nasıl kesiştiğini ve ayrıldığını anımsamaya uğraştı. Sanki tüm her şey başka bir hayatta yaşanmış gibiydi. Yoksa aklında kalan bir filmin duygusal sahneleri miydi? Garip dilemma… Sonra adını hatırladı kızın ve hikayenin geçtiği mekanı… Aslı diye biri ve İlkokul 3. Sınıf.
Dudaklarında tebessümün hüzünlü kıvrımı oluşmasına engel olamadı genç adam. Kazandığını zannederken kaybettiklerini düşündü. O kadar yorgundu ki… Ve o kadar bıkkın…
İçi titreyerek gecenin bir yerinde İstanbul’un ortasında olma nedenini düşündü. Yokluğuna musallat olan yalancı varlıkların menfaatlerindeki azgınlığıyla nasıl gönlüne çöktüğünü, suratlarına kondurdukları kocaman gülümsemeleriyle kapıları açarken havada uçuşan riyakarlıklarını anladığı an geldi aklına. Nasıl da içi acımıştı. Ve o korkunç şüphe girdi içine. Acaba ben de mi??? Midesi bulandı. İstifra etse rahatlayacaktı belki. Bunca hengamenin ortasında çok sonradan fark ettiği küçücük bir ayrıntı vardı. Ki sonun başlangıcıydı onun için… Kazandığını zannederken avuçlarından yitip giden umudunu iliklerine kadar hissetti. O aslında apaçık kaybedenlerdendi. Ve o son darbe de imzasıydı kaderin. Tescillenmiş bir hiçti artık kendi nezdinde.
…………
Evet asıl hikayenin adı Özlemdi.
Her sabah aynı saatte servisten iner kahvaltı ettiği börekçide hep aynı yere oturup sadece bir çay ve poaça söylerdi kendisine. Çaprazındaki aynayı çok sonra fark etmişti genç adam. Aynı yere otursaydı eğer kendini görecekti.
Aynı ortamı devamlı paylaşanlar bilir. Kimse birbirini tanımasa da aşinalık oluşur zamanla. Ve ilgisiz karşılıklı konuşmalar. İşte öyle bir şeydi. O gün genç adam omuz çantasıyla garsonun genç kıza getirdiği çaya çarpınca olması gereken olmuş sıcak çay kızın üzerine dökülmüştü. Canı olanca yanan kız;
-Ayyyy! Dikkat eder misiniz?
-Pardon!
-Pardonlar çıkalı…
-Evet. Pardonlar çıkalı???
-“Özür dilerim”ler azaldı diyecektim. Dedi gülümseyerek.
Genç adam da tebessümle karşılık vermişti. Hem hatalıydı, hem de kız bir şekilde ortamı yumuşatmıştı;
-Gerçekten çok özür dilerim. Çok dalgındım. Böyle olmasını istemezdim.
-Önemli değil dedi gen kız. Sağlık olsun.
Genç adam;
-Emin olun bu densizliğimi size affettireceğim.
Ağzından son çıkan cümleyi dışarıya çıktıktan sonra düşündü bir süre için. Açıkçası şaşkındı.
Genç kız ise gelişmeyi bir mucize olarak düşündü. Ne de olsa filmlerde olurdu böyle şeyler. Yüzünde hafif pembelik, adamın arkasından bakarken dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm ile anın heyecanını yaşamaya devam etti. Ve o gün bilinmeyen bir nedenle her ikisi için de güzel geçmişti.
Ertesi gün genç adam börekçiye gittiğinde yine aynı masada gördü genç kızı. Yanına gitti.
-Müsaade ederseniz dünkü kabalığımı unutturmak isterim.
Biraz utangaç tebessümü ile genç kız;
-Hımmm. Nasıl olacakmış bakalım. Benim hafızam çok güçlüdür.
Adam kızın gözlerin içine yavaşça akarak ,
-Denemeden bilemeyiz değil mi? Lütfen izin verin. Beraber görelim.
Zaten kızın ne naz edecek hali vardı ne de karşı koyacak gücü.
-Beraber görelim? Görelim bakalım…
Böylece tanıştılar. Konuşurken ve birbirlerini tamamlayan cümleler kurarken zamanın en güzel ayrıntılarını biriktirdiler. Yüzü su gibiydi kızın. Gözleri simsiyah. Kocaman bakışları içine işleyen kumral ipek saçları omuzlarına saçılmış. Dudakları rüya renginde. Her ayrıntısı ezberine kazındı adamın. Lakin bir şeyi fark edememişti. Hayatın anlamını değiştirecek tek şeyi…
Genç adam olasılıkların ve olanların farkında değildi maalesef. Hayatı konumlandırdığı, gerçek bildiği akışta adı Özlem olan bu hanımefendinin yeri sadece sabahın belli saatinde o börekçiyle sınırlıydı. Güne iyi başlamak için görülmesi elzem olan bir güzellikti belki. Ya da içindeki boşluğu anlamlandıran hayatın ona sunduğu bir anomali. Kimbilir, içini dökerek rahatlattığı hem güzel hem harika bir dinleyici.
Özlem için ise hayata anlamını yüklediği tüm beklentilerin bileşkesi. Gördüğü ilk andan beri içine nakış nakış işlenen platonik bir aşk belgeseliydi. Beklentileri iradesi dışında gelişmiş ve uzaktan da olsa sevmişti onu. Ama olacaklardan daha fazlasını hayal edemezdi.
Her sabah aynı saatte aynı yerde. Zaman su gibi akıp geçti. Özlem azalan ümitleriyle bekledi. Alışkanlık hiç mi aşka dönüşmez. Ya da hiç mi bir aşk alışkanlığı deneyimlemez. Olmayınca olmadı işte. Aylar geçti. Özlem hep bekledi aynı hislerle. Genç adam geldi, gördü ve gitti. Her sabah artan tebessümü ile gözünün önündeki mutluluğu elinin tersiyle itercesine o masanın sadece bir masa olmadığını anlamadan kalkıp iş diye bildiği aslına döndü. Karanlık gönlüne doğacak güneşi özlemle bekleyen yüreğini gereksiz ne kadar hırs varsa zincirleyip kendi küçük ve sığ dünyasına döndü.
Ta ki Özlemi o masada görmediği o sabaha kadar. Belki takılmıştır, geç kalmıştır diye düşündü. Sonra gelmeyince hasta mı acaba diye düşündü. Ya başına bir şey geldiyse… Endişe kapladı içini. Keşke bir telefonu olsaydı elinde ya da ne bileyim bir adres bilgisi. Ona ulaşılabilecek her şey olabilirdi. O an anladı anlamını her sabah görüp vazgeçemediği o gözlerin.
Tüm umutsuzluğuyla kalkıp kapıya yöneldiğinde:
-Afedersiniz. ….. Bey siz misiniz?
-Evet. Ne vardı?
-Özlem Hanım bu notu size vermemi rica etmişti.
-Kendisi nerede? Neden gelmediğini biliyor musunuz?
-Hayır efendim. Dün akşam gelip bu notu size vermemi rica etti. Her gün ki müşterilerimizi kıramazdım ben de! İyi günler!
Garson dönüp arkasını giderken adam elindeki kağıdı masaya koydu. Oturup açmak istedi. Korktu. Neden? Korkmasına anlam veremedi. Ne içindi içindeki bu huzursuzluk. Sanki… Sanki ışığını kaybetmişti. Sanki önündeki yol bitmişti. Canı neden bu kadar acımıştı? Sonra elini nota uzattı. Açtı. Nemli gözleriyle bakarken harflerin karışmasına anlam veremedi. Elinin tersiyle gözlerini silip tekrar baktı kağıda.
-“Sevgili …..
Hep bekledim seni. Çok bekledim. Sabırla inatla belki. Beni sevdiğini sandığım olmaması gereken hislerle belki bir umut yine de bekledim seni. Ama sen hiç gelmedin. Asla gelmeyecektin. Sana bahsetmiştim. Çok direndim bugüne kadar. Evleniyorum. Kendine çok iyi bak! Allaha emanet ol. El Veda…”
O gün sabah olmadan gece olmuştu sanki. Hiçbir şeyin farkında olmadan her şeyin farkına vakit geçtikten sonra varmanın ıstırabını yaşadı genç adam. Hala da yaşıyordu. Ne diyebilirdi ki? Tüm ümitlerin çaresizliğe gömüldüğü yerde. İçinden akan yaşlarla dağıldığını hissederek kırıp dökmek istese anlamını kaybetmişti yaşamak. Neyi geri getirebilirdi ki?
Ölüm gibi bir şey yaşamış Özlemini yitirmişti. Kendini zavallı hissetti. Ve bir o kadar da aptal geri zekalı. Nasıl olabilirdi? Her şeyini anlattığı o kızın, olası geleceğinde var olduğunu kanıtlayacak tek bir emare yoktu elinde. Bir rüya görmüş ve uyanmıştı tüm acı gerçeğiyle…
……….
Bu sessizlik…
Suskunluk en derinden.
Sadece dalgaların kıyıya vurduğu an duyduğu o ses
Ve içten içe çırpınışı.
Ya kabul edecekti hakikatini ya da ……….
Bir teselli…
Çaresi olmalı diye geçirdi içinden.
Sonra gecenin karanlığını bölen o ses yankılandı yanan bağrında.
Gönlünü nuruyla yıkarcasına hayattan bir nefes aldı.
Zira, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Benliğine işleyen,
Var olması gerektiğini hatırlatan,
Gerçek aşkın kaynağını öğreten “Özlem”e minnet duyarken,
Huzurla dinledi o sesi;
-ALLAHU EKBER… ALLAHU EKBER.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.