- 295 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KALBİME YASLANAN ÖLÜM-1
İlçeden köye gelen yarı ala çamurlu yolların üzerinden köyün girişine doğru eski model bir cip yalpalayarak ilerliyordu. Köyün girişi yokuştu. Bu yokuşu çıkan her araç zorlanırdı. Her kağnı gıcılardı. Yük taşıyan at, eşek, katır ve öküz nefes nefese kalırdı. Köyün girişinde Kör Yusuf’un ve ile Kertillerin Mustafa’nın kara yapılı evleri sizi her zaman ki gibi sıcak karışlar.
Kör Yusuf’un kara yapı evinin yokuşa bakan tarafında un değirmeni ve bulgur seteni bulunur. İsteyen buğdayını burada öğütür, un ve zavar yaptırır, isteyen de bulgur seteninde bulgurunu çektirirdi. Zaten köyün içinde iki un değirmeni vardı. Biri Kör Yusuf’un değirmeni, diğeri ise Kara Kamil’in değirmeniydi. Bu değirmenler; “Ataş Değirmeni” diye de isimlendirilir. Ne diyelim köylüler böyle isim vermişler. Köylüler: “Ununu ataş değirmeninde öğüttün mü?” Ya da “Ununu su değirmeninde öğüttün mü?” diye birbirlerine hep sorarlar.
Köyün özü (çay) su değirmenin çarkını döndürecek miktarda güçlü aktığından öz kenarına iki su değirmeni yapılmıştı. Aynı zamanda bu değirmenler ilçe yolu üzerindeydi. Bu değirmenlerden biri Çölalinin değirmeni, diğeri ise Çullu İbrahim’in değirmeniydi. Su değirmenlerinin ununun tadı gerçekten de bir başkadır. Çöreği, ekmeği, kadayıfı, katmeri, içlisi vb. hamurla ilgili aklınıza ne yiyecek geliyorsa tadına doyum olmaz. Tarladan çıkan buğday çuvallarla taşınarak özün berrak akan suyunda güzelce yıkanır. Tertemiz arı gibi olur. Daha sonra yıkanan bu buğday köy harmanlarında çulların üzerinde güzelce kurutulur. Un olma kıvamına gelen buğday tekrar çuvallara yüklenerek su değirmenin taşınır. Değirmen arkından coşkulu ve yoğun bir şekilde gelen su, değirmeni çalıştırır. Değirmenin üst tarafında içerisine doğru huni şeklinde irice bir ambar bulunur. İç tarafında ise değirmen taşını döndüren kocaman bir su çarkı bulunur. Su ambardan aşağı tazyikli ve güçlü bir şekilde inerek çarkı döndürmeye başlar. Dönen çark da değirmen taşını döndürür. Dönen değirmen taşına bırakılan buğday böylece un haline gelir. Şunu da hatırlatayım su değirmeninde öğütülen buğday, kepeğinden ayrılmadan un haline gelir. Kepekli unun tadına doyum olmaz. Unu muhteşem olan değirmenin bir de tadına doyulmaz değirmen çörekleri vardır. Bu çöreklerin tadına ise diyecek yoktur. Tadı damağınızda kalır. Tuz katılmadan sevgi hamura katılarak iyice yoğrulur ve meşe közlerinin külleri arasına gömülen çörek kıvamında pişerdi. Sonra iştahla bu güzelim çörekler mideye indirilir. Değirmen çöreğini tadan bir daha tatmak ister…
İster su değirmenleri, ister ataş değirmenleri olsun, değirmenciler arasında tatlı bir rekabet vardı. Kıskançlık, hasetlik değirmencilerin semtlerine uğramaz. Sevgi, saygı aralarında sürer gider. Değirmenlerin hiçbiri müşterisiz kalmazdı. Civar köylerden bile buraya un, zavar öğütmek ve bulgur çektirmek için yığın yığın insanlar gelirdi. Az da kazansalar kazandıklarına şükür edeler. Şükretmek o zamanki esnafın şiarındandı. Atalarımız bunu şöyle dile getirmişler: “Aza kanaat etmeyen, çoğunu bulamaz.” Diye…
Köye yaklaşan cipin siyah kalın camlarından içerdekiler belli olmuyordu. Havanın soğuk çehresinden camlar puslanmıştı. Aracın tekerinden fırlayan çamurlar, aracı çamura boyamıştı. Şoför önünü görmekte bile zorlanıyordu. Cipin egzozundan çıkan simsiyah umutsuz dumanlar görüş mesafesini kaybettiriyordu. Şapkası gözlerini kapatan şoför, yolu zar zor görüyordu. Şoförün toparlak yüzüne gamzeler iyi yakışmıştı. Cam gibi parlayan deniz mavisi gözleri, etrafa endişeli endişeli bakıyordu. Şoför içinden: “Allah’ım! Şu aracımı kazasız belasız gideceği yere bir ulaştır.” Diye dualar ediyordu. Şoför, tandık simaya benziyordu. Bu şoför, herkesin yakından tanıdığı ilçeden Aynacıların Muzaffer’den başkası değildi. Köyün ilçeden gelenini, gidenini genelde o taşır. Yol parasına az çok demez yolcularını taşırdı. İlçenin köylerinin kahrını bu çilekeş şoför çekerdi. Kimseyi yolda bırakmaz, inatla ulaşacağı yere götürürdü. Köylüler de Muzaffer Bey’e alışmışlardı. Onun aracından başkasına pek binmezlerdi.
Cipe çocukluğumuzdan beri bir sempatimiz vardı. İlkokulda resim dersinde öğretmenimiz: “Çocuklar! Haydi, bir resim çizin.” dediğinde kolayımıza gelen çöpten bir adam, bir ağaç, bir cip, bir de taksi çizerdik. Çocukluğumuzun en güzel resimleri belki de bunlardı. O günleri gerçekten hasretle arıyoruz…
Kış ayaklarını diremiş gitmemekte ısrar ediyordu. Tabiatın üzerine buz kütlesi çadırını kurmuş ayrılmak istemiyordu. Dünya hırsıyla boyanıp da hiç ölmeyecekmiş gibi düşünen bir insan gibiydi. Baharsa elini açmış kışın gitmesi için dualar üstüne dualar ediyordu. Köyün yolları toprak yoldu. Çamur sarmıştı, basılan her toprağı. Kara lastiğinize yapışan çamurlar lastiklerinizi elinizden çekip alıyor, sizi ayağınızdaki çoraplarla baş başa bırakıyordu.
Cip köyün içine doğru kara yapılı evlerin arasından, daracık sokaklardan ve geçit vermek istemeyen ağaçların altından yorgun argın ilerliyordu. Sanki nefesi sona erecek, bir adım dahi atamadan bayılıp düşecekti. Tekerler yerdeki ala karlı yolun çamurunu yaladıkça yalıyordu. Zaman zaman sağa sola kayıp yalpalayan cip, etrafına çamurlu su sıçratmaktan çekinmiyordu. Hele bir varacağı yere varsın tek düşüncesi buydu.
Üst ve başları yırtık, sökük bazılarının ayaklarında kara lastik bile bulunmayan umut yüklü gözleri cam gibi parlayan çocuklar; çamurlu yolların ortasında inadına cipi takip ediyorlardı. Cip durdukça onlar da duruyor, hareket ettikçe koşuyorlardı. Soluk soluğa koştukça koşuyorlar, cip nefes aldıkça onlar da bir dem nefes alıyorlardı. Ne diyelim çocukluk işte, çocuk aklı derler buna. Sanki atılan bu adımlar umutların ve geleceğin adımıydı. Geleceğin teminatıydı günahsız bu sabiler. Gözleri ay gibi inatla parıl parıl parlıyordu. Karamsar dünyaya neşe saçıyorlardı. Yüzlerinin bir kısmı çamura boyanmıştı. Bu durum onların umurlarında bile değildi. Bundan hiç rahatsızlık duymuyorlar güldükçe gülüyorlardı.
Ebeveynlerinin torunlarına sevgilerini olduğundan fazla abartması onları şımarttıkça şımartmıştı. Siz, bu çocukları bir de evde annelerine sorun bakalım. Dünya tatlısı, melek yüzlü bu çocuklar; üst başları çamur çaylak bir şekilde eve döndüklerinde suçluluk psikolojisine bürünüyorlardı. Ağızlarını bıçak açmıyor ve ağızlarından bir çift söz dahi çıkmıyordu. Dişleri kitli bir şekilde evin bir köşesine oturmuş halde süt dökmüş kedi gibi duruyorlardı. Gözlerini suçluluk edasıyla yere dikiyorlar, öylece bekleye duruyorlardı. Kendilerine şu soruları sormadan da edemiyorlardı. “Acaba anam, babam bana ne der? Beni döver mi? Bana kızar mı? Ben şimdi ne yapacağım?” diye kara kara düşünüyorlardı. Üst başlarını berbat bir şekilde gören anne babalarının sinirlenmeleri, kızarak sırtlarına iki yumruk atmaları ve kıçlarına bir okla ile vurmaları sanki onların kaderleriydi. Anne baba ne yaparsa yapsın, çocuklar yine bildiklerini okuyorlardı…
11.09.2023
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.