- 226 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÜNEY FRANSA'DAKİ EV
GÜNEY FRANSA’DAKİ EV
Cote d’Azur da eski bir villa almak fikri Google earth da amaçsızca gezerken birdenbire aklıma gelmiş ve bir ampulün patlaması veya bir vazonun masadan aniden düşmesi gibi beni irkiltmişti. Her şey önce belirsiz bir hayal ile başlasa da sonra zincirleme reaksiyon gibi peşpeşe gelişen durumlar sayesinde gerçek bir alım satım işine dönüşüverdi. Antalya’da 85 metrekarelik bir apartman dairesinin nispeten geniş balkonunda emeklilik günlerimi karşılamaya hazırlanırken, bir şeyler icad edip yapmak ve hiçbir şey yapmamak arasında kısa ve hızlı gelgitler yaşarken bir de bakmışım Villa Albina’nın gözalıcı resimlerini inceliyorum. Eski taş villa denize dik yüksek bir terasın kenarında begonviller ve Akdeniz yaseminleri ile yer yer örtülü duvarın arkasında, iki katlı, orta büyüklükte bir verandalı veya teras adına ne denirse, duvar köşelerine konulmuş pişmiş toprak çömleklerle, yeşil pancurlu pencerelerin üstünde friz halinde asma ve üzüm bezemesiyle sevimli ama asil görüntüsüyle beni adeta esir etmişti. Lacivert mavi denizin kenarında mücevher gibi ışıldayan bu eve sahip olma hayalim, kandırılma veya yanlış bir şeyler yapma korkumla yapışık ilerliyordu. Biz genetiğimizde kandırılma, dolandırılma, çarpılma korkusunun hücrelerini taşıyorduk ve haksız da değildik.
Villa Albina’ya dair hayaller kurmaktan öteye geçecek cesaretim kalmamışken İngiltere’de yaşayan uzak ve çok da yakın olmadığım bir kuzen bu fikre balıklama dalarak beni hayretlere koyduktan sonra işler daha hızlı ilerledi. Yalnız ve vârissiz olduğum düşünülürse öldüğümde bütün haklarım kuzenlerimin çocuklarına geçecek şekilde bir ortaklık kurduk ve biraz da bağ bahçe satarak Villa Albina’ya sahip olduk.
Güney Fransa’da bir villam olduğu fikrine alışmak birkaç ayımı, nasıl gideceğimi planlamam bir ayımı ve orada yalnız ne yapacağım paniği bayağı bir zamanımı aldıktan sonra Haziran başında gitme hazırlıklarım tamamlanmış oldu.
Uzun süredir Fransa’da yaşayan eski okul arkadaşım ile Paris’ de buluştuk bir süre onunla zaman geçirdikten sonra arabasıyla unutulmaz bir yolculuğa çıktık. İki olgun yaştaki kadın kendimizi yavaş ritmde bir maceranın içinde, özgür ve köksüz hissediyorduk ve bu bize acı ile karışık bir neşe veriyordu. Birilerine karşı sorumluluğumuz yoktu tabii ama aynı biçimde bizi merak edip soran da yoktu. Mavi gökyüzünün altında lacivert denizin kıyısında eski spor araba ile giderken aniden yok olsak sadece aniden yok olmuş olacağımız dışında boşluk yaratacak hiçbir şeyin olmayacağını düşünüp ürperdik. Mutlaka birileri bizi gömerdi ama arkamızdan anacak, resimlerimize bakacak veya çiçek getirip ziyaret edecek hiç kimse yoktu.
-Belki bir köpek almalıyız diye konuşarak Cote D’Azur’un büyüleyici kasabalarını geçerek Monaco kentine ulaştık. Benim gizemli villam Monaco kentinin dışında 15 dakikalık mesafede idi. Aslında tam da İtalya sınırında bulunuyordu bu yüzden İtalya’ya da gidip gezmek gerektiğine karar vermiştik. Bütün kağıt senet işlerini güzelce halleden Emlakçı Jacques ile buluşup beraberce villa Albina’nın yolunu tuttuk. Bir yandan da gülüyordum gerçekten bir emlakçı Jacques, bir Villa Albina vardı ve ben onu satın almıştım yani dolandırılmamıştım. Bir Fransız olan Jacques ile uzun yıllar Türkiye’den ayrı kalan arkadaşımın neden sürekli kandırıldığımı düşünüyor olmamdan endişe ettiğimi anlamalarını beklemiyordum elbette… Jacques eski taş kemerli bahçe kapısını açarken “Biliyor musunuz Madam burası eskiden Grimaldi ailesinin mülkleri arasındaymış” dediğinde inanmış gibi yapıp gülümsedim …Belki de doğrudur…
Villa Albina günlerimiz eski ama öyküsü olan birkaç ufak eşyayı temizleyip yeniden kullanıma açmamızla başlamıştı. Pembe ve yeşil floral desenli brokar kaplı iki berjer salonda Fransız balkonunun önünde yerini aldı, ve bir kırık sandalye ile sehpayı oymalarından ötürü atmaya kıyamadığımız için bahçeye koyduk. En tatlı sürpriz ise arka odada cam kenarında otururken bulduğumuz porselen bebek oldu. Kirli saten elbiselerini yıkayıp, yüzünü gözünü temizleyip yeniden cam kenarına oturttuğumda ve sanki ölmüş birine hayat vermişim gibi mutlu oldum. Clotilde adını verip ona bir kimlik kazandırdıktan sonra kısıtlı bütçem ile eskicileri dolaşıp eve yaşamamız için gereken eşyalar aldık. Bu süreçte sevgili arkadaşım itirazlarıma rağmen bir sürü faydalı şey aldı eve…Sabahları artık mis gibi kahve kokusuyla uyanıp Fransız peynir çeşitleri ve baget ekmek ile büyüleyici bir kahvaltı yapabiliyorduk…Veranda da yasemin çiçeklerini iç bayıcı kokusunu içimize çekerek ve pürüzsüz bir örtü gibi önümüzde uzanan denizi izleyerek uzun uzun sohbet ediyor, daha önce paylaşmadığımız her şeyi birbirimize anlatıyorduk. Ben ne isem o da onun tersi idi aslında…Ben esmerdim o sarışın, ben kısa idim o uzun, ben minyondum o atletik, ben içe dönüktüm o dışa dönük ve girişken…Ve ben sıradandım bana göre o ise gösterişli…Gülerek elimi tutup gözlerime bakıp saçmalama ne sıradanlığı derken son derece tevazu sahibi olduğuna emin olduğumu söyleyebilirim.
Yan tarafta bahçemize bitişik bir başka eski villa daha vardı. Villa Belvedere ‘de yaşlı bir karı koca Madam ve Mösyö Courteille çifti yaşıyordu. Varlıklı ve emekli bir Avukat olan Mösyö Albert ve eşi eski Monaco’lu Madam Helene benim Villamda eskiden kimlerin yaşadığını hatırlıyorlardı.
-Ah evet 50 li yıllardı diye anlattı Madam Helene…Yarı İtalyan yarı Fransız Marteuille ailesine aitti sizin villa…Sanırım bir soyluluk ünvanları da vardı Pierre ve Vivienne çiftine Kont ve Kontes diye hitap edildiğini hatırlıyorum. A hayır Grimaldiler ile bir akrabalıkları olduğunu duymadık olsa mutlaka bilinirdi…Marteuille ailesinden önce mülk kimindi hiç bilemiyorum muhtemelen aileye aitti her zaman…Annem ve babam ile görüşürlerdi bu yüzden haklarında bir çok şey öğrenme şansımız da olmuştu…İki kızları vardı büyüğü Sandrine ve küçüğü Albertine…Ben Sandrine’den biraz büyüktüm belki de aynı yaşlarda bile olabiliriz…Bukleli sarı saçları ve iri mavi gözleriyle Sandrine bir görenin defalarca dönüp bakacağı güzellikte çok canlı ve hareketli bir kızdı…Kahkahası dahi bizim bahçeden duyulurdu. O çok popüler bir kız olduğu için etrafında bir sürü insan vardı, dolayısı ile benim gibi mütevazi bir kızın arkadaşlığına çok ihtiyaç duymuyordu. Herhalde en fazla iki yaş küçük olan Albertine ile daha yakın sayılırdık ama o da nasıl desem çok kendine özgü biriydi. Koyu kumral saçlarını kısacık kestirmiş, genelde pantolon gömlek giyen uzun boylu bir kızdı…Erkeksi bir havası vardı Sandrine’nin olanca dişiliğine tezat…Gözleri gri renkte idi ve kısarak bakardı hep…Boğuk bir ses ile tane tane konuşurdu ama iyi bir kızdı…Herkese çok iyi davranırdı ve yardımcı olurdu beni de o zamanki çılgın genç güruhuna karşı korumaya almıştı adeta…
Madam Helene’nin eski anılarını hele de bizim villaya ait olanlarını dinlemek müthiş zevk veren bir tutku haline gelmişti bizim için…O anlatmayı, biz de dinlemeyi iple çeker olmuştuk. Vertigo yüzünden artık kullanamadığı salıncaklı eski bahçe salıncağını bize verdiğinde onu fıstık çamının altına koyarak gölgeli ve sessiz bir dinlenme köşesi yaratmıştım kendime…Arkadaşım hareketsizliği, durmayı sevmiyordu o yüzden alışveriş gezileri yapmak veya bahçe ile uğraşmak ona kalmıştı ve hiç de şikayeti yoktu bu durumdan…Sıcak öğleden sonraları kitabım, kahvem ve sodam ile uzun uzun zaman geçirdiğim salıncağımda bazen uyuyup kalır gizemli ama huzur verici rüyalar görürdüm. Kimi zaman Sandrine’ni kahkahasını veya Albertine’nin ayak seslerin duyduğum gibi bir vehime kapılsam da bahçenin ve evin muhteşem sessizliği içinde ruhumun nadasa çekildiğini hisseder olmuştum. Cinsini bilemediğim kuşların sesleri, rüzgarın yabani otları hışırdatması yanında arada bir karnını doyurmaya çıkan arının vızıltısı ya da birbirine değen yaprakların tatlı melodisi dışında hiçbir insan, araç ve kent sesinin olmaması inanılmaz bir nimetti. Bu yüzden sık sık San Remo’ya ya da Monaco’ya giden arkadaşıma eşlik etmek yerine bahçe salıncağında uyumayı tercih eder olmuştum ancak Madam Helene’nin anılarını dinlediğimiz günlerde ikimiz de ortak heyecanı paylaşırdık.
-Ah sevgili madamlar Sandrine gibi bir kızın etrafında elbette çok erkek vardı. Albertine onu korumaya çalışsa da bir süre sonra kendi haline bıraktı. Öyle güzel ve iyi eğitimli asil bir kızın herhalde çok iyi bir evlilik yapmasını umuyorduk ancak olaylar hiç de öyle gelişmedi. İtalyan Fransız yemekleri yapan bir lokantada garsonluk yapan ve tam bir fırlama olan Angelo ile aşk yaşamaya başladıklarında Marteuilleler kadar biz de dehşete düşmüştük. Şüphesiz Angelo çok yakışıklı ve parlak bir delikanlıydı, sanırım Napoli’den gelmişti ve ufak bir pansiyonda kalıyordu. Tembel ve aylak bir karakteri vardı ama nedense kızlar onu çok çekici buluyorlardı. Ne yazık ki Albertine veya başka insanların uyarıları Sandrine’i hiç etkilemedi körkütük aşık olmuştu ve Angelo’nun peşinde dolanıp duruyordu. Oysa o yıllarda Sandrine güzelliği ile çok adından çok söz ettiren prenses Grace’e çok benzetilirdi ve bu sebeple de soylu biriyle evlenmesi umuluyordu. Gerçekten de zarif ve edalı tavırları ile bizim tatlı prensesimiz ile kız kardeş kadar benzerlik içindeydi.
Aslında bahçe konusunda da Mösyö Albert’in tanıdığı bahçıvan Marco’yu tutma konusunda bayağı düşünmüştük çünkü insan eli değmiş düzenli bahçeleri sevmiyordum ama bizim gizemli bahçemizin biraz bakıma ihtiyacı olduğu da doğruydu. Arkadaşımın maddi yardımı ve Mösyö Albert’in inayeti ile Marco bir iki gün bizim bahçeyi elden geçirdi ve yabanıl havasını değiştirmeden hoş ve bakımlı bir görüntü vermeyi başardı. Eşya sadece gerekenleri aldığımız için Villa Albina bir zamanlar ne halde terk edildiyse o tarzını korumaya devam ediyordu. Madam Helene’nin anlattığına göre Sandrine oyuncak bebek kolleksiyonu yapıyordu ve herhalde bizim Clotilde de o kolleksiyonun unutulmuş bir parçasıydı. Arka odada unutulmuş eski aynalı konsol bizi çok heyecanlandırmış, pembe damarlı mermeri çatlamış da olsa, ahşabı verniklendikten sonra salondaki yerini almıştı. Böylece Clotilde’yi konsola yerleştirip sürekli görebileceğim bir yerde olmasını sağladım. Sarı saçlı bebeği sanırım Sandrine ile benzeştiriyordum…Yıllar önce yeni ve parlakken şimdi terk edilmiş ama hala güzelliğini koruyordu…Peki Sandrine ‘ e ne olmuştu ?...
-Bütün itirazlara, uyarmalara rağmen Angelo ile evlenip Napoli’ye gitti ve bu durum özellikle Vivienne için dayanılmaz şekilde acı vericiydi. Annem ile sık sık görüşüp dertleştiklerini hatırlıyorum. “Henüz 18 yaşında hayat hakkında ne biliyor ki !..” diye söyleniyordu annesi…Daha önce bahsetmedim ama askeri okulda okuyan ağabeyim Paul’ de meğerse Sandrine’e aşıkmış ve okul bitince onunla evlenmeyi umuyormuş. Tabii bu durum onun için de sarsıcı olmuştu.
Kont ve Kontes Marteuille bu gidişten sonra tüm ilgisini Albertine’e yöneltmeye başladılar ancak bu da çok ilginç bir duruma sebep oldu. İlgi görmekten hoşlanmayan ve Sandrine’den çok farklı bir karaktere sahip olan kız giderek o sakin dingin havasından çıkıp agresifleşmeye başladı. Genç bir kızdan çok uzun boylu bir delikanlıya benziyor, kadınlara da sanki hemcinsleri değil de bir centilmenmiş gibi davranıyordu. Mesela doğal bir hareketle kapıları açıyor veya sandalyemizi çekiyordu…Bize çok tatlı eğlenceli gelen bu durum Kontes için çıldırtıcı bir şeydi maalesef…”Tanrı aşkına bu kız delirdi mi ?...Ne yapmaya çalışıyor ?...Bu kış Paris’de Sorbonne’a başlayacak böyle maskara gibi mi gidip gelecek hiç anlamıyorum” diyordu.
Arkadaşım ve ben nedense Sandrine’e takılıp kalmıştık ve onunla ilgili şeyler duymayı istiyorduk. Herhalde bir Queer olan Albertine hiç ilgimizi çekmiyordu ve belki bu yüzden bir akşam Angelo’nun çalıştığı ve hala faaliyette olan eski lokantaya yemeğe gittik. Yaşlı işletmeci yüzünü buruşturup bir süre düşünmüş ve sonra...
-A evet Angelo isimli bir delikanlı çalışmıştı doğru ama aslında işe yaramaz biriydi. Çok yakışıklıydı ve daha çok kızlar onun için lokantaya gelirdi…Kerata bunu bilir parfümlere bulanıp gelir kızlarla çapkın çapkın flört ederdi. Sonra iyi aileden bir kızla anlaşıp kaçtı dediler…Gerisini bilmiyorum efendim.
Eskiden belli ki popüler olan lokanta şimdi çok sıradan ve yemekler de orta derecede lezzetli idi…Tek güzel tarafının deniz manzarası ve sakinliği olduğunu söyleyebilirim aslında…Menton gezimizden Fransız şarabı ve peynir çeşitleri, jambon, yeşil ve siyah zeytinler almıştık ve genelde akşamları bunu tercih ediyorduk. Genellikle villada kalıp rüzgarın ve yaprakların titreşimlerinde kendi iç seslerimi dinlemeyi tercih ediyorsam da bazen gezilerde arkadaşıma eşlik ettiğim de oluyordu. Menton gezimiz öyle olmuştu ve sonra İtalyan Rivierası’ nda kalan eklektik eski yapıları ile dikkat çeken Ventimiglia’yı görmeye karar verdik. Eski Avrupa mimarisine olan tutkumu bilen arkadaşım hınzırca bir işgüzarlıkla bu kentin fotoğraflarını gösterip beni ikna etmişti. Böylece eski kentin peri masallarına benzeyen dokusunda adeta büyülenmişçesine dolaşıp kaybettiğimi sandığım birçok duygu çırpıntısını yeniden hisseder olmuştum…Heyecan ve tutku öylesine sarıp sarmalamıştı ki beni sonunda elimi tutup “Hadi birşeyler yiyelim ve şu İtalyan şaraplarının tadına bakalım “ dedi.
Balzi Rossi’de müthiş lezzetli balıklara eşlik eden kadifemsi bir şarap ile biraz daha rahatlamış ve daha çok konuşur olmuştum.
-Biliyor musun dedim sen Sandrine’e benziyorsun bence…Onun gibi canlı ve dikkat çekicisin…Şimdiye dek evlenmemiş olmana şaşırıyorum.
-Sandrine’nin dişiliği yok bende canım dedi gülerek…
Haklıydı belki de cinsiyetsiz bir tarzı vardı ve insan onu ilk gördüğünde bir kadını değil onu görmüş oluyordu…Bunu şimdiye dek fark etmemiştim…
-Sonra bir gün Albertine’de çekip gitti ve bir daha onu görmedik. Adeta ortadan kayboldu…Villayı öylece kapatıp gittiler onları bundan sonra hiç göremedik…Zaten ben bir süre sonra nişanlandım ve Paul de evlenip kendi hayatını kurdu.
-Peki ama villa yıllarca kapalı mı kaldı ?...
-Bildiğim kadarıyla evet…Sonraları Kont ve Kontesin peşpeşe ölümlerini duyduk ve mülk boşaltılıp satıldı. Sanırım işe yaramaz Angelo bütün parayı yiyip bitirmiş sıra villaya gelmişti.
-Ya Albertine ?...
-Onunla ilgili hiçbir şey duymadım maalesef…Bugün bile hala nerededir ne yapar diye merak ederim. Villayı sonrasında alanlar hakkında pek bir şey bilmiyorum çünkü gelip oturmadılar…
Villa Albinamızın geçmişi bizi bir hayli etkilemişti doğrusu…Ben Sandrine’nin evliliğini merak ediyordum arkadaşım ise Albertine’e ne olduğunu…Çiçek, ağaç reçinesi ve deniz tuzu kokusuna karışan kahve kokusu eşliğinde saatlerce konuşur olmuştuk…Bu tuhaf masalın koruyucu örtüsü altında aslında gerçek hayatın endişelerinden ve hüzünlerinden kaçıyor gizleniyorduk. Zamanı bir ucundan tutup geriye doğru bükerek geçme hızını kesmiş ve böylece onun insanı delirten çınlamasından kurtulmuştuk.
Bir sabah yine kahve kokusu ile uyanıp mutfağa gittiğimde bir tabakta iki kruvasan ve küçük bir de not buldum “Tatlım beni merak etme Albertine i araştırmaya gidiyorum birkaç gün gelemeyebilirim”… elimde boş fincan ile kalakaldım.
Arkadaşım varken hoşuma giden yalnızlık o gidince beni sıkıştırıp boğmaya başlamıştı. Oysa bazen tüm gün gezmeye giderdi ve ben onun yokluğunda huzur ve tembelliğin gevşemesinde mutlu olurdum…Tuhaf şekilde bahçedeki gölgelerden, uçuşan değişik böceklerde hatta kuşlardan korkmaya başladım. Villada duramıyor, deniz kenarındaki banklarda oturup sıcağa rağmen ürpererek onun beni aramasını bekliyordum ama aramıyor aradığımda ulaşılamıyordu. Villa Belvedere’in sakinleri de bugünlerde kışlık evlerine gidince o kadar yalnız kaldım ki birkaç günü bir pansiyonda geçirdim. Bütün yılı geçirmek istediğim villamdan bir an önce ayrılmak dışında bir şey düşünemez olmuştum. Sonunda uçak biletimi ayarladım, eşyalarımı topladım ve yedek anahtarı emlakçıya bırakarak bir not yazıp evden ayrıldım.
Sonrasında villaya dönüp dönmediğini hiç bilmiyorum çünkü ona ulaşamadım…villa sanki kocaman bir kara delikti ve onu sahiplenenleri tek tek yutup yok ediyordu. Sandrine, Albertine ve arkadaşım…
Aylar sonra postadan kısa bir not ve birkaç ilginç resim çıktı…Arkadaşım yaşlı ama saygın görünümlü bir beyefendi ile fotoğraf çektirmişti ve notta “Mösyö Albert ile fotoğrafımızı gönderiyorum sana bil bakalım o kim ?...”
E posta kutumda uzun süredir bekleyen açmaya yanaşmadığım mesajı okuma zamanı gelmişti artık…
“Sevgili Madam,
Villa Albina’nın fotoğrafını görerek beğenip satın almak veya kiralamak istediğinizi belirtmişsiniz…Ancak üzülerek belirtiyorum ki Villa çoktan satıldı gördüğünüz fotoğraf ve ilan herhalde eski olacak…İlginize teşekkür eder……”
Fotoğraflara tekrar bakıp önünde durdukları eski evin isim levhasına özlemle baktım: Villa Albina…Eski bir taş ev aldım diyordu notunda arkadaşım aslında ve eski bir de arkadaşıma rastladım bu yaz seni de davet ediyorum sevgiler…
85 metrekarelik evimde kendi hüzünlü yalnızlığım içinde bir an sadece bir an gitmeyi düşünmüş olabilirim ancak zamanı bükme yeteneğim ne yazık ki size yazdığım öykünün sınırları içinde kaldı…Yalnız, kimsesi olmayan bir emekliydim sadece…hüznü, acıyı ya da umudu yaşayabileceğim bir 85 metrekarem vardı hepsi bu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.