- 221 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
PRUSYA MAVİSİ
Benim bütün hayatım sadece bir yorgunluktu…
Hep bir şeyler için yorulup durdum…Çocukken annemin babamın isteklerini yapmaya çalışmak, iyi bir öğrenci olmak, arkadaşlarının seni sevmesi, yalnız kalmamak için sevimli tatlı olmaya çabalamak, üniversitede iyi bir yerleri tutturmak, erkek arkadaşsız yalnız acayip kız olmamak, mezuniyette iş, eş, ev sırasıyla ilerlemek ve mutlaka iki çocuk yapmak, iyi anne olmak, eşini, çocuklarını ütüsüz gezdirmemek, onların geleceği için tasalanmak, torunlarına bakmak…Hepsi, hepsi bir yorgunluktu…
Kendimce kurallarım vardı aslında…Perşembeleri çamaşır yıkamam, cumaları mutlaka balık yaparım, evyede asla bulaşık, ortada bardak, çanak bırakmam, çarşaf ve nevresimler uyumlu olmak zorunda, havlular ve banyo halısı da…Dış dünyanın uyumsuzluğuna ve karmaşası önünde bir bariyer gibi duruyordu kurallarım…Giderek daha az konuşmaya başladığımı da fark eden olmadı çünkü zaten çok geveze biri değildim.
Kurallardan ve suskunluğumdan bunalan eşim benden ayrılıp, kuralsız ve genç ufuklara doğru yol aldığında feryat figan şikayet eden kızlarıma umarsızca bakıp hayatıma devam ettim. Bir yorgunluktan kurtulmuştum, bir fazlalığı atmış ve hafiflemiştim. Sonunda öyle bir yaşa geldim ki ne yöne bakacağımı şaşırdım. Genç değildim, teknik olarak yaşlı da sayılmazdım…Hala 38 beden, hala fit, çizgisiz, sarkıksız ama beyaz saçlarını boyamak zorunda kalan ve yakın gözlüğüne muhtaç durumda biri olmuştum. Bana abla ve teyze diyenleri iki gruba ayırdığımda ki bunu gerçekten yaptım, sayı tastamam eşit çıktı. İşte o zaman Arafta olmak nasıl bir şeydir keşfetmeye başladım…Cenneti cehennemden ayıran o dar koridorda sıkışıp kalan ruhların acısıyla kıvranıyordum…Çünkü bize genç ve yaşlı olmak öğretilmişti de Arafta olmak asla bahsedilmemişti.
İkiz torunlarım vardı ve yakınlarda menopoza girmiştim ama tutkularım ve hayallerim de vardı. Öyle filmlerde gördüğümüz gibi 50 sinden sonra çekip giden, aşık olan deli dolu yaşayan biri olmayacağımı biliyordum çünkü mayamda yoktu. Dışarda bulamadığım cevapları içimde bulurum umuduyla kendime döndüm, sustukça sustum, durdukça durdum ve sonunda kızlarım depresyona girmiş olduğumdan korkup beni bir psikiyatra götürdüler.
Benim gibi Arafta olmayan hala gençliğin sınırları içinde kalan psikiyatr ile sessizce oturup birbirimize gülümsedik. Ona içine gömüldüğüm hiçliğin huzurlu arkadaşlığından bahsetmenin bir anlamı yoktu çünkü sıradan insanlara göre hiçlik korkutucudur ve ondan kurtulmak için bir sürü şey yapılır, kurslar, geziler, dernekler, vakıflar…Oysa hiçlik kendi başına ılık dokunuşlara ve sevgi dolu bir anlayışa sahiptir…Sormaz, sorgulamaz, yormaz…
Orta yaş bunalımı denilerek elime tutuşturulan bir kutu antidepresan ile eve yollandım. Görevlerini yapmış olmanın huzuru içinde kızlarım bana bir de gezi ayarladılar…Kafka’yı ve Kundera’yı sevdiğimi düşünerek Prag’ı seçmişlerdi.
Prag, Barok, Gotik ve Art Nouveau stillerin birleşiminden doğan bir masal kenti gibiydi. Sabahları otelde kahvaltımı yapar, eski kenti yavaş yavaş dolaşır ve turumu Kafka cafe de bir melange içerek tamamlardım. Konuşmak zorunda kalmamak çok iyi gelmişti bana…Sonra bir gün o afişi gördüm eski bir kilisenin duvarına yapıştırılmış bir klasik konser afişiydi…Barok müzik konseri şef Alexandra Karev. İlginç olan orkestra şefinin benim yaşlarımda bir kadın olmasıydı, kısacık sarı saçları ve iri buz mavisi gözleri ile afişten çıkıp yanıma gelecekmiş gibi canlı ve tutkulu bakıyordu. Bu konsere gitmeliyim diyerek saatine ve gününe baktığımda derin bir hayal kırıklığı yaşadım, günü geçmişti…Ama afişin altında diğer kentlerdeki konserlerden bahsediyordu, gözlüğümü takıp okudum; yetişebileceğim tek bir konser kalmıştı ve o da Kaliningrad’daydı.
Baltık denizi kıyısındaki eski Alman kenti Köningsberg’den dönüşen yeni Rus kenti Kaliningrad da benim gibi Arafta kalmanın acısını yansıtıyor gibiydi. Ruhunda Alman hatta Prusyalı, çünkü Prusya krallığının başkenti idi, olan ve Rus elbiselerine bürünmek zorunda kalan yaşlı ve asil bir kadın gibi hüzünlü, soğuk ve durgundu…Gri mavi, bazen laciverte dönen gökyüzünün altında umarsızca yanan kiremit rengi çatıları ve bulanık renksiz kıyısı ile Kaliningrad beni adeta içine hapsetmişti…Buradan başka bir yere gidemeyeceğimi hissediyordum, güneşsizlik, insansızlık ve kendim olmaktan sıyrılmak içimde çöreklenen hiçliği beslemiş ve beni sıkıştığım dar koridordan biraz daha öteki yöne doğru itmişti…
Konser için bir elbise almaya karar verip ikinci el giysiler satan bir dükkana gittim. Soğuk mavi renkte 30ların çizgilerini yansıtan yakası dantelli bir elbise aldım kendime ve siyah saçlarımı sıkı bir topuz ile gözlerden silmeye çalıştım. Aralardan yansıyan inatçı beyazları görmezden gelmeye çalışarak bir tek tel havada kalmayacak şekilde düzelttim.
Konser salonu eski, ihtişamlı belle epoque günlerinin zayıf bir yansıması gibi art nouveau tarzdaydı, koltuklar oymalı, dik ve rahatsız, konuklar seçkin ve orta yaş üstüydü. Şef Alexandra Karev siyah klasik smokini, ışıltısı göz alan sarı kısacık saçları ile upuzun adımlar atarak salona girdi, 1. Kemanın elini sıkıp yerini aldı…kısacık bir sessizlikten sonra kollarını kaldırdı ve başladı…
Müziğin ruhumu nasıl teslim aldığını, nasıl içimdeki boşluklara nüfus edip beni yeniden biçimlendirdiğini anlatacak değilim…Çünkü anlatamam o haz duygusunun nasıl bir şey olduğunu…İnsan aşkı da yaşar ama anlatamaz.
Sonra Alexandra Karev seyirciye döndü ve kollarını kaldırarak orkestra ile beraber selam verdi. Birinci kemanın elini nazikçe tutup yanına çekti, birlikte tekrar eğildiler…Çiçekleri elinde kemanı ile gülümseyen ufak tefek kadına verdi. Koyu şarap rengi perde yavaş yavaş inerken oturmaya devam ettim.
Salon görevlisi hafifçe eğilip eski bir Almanca ile “kokteyl salonu giriş dedir sayın hanımefendi” dediğinde irkildim ve mutlu oldum…
Bir kadeh ışıltılı kırmızı şarap ile sırtı bana dönük olan Alexandra Karev’e doğru yürüdüm…Çok çok çekingendim ama o gece değil…Bildiğim kısıtlı Almanca ile “İnanılmazdınız” dedim ve sustum.
Bana doğru döndü, gülümsedi ve hafifçe eğilerek “Teşekkür ederim hanımefendi çok naziksiniz” dedi. Sonra tekrar dönüp kaldığı yerden devam etmek yerine konuşmaya devam etti.
-Buralı değilsiniz !...
-Hayır değilim Prag’dan geldim konser için…
-Çek de değilsiniz gerçi önemi yok…Konser için demek
-Evet Prag’da afişi görmüştüm, büyülendim. Geldim dinledim ve aşık oldum.
Sadece gülümsedi ve uzaklarda gördüğü bir şeyden etkilenmişçesine konuşmaya devam etti.
-Kaliningrad benim için çok özel bir yerdir Prusyalıyım ben…Savaşla yurdundundan olan gerçek Prusyalılardanım…
-Kaliningrad’ı çok sevdim dedim beni size ne olduğunu açıklayamayacağım bir şeyden kurtardı. Bir fazlalıktan belki…
-Bunu görebiliyorum…
-Öyle mi ?...Nasıl ?...
-Elbiseniz çok güzel bu renge ne denir biliyor musunuz?
-Hayır nedir ?...
-Prusya mavisi…Prusya krallığının rengi.
Kar yağıyordu, gece mavimsi karla, gökyüzünde uçuşan notalarla ve minik pırlantalara benzeyen yıldızlarla dolmuştu.
YORUMLAR
Hikayeleriniz arasında en beğendiğim diyebilirim.
Şef başta kadın demiştiniz, sonra sahnedeki hareketler erkek olduğu izlenimi verdi, son sohbet ise kesinlik kazandırdı.
Eğer kadın ise karşılaşma anındaki sohbette hem cins duygulanması, karakterin başta anlattığı sıkıntıya çözüm olurdu.
Sevgili Levant öykücüsü, güzel yazıyorsunuz güzel kurgunuz var, özgün diyemem çok çağrışım yapıyor öyküleriniz.
Öykü ve roman dil hakimiyeti imla titizliği ister, belki şiir belki tiyatro ya da bir senaryo etkileşimi artırmak için "gayrı nizam" benimseyebilir ama nesir türleri içinde en çok onların; öykü, roman , deneme ,eleştiri vb. derdi dil ve edebiyattır.
Beni mazur gör lütfen.