- 704 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
0114 - BERDUCESİ - - CANIM İSTANBUL
BERDUCESİ
a
Dehşetli üşüyor
ansızın gözbebeklerinden alaturka kurtulmuş
yoksa saçları bütün saçları dünyaya akıyor
aksarayda ve üç kulaç derinde
beklemek daha başka sırtüstü yatıyor
bütün azaları kirlenmiş
günahlarından işlenmiş apayrı tüyleriyle
kızlığından tavşan dokunulmazlığı bir sahne mutlaka
ve galiba
karnının bir bölümünden sonsuz ürperiyor
Cahit ZARİFOĞLU -1962
Maraş’ta Açı dergisinde çıkmış.
***
BERDÜCESİ
Zarifoğlu bu şiiri yazar ama başlığının ne olacağına karar veremez. Erdem Bayazıt’la bir araya geldiği yüksek bir dağ köyünde ona fikrini sorar. O da: “Berdücesi olsun!” der. Berducesi, bir araya geldikleri yerin adıdır.
Bu şiir, sanıldığı gibi sıradan bir sokak kadını için değil, İstanbul için yazılmıştır. O tepeyle ne ilişkisi vardır? Neden Berducesi uygun görülmüştür? Aslı Berducesi değil, Berdücesi, yani Berd Ücesi’dir. Berd soğuk, Üce Yüce demektir. Berdücesi, soğuğun zirvesi anlamındadır.
Neden bu isim? Neden ılıklık, sıcaklık, sıcacıklık değil de soğukluk? Neden soğuğun zirve yaptığı yer?
Şiir, hayal ürünüdür. Hayale sınır yok! Yaz, çiz, karala... Fakat anlam altında anlamlar barındırır. Deniz gibi hatta okyanus gibidir. Kıyısında yüzmeyi becerebilenler için o kadarcık anlam içerir. Dalgıçlar için bambaşkadır, doğal olarak. Ben de usta bir dalgıç olduğum iddiasındayım. Şiirlerin okyanuslarının derinlerindeki midyeleri açar, içlerinden nice nice inci çıkarır, gözler önüne sererim! Sünger avcısı değilim. İddialıyım!
Gerçek bir şairin yazdığı her şiir bir okyanustur ve derinliklerinde servetler yatmaktadır.
***
CANIM İSTANBUL
Burada, netteki tüm kaynaklardan ve tüm yazılıp çizilenden farklı bir Sevgili var! Bu bölümde, açık açık, bir sokak kadınından değil, İstanbul’dan bahsediliyor.
Dehşetli üşüyor İstanbul. Artık eski gelenek ve göreneği, töre hayatına uygun bir yaşayış tarzına dönmüş. Saçları bütün saçları Marmara Denizi’nden ve Çanakkale Boğazı’ndan çıkarak, dünyaya akıyor. Aksaray’da ve üç kulaç derinde beklemek, yani kıyıları daha başka… Vaktiyle işgal altında olduğundan bütün azaları kirlenmiş vaziyette sırtüstü yatıyor, Günahlarından işlenmiş apayrı görünümüyle, tavşan dokunulmazlığı içinde korumaya çalıştığı bekâretinden bir sahne mutlaka ve galiba karnının bir bölümünden sonsuz ürperiyor, dokunulmazlığını kaybettiği halde, ırzını muhafaza etmeye çalışıyor.
Tüm deniz erlerinden ve razı olduğu, sırtında taşıdığı halkından, çırılçıplaklığını saçlarıyla gizlemeye çalışıyor. İstanbul, delikanlı kucaklardan hoşlandığı kadar derin yataklarda anlaşılmış, Haydarpaşa’dan binip Kurtalan’da trenden inen bir kız gibi…
Beklemek daha başka şey… Ey güzel İstanbul! Sen benim, kızlığını bildiğim, Hıristiyan işgalinden kurtulmuş, yağmur gibi gözyaşlarıyla kiliselerden kaçmış minareler gibisin. Tutuldun, sır vermez dip odalarına atıldın. İşgal edildin, esir edildin. Kahramanlığın hükümsüz kaldı. Gerçi başkalarına kalırsa şimdi de her an dokunulmaktasın, ahlaken erozyona uğratılmaktasın. Bunca tanışıklığımız varken sana dair bana söz düşmüyor, bir şey yapamıyorum! Eğer bana söz düşerse, benimle olman, sevişmen kutsaldır. Çünkü benimsin, bana aitsin, nikâhlı eşimsin! Buna rağmen, başından bir maceradır geçmiş, bin türlü makam geçmiştir derim, tövbe ettirip, seni tekrar kabul eder, her şeyi sineye çekerim.
b
Yaratılmanın bir yoksulluğu da gereklilik, bir de öğünmüş gibi değil oysa kuşların ikimizi gece saat yirmi dört civarında ustalıkla gözlemesi, yüzde yüz bir tanımazlık sorunu… Her yanın öpülmüş. Üstünde yabancı mabetler, yapılar… Nerde senin şaşaalı zamanın, Lale Devrin!? Senin kır çiçekleri ayarında laleliğin Mayland’da hiç ama aşk değil bir tutam göz ağrısı, aşk değil kana bulanmış bir yürek, bir gece serüveni… Sonuç, zavallı ilkbahar çiçeklerinin kökünden katledilmesi… Zamanın yönetiminin ilgisiz kalışı nedeniyle yapayalnız bir keder… Sendeki Santa Luçiya gözleri… Sen Hıristiyanlaşmışsın. Benimkisi Harzemşah… Ben hâlâ o eski Osmanlıyım!
c
Saygılı dudaklarınla yarışırcasına konuştum, aşkımı ilan ettim, dua ettim. İnce bir ilgi yaşadım, sıkıntılı kıvranışlarında… Masum gözlerin dolu dolu… Harikulâde’ yaş bulutlarıyla kaplı semaların. Yürek safındaydım, sana âşığım… Sen bin mil uzaktasın… Koksa… Göz değil aşk, her yanın ve her yanım… Aşk değil bin çeşit göz… Herkesin gözü var sende!
Boğazından geçerek Asya’ya, Avrupa’ya, bütün dünyaya ulaşılır. İstanbul Boğazı, senin dudakların… Asya ile Avrupa’nın öpüştüğü yer, aynı zamanda.
Neden bunca çıldırdım, biliyor musun? Hem zindanda esir görüyordum seni; ilgisizce gezinen düşman gardiyanların çizmelerinin seslerinin yankılandığı bir hapishane koridoru canlanıyordu gözlerimin önünde, kahrımdan ölüyordum, hem de saçlarında yirmi yedi yıl lodos yaşanan abdestli namazlı, eli Kur’an’lı, beyaz tülbentli kız olarak görüyordum.
Laleli’den otobüse biniyordun. Kim bilir nerede oturuyordun, Avrupa’da mı Asya’da mı? Hıristiyan mıydın, Osmanlı, Türk mü? Her çizgisi düşman postalları altında çiğnenerek şekillenmiş, bilenmiş haldesin. Bin yıldır cephane taramış üç aziz bakışını yakaladım, Bin yıldır savaşlar içindesin. Üç aziz geldi geçti üstünden. Hep Blek Börd bir gözdeyiz. Black Bird, yani kara kuş…
Sıra kimin? Şimdi kime aitsin? Benimse rölans!.. Benimsen, benim olacaksan, servetimin tamamını öne sürüyorum! Çünkü ben, Osmanlı ve Türk benliğimle seni tüm yüreğim ve tüm varlığımla istiyorum!..
Allah razı olsun, şair!.. Razı olduklarının arasında haşretsin seni de beni de tüm müminleri de… ÂMİN!..
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI – 0114