- 235 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARANLIK ÇAĞLAR
KARANLIK ÇAĞLAR
Dikenlerin bacaklarını çizmesine aldırmadan, sıcağı, tozu, kuş seslerini içine çeke çeke tırmandı tepeye…Durdu az soluklandı, dedesinin eski kırbasını ağzına dayayıp ılık ılık sudan içti, biraz da yüzüne su vurup saman rengi soluk, cansız saçlarını iyice arkadan bağlayıp tırmanmaya başladı kayalıkları…Biraz delilik vardı soyunda zahir, ne laf dinler, ne azar işitir, doğrusu dinler gibi yapar ama hiç birini içinde tutmaz, keçi gibi çevik, sansar gibi sessiz bildiğini okurdu her zaman. Delibozuk dedesine çekmiş bu derlerdi, hiç görmediği, tanımadığı, İngiliz kurşunu ile yaralanıp, yarası mikrop kapınca ölüp giden Niyazi dede yeşilli mavili çakır gözleriyle duvardaki çerçeveden bakar dururdu sadece.
Korku nedir bilmezdi Songül, ne savunmasız bir kız olduğunun farkındaydı, ne de etrafın çeteler, çapulcular, Eokacılar, Milli Muhafız Ordusu askerleriyle dolu olduğunun…Çocukluğunun hayal meyal hatırladığı Girne’sini görmenin yolu bu kartal yuvası gibi yükseğe konumlanmış kadim zamanların St. Hilarion kalesine çıkmaksa çıkardı. Denizin ipek bir çarşaf gibi uzandığı ve Girne limanının nazlı gelinler gibi güzelliklerini sakınmadan serdiği bu manzaranın keyfine ılık suyu, norlu ekmeği ile vardı Songül. Soluk yüzünde altın tozları gibi ışıldayan çilleri, bakır rengi iri gözleri ile kalenin sarımsı taşlarıyla bütünleşip eriyen bir buhar olup Girne’ye akan ve bir daha kendisinden haber alınamayan Songül…
Zordu öğretmen olmak, içleri kıpır kıpır hoplayan, sıralarda oturmak yerine sokakta koşturmak için can atan gençleri, sessiz sakin kendisini dinlemeye ikna etmek zordu da…Asıl silah seslerine karışan bağırış çağırışlar içinde hiçbir sorun yokmuş gibi tarih anlatmak daha zordu. Gülnur öğretmen adaya gönüllü gelmişti, ateş altındaki Lefkoşa’da görev yapmaya çalışırken banyo küvetinde anneleriyle beraber hunharca katledilen bebeklerin görüntüsünü aklından çıkaramıyordu bir türlü, o evi görmeye gittiğinden beri…Kan, vahşet ve caniliğin tüm izleri bir küçücük banyo odasının içinde izlenebiliyordu…İnsanın insana ettiğini, insanın içinde yabanıl bir hayvan beslediğini, ve bu hayvanı aç bırakıp öldürmedikçe daha çok kan daha çok et ile de doyuramaz hale geleceğini gördü Gülnur Öğretmen…
“İÖ 1200 yıllarında Deniz Kavimleri’nin Göçü’nden sonra tüm Yakın Doğu’da Karanlık Çağ başladı, kültürel, ticari, sanatsal her alanda bir gerileme dönemiydi bu ve İÖ 900 yıllarına kadar devam etti”.
-Şimdi ki gibi mi öğretmenim ?...
-Efendim Ömer !...
-Karanlık Çağlar dediniz ya şimdiki Kıbrıs’dan çok farklı gelmedi bana...Ağabeyim ve babam mücahit oldular , amcam Larnaka’ya giderken kayboldu öldürüldüğünü düşünüyoruz, birçok köye ulaşılamıyor, haber alınmıyor, bir yerden bir yere giderken Rum barikatlarında didik didik aranıyorsunuz, ben de liseyi bu sene bitirince mücahit eğitimi için Ankara’ya gideceğim. Yani Karanlık Çağ bu değilse nedir ?...
Sustu, yutkundu Gülnur öğretmen…Kendisine merakla bakan gözlere döndü…
-Vahşetin, acımasızlığın, adaletsizliğin, savaşın olduğu her çağ Karanlık Çağdır. Ama her gecenin bir sabahı, her yaranın bir iyileşme zamanı vardır çocuklar…Bizlerin aydınlığı, can sağlığı, umudu da siz olacaksınız.
Sen ne güzel bir insandın Gülnur öğretmen…Mücahit öğrencilerin seni hiç unutmadılar ve mevzilerde birbirlerine anlatıp durdular.
Doktor Dora Karayannis ameliyat sonrası yorgunluk kahvesini yudumlarken çocukluğunun Kıbrısını düşünüyordu son günlerde sık sık yaptığı gibi…Omorfo’da Türk komşularıyla bir arada yaşarlarken istenmeyen yabancılar İngilizlerdi. Türkün Rumun dini dışında pek bir farkı yoktu aslında, müziği, yemeği, ektiği biçtiği, giydiği aynıydı. Her şeyinle kardeş gibi aynı olsan da din nasıl bir şeydi ki toplumları birbirinden bıçakla keser gibi keskince ayırıveriyordu…Sanki kilise mimarisiyle camiyi ezmeye çalışırken, cami uzatıp göğe çıkardığı minaresiyle kiliseye kafa tutuyordu. Her an savaşa hazır iki şövalye gibi zırhlarını kuşanmış bekliyorlardı. İntikam almak için kilise camiye, cami kiliseye çevriliyordu, sanki birbirlerinin dinini cezalandırıp, kutsallık atfedilen binalarını küçük düşürmeye çalışmak çok mantıklıymış gibi…
Doktor Dora Karayannis ne dine inanırdı, ne de din adamlarına…Hele de bir Başpiskopos gelip devletin başına cüppesiyle oturup, hem din adamı hem devlet adamı rolüne soyunup ortalığı kana cesede boğunca demokrasiye falan da inancı kalmamıştı. “Ama ille de inandığın bir şeyler olmalı” diye ısrar edenlere “var “ derdi…”Ben yalnız insandaki vicdana inanırım…Benim tanrım vicdanım”.
İşte o günlerde fark etti hastanede ki Türk hastaların tedavi ve bakımlarının yapılmadığını…Zavallılar korku ve bitkinlikten seslerini çıkarmadan öylece yatıp tavana bakıyorlar, acı ve ağrılarını içlerinde tutuyorlardı. Her odaya uğrayan hemşireler, Türk hastalarını teğet geçiyorlar, hastabakıcılar kahvaltı, yemek vermeyi unutuyorlardı. Doktor Dora Karayannis Hipokrat yeminine sadık kalmış o vicdanlı kadın Başhekimin karşısına dikildi ve hesap sordu.
-Ah evet Doktor Karayannis tabii hastalarımıza eşit muamele ediyoruz şüpheniz olmasın ama düşmanlarımızı beslemek te aptallık değil mi ?...
-Ben burada düşman göremiyorum efendim burası kışla değil hastane ve sadece hastalar var.
-Bak Dora bir savaştayız belki farkında değilsin buraya ait olmayan gaspçı Türkler binlerce yıldır bizim olan adamızı parçalamak ve bizden almak için haksız bir direnişe giriştiler, bu durumda adamızı, halkımızı korumak bizim vazifemizdir sen bu işlere karışma git ameliyatlarını yap.
-Ne zamandır çeteci oldun Doktor?...Makarios sana teşekkür belgesi gönderdiğinden beri mi ?...
Kapıyı vurup çıktı Dora, bir puro olsa ne güzel giderdi şimdi biraz bourbon whisky ile diye düşünüp koridorda yürürken Türk hastaların bakımlarını üstlenmeye karar verdi. Uzun boylu, güçlü kuvvetli bir kadındı ve bünyesi de bir hayli sağlamdı yani fazladan hasta bakmak onu ne yorar ne tüketirdi…Kararlı adımlarla koğuşa girdi ve ikisi bayağı ağırlaşmış üç hasta dışında kimseyi bulamadı. Gece hemşiresi diğerlerinin bir kısmının öldüğünü bir ikisinin de Türk bölgesine gönderildiğini söyledi.
Doktor Dora Karayannis içinde ki tanrıyı dinledi ve üç Türk hastasını iyileştirip güvenle hastaneden gönderdikten sonra eşyalarını topladı kimseye hiçbir şey söylemeden adadan ayrılıp gitti.
Panos genç Rum delikanlısı Milli Muhafız Ordusu üniforması içinde kendisini Büyük Alexander gibi yakışıklı ve güçlü hissediyordu. Evanthia kendisini böyle görünce bayılacaktı şüphesiz.
-Ooo Panos evlat asker mi oldun ?...Pekala pekiyi aferin oğlum vatanına böyle hizmet et.
-Panos yavrimu Göklerdeki babamız seni korusun!...Düşmanların önünde eğilsin yerlere serilsin.
-Panos oğlum vay anasına ne yakışıklı olmuşsun !...
Gerinerek üniforması içinde yürürken bildiği tanıdığı insanların, anasının babasının arkadaşlarının hayranlık dolu bakışları ve övgüleri altında yükseldikçe yükseliyor, genişledikçe genişliyordu Panos…İyice kendini gösterip havasını attıktan ve papazın eteğini öpüp hayır duasını aldıktan sonra kahramanca görevler için hazır ve nazırdı şüphesiz.
Bu yapacağınız en kahramanca hizmet demişti komutanları zayıf savunma hattını delerek köye girmişler ve bir grup yaşlı, kadın ve çocuktan oluşan Türk köylülerini meydana getirip sıralamışlardı.
-Bunlar dağlara gizlenip vatandaşlarımıza saldırıp kadın çocuk demeden öldüren Türk çetecilerinin aileleri hepsi haindir demişti komutan…Gözlerini dikmiş dik dik bakan ufak kızdan dikkatini alıp komutanı dinlemeye çalıştı Panos…Zira iki kocaman mavi boncuk gibi gözler hiç kırpılmadan kendisine bakıyordu nedense.
Sonra bu perişan kafileyi önlerine katıp kırlık alana çıktılar . Güneş tam tepede cayır cayır kaynarken korkudan ve sıcaktan zırıl zırıl terleyen insanları tek tek gözlerini kırpmadan vurdular. Panos dona kalmıştı dehşetten, tüfeğini boşluğa çevirmiş, isabetsiz atışlar yapmış sonra durup iri gözlü küçüğü aramıştı. Komutanın emriyle büyük bir çukur kazmaya başlamışlar ve sonra üst üste yığılmış cansız bedenleri çukura fırlatmışlardı. Panos çukurun kenarında ufak kızın gözleri açık bedenini görüp sarsıldı. Bu hiç tanımadığı insanlar için üzüldüğünü fark etti , tuhaftır en çok da gömülüp kimse tarafından bulunmadan yok olmalarına içi yandı. Keşke işaret koyacak bir şey olsa diye düşünüp etrafına baktı, sanki bu masum insanların öldürülmeleri suç değildi de topluca bir çukura atılıp unutulmaya terkedilmeleri büyük günahtı…Panos çaresizlikle elini cebine attığında sabah yediği kayısının çekirdeği eline geldi…Çekirdeği farkettirmeden çukura tam da küçük kızın çiçekli entarisinin kıvrımına doğru attı.
Böylece ufak yabanıl otlar dışında hiçbir bitkinin yetişmediği arazide kendi kendine bir kayısı ağacı bitti ve 1960-1974 yılları arasında Kıbrıs’ın Karanlık Çağları’nın bitiminde kendi öyküsünü anlatacak kadar yaşadı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.