- 319 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
YANLIŞ ANLAŞILDI
Büyük filozoflardan Konfüçyüs`e sorarlar: Devletin bu gidişatına, halkın bu durumuna ne dersiniz? Orta yerde duran şu kaosu nasıl düzeltirdiniz?... Soruların silsilesi hep aynı olmakla birlikte, cevabı çok manidardır. Bilge kişi, var olan tüm kargaşanın, kaosun, haksızlıkların düzelebileceği adım olarak bir tek şeyi şuçlar “Dil”. Ve sözlerini “Dilden başlardım” diyerek ifade eder. Kelimelere yüklediğimiz anlamların ne denli önemli ve bir o kadar da hayatî bir mesele olduğuna vurgu yapılır.
Uzay, dendiğinde herbirimizin aklına, gökyüzünün ötesinde uzanan ve içinde sayısızca tıldızı, gezegeni, nebulaları, galaksileri ve göktaşlarını barındıran sonsuz boşluk kavramı gelmiyorsa veya demokrasi dendiğinde de katılımcılık, ifade özgürlüğü ve eleştirilere açık bir yönetim anlayışı oluşmuyorsa zihinlerde, burada ciddi bir sorun var demektir. Kelimelerin başka başka anlamlar taşıması meselesi değildir bu. Onların kökenindeki temel anlamları tartışmaya da açık değildir. Ne yazık ki, sözüm ona bazı popüler kültür şakrabanları bu hususu öyle manipüle etmişlerdir ki, işin içinden gelin de çıkın haydi. Bir nesneye, duruma, niteliğe ön ad olan kelimelerle, bizzat varlığa dair adların ortaya çıkmalarında bir mutabakat yok mudur? Ortak anlayış ve kavrayışlar olmadan kelime dağarcığımız nasıl genişleyebilir ve medeniyet halini alabilirdi ki? Herbirimiz “düğün” denince oynamak, katkı sağlamak, davete icap olunmak, kutlamak, hediye takdim etmek gibi kültürel bir hadiseyi anlarız. Kimse cenaze ile düğünü birbirine karıştırmaz. Böyle keskin anlam ve kavrayış farklılıklarının zamanla kaypaklaşması ve muğlak hale gelmesi demek, insanların konuşurken, yazarken ve kısacası iletişim kurarken anlaşamaması da demektirr. Bu durumda dil, asli vasfını yerine getiremeyn bir kültür enstürmanı haline gelebilir. Bu, korkuç sonuçları olan bir durumdur. Binlerce yıllık medeniyetlerin de sadece bu zaafiyetten ötürü batması olasıdır.
Yukarıda her ne kadar dilden ve onun cemiyet içindeki işlevinden, öneminden, vazgeçilmezliğinden söz etmiş olsak da, asıl konumuz yine dildeki yozlaşmayı da yanımıza alarak “emeklilik” kavramını irdelemektir. Yakın çevremizde, aile içinde sıklıkla dile getirilen emekli, emeklilik mevzuu gerçekten de doğru anlaşılabilmiş midir?
Kökenine bakacak olursak, “emek” ten gelmekli olan emeklilik kavramı, emekle ilgilidir ve zaman içerisinde bir meslek ve iş alanında çalışan kimselerin ortaya koydukları her şey iken, belirlenen bu zaman limiti sonrasında da bir anlamda sivil hayata geçişin ve bunu da belli kriterlere göre belirleyişin de adı olmuştur. Emek ve emeklilik birbiriyle hem çok ilgili aynı zamanda da toplum içindeki hiyerarşideki şu sivilleşmeye geçişte anahtar rol de aynamaktadır. Kısacası, emekçi olmadan, emekli olunamaz, demelidir buna. Zira, emekliliği kanunlar ölçüsünde hak etmiş her emekçi, bu haklarını ölene değin de kullanır. Ve dahi belli şartlarda da yasal kesintilerden sonra, sosyal devlet olmanın bir karşılığı olarak, ölümünden sonra da yasal mevzuata uygun yakınlarının da bu haktan yararlanmalarına yol açılır. Buraya kadar her şey iyiydi. Ne var ki, realitedeki emeklilik ile teorideki emekliliğin birbiri ile örtüşmedikleri ve bu yüzden de emekliliğe geçişlerin alabildiğine son sınırına dayandırılarak tercih edilmeye başlanması, kafalarda da bir dolu soruyu beraberinde getirmiştir. İşine gidecek mecali kalmamış, eğilip bükülemeyen, zindeliğini çoktan yitirmiş ve alabildiğine de misyonsuz ve verimsiz yığınlarla dolu değil midir çalışma sahaları. Bu noktada şu hakimlik mevzuuna da ayrı bir parantez açmak gerekir sanırım. Altmışlı yaşların üzerindeki hakimlerin halen adalet dağıtmalarını beklemek, ironik anlamda da adaletin dağıtılması tehlikesini çağrıştırmaz mı? Bunu bir de yine altmışlı yaşlarda ilkokul öğretmenleri, cerrahlar, refleks gerektiren ve gecikme halinde ölüm ve veya yaralanmalarla sonuçlanan riskli meslek insanları için bir düşünün. Tabiri caiz ise, zihnin anakartını yakan türden açmazlar bunlar. Hangi işin erbabı olursanız olun, sağlığınız elverdiği ölçüde onu en ideal şekliyle icra edebilirsiniz. Bu durum fiziki, akli ve çalışma hayatını da düzenleyen resmi prosüdürlerde de yeterince açık belirtilmiştir. Tartışmalı çokça yanı da olan şu emelilik kıstasları, onun varlığını ortadan kaldırmaz. Gençlik yıllarında bütün özverinizle ortaya koyduğunuz mesleki hizmetlerin de elbette bir noktadan sonra sonu da olmalıdır. Bu son, hayatın değil, aktif meslek uğraşısının sonudur. Sorular ve sorunlar da tam da bu noktada başlıyor sanırım.
Ülkemiz gibi halen gelişmekte olan ve emeklilik hayatındaki ekonomik durumu ile çalışırkenki ekonomik durumlarında abartısız şekilde uçurumlar bulunan ülkelerde, emeklilik hayattan izole edilmiş haline verilmiştir ne yzık. Emeli olan insanların sosyal, kültürel, sportif, turistik, dini, sağlıklı ilgili temel diğer ihtiyaçları ve dahası için de son gibiymiş durumu empoze edilmiştir her nasılsa. Oysa, ortalama bir vatandaşın kanunlara uymak, vergisini ödemek ve emeklilik hayatının öngördüğü asgari koşulları sağlaması, sonraki yaşamı için de insanca yaşabileceği nimetlere erişimde kısıtı olmaması da gerekir. Bırakın kısıtlı olmayı, ülkemiz insanı emekliliğe adımını attıktan sonra adeta büyük bir yaşam savaşı vermektedir. Bu durumun istisnaları olsa da, bu istisnalar da ancak var olan adaletsiz politikalrin ve ekonomi yönetiminin yansımalarından başka bir şey de değildir.
Hangi sahil beldesine giderseni gidin, yurdumuzun güzelliklerini görmek ve onun sağladığı nimetlere erişmek üzere çokça yabancı turisti hele ki yaz aylarında alabildiğince de kalabalık gruplar halinde görmemeniz olası değildir. Binlerce kilometre uzaklardan ve büyük bir çoğunluğu da emelilik yaşlarına ulaşmış bu insanların hayata dair nimetlere erişimlerine gıpta ile de baktığınızdan eminim. Bizim ülkemizin sahilleri, denizi, ormanı, ören yerleri, antik kentleri, mutfak kültürü, el sanatları ve dahasına bizden çok diğer insanların erişiyor olması ne denli büyük bir ezikliktir düşünenler için. “Bir lokma, bir hırka” tesellisini sürekli empoze ederek, var olan nimetlerin paylaşılmasını istemeyen bir güruh, şimdiye değin bunu başarmış da görünmektedir. Oysa, sıradan herhangi birimizin mazisini bir karıştırsanız, al yıldızlı bayrağın gölgesindeki şu özgürlük için kim bilir onlardan kimlerin kanı akmıştır şu vatan toprağına.
Diyeceğimiz odur ki, bu ülkenin nimetlerinden yararlanma noktasında milletimizn sicili diğer milletlerden dahi asil bir yerdedir. O halde, çalışma hayatında iken de ekonomik çalkantılarla boğuşan insanımızın, emeklilik döneminde bari rahat edemeyişinin mantığı nedir? Çalışamıyorsun artık, işe yaramazsın, kalan ömrünü ekonomik abluka içinde bitir, manasına gelmez mi bu durum? Hayatlarının belki de en güzide anlarında yüzbinleri aşkın insanımızın yaşamaklı olduğu bu trajedi onların veya onları da içine alan “emeklilik” kavramının doğası mıdır? Kelimelerin anlamları yapılandırılır iken yanlış, kasıtlı ve manipüle edilerek doldurulması, elbette bu tabloları koyar önümüze. Dünyanın öteki ucundan bizim yurdumuza gelen insanların bizlerden farkı nedir? Onların hakça paylaşım dediği ve esasında da deminden beri değiinilmeye çalışılan şu “egemenlik” kavramı bizdeki ile niçin eşt değildir? Özgürlükler noktasındaki mutakabat, egemenlik hakları söz konusu olduğunda niçin böylesine insafsızca, merhametsizce çarpıtılmış, ülkenin aynı kaderi paylaşan büyükçe bir kısmının hak ettikleri kazanımlar keyfiyetle başkalarına mal edilmiştir? Görüldüğü üzere, emeklilik dediğimiz sürecin o boğucu, bunaltıcı, ezici be motivasyon düşürücü çokça tezahürünün arkasında, ona yüklenen ve kanımca da bir noktaya kadar da işin böyle oluşunda kasıt kokan bir durumu var. Genç ve orta yaşlılığın akıl ve beden gücünü ülkesi, çalıştığı kurum veya hizmet ettiği sahaya aktarmak suretiyle tüketen bu vefalı insanlara devletin de aynı vefa ile karşılık vermesi adaletin de bir gereğidir. Bu gerek, toplumun yüzde onunu geçmeyen ve her nasılsa da yine o toplumun tümünün üretegeldiği nimetlere erişimdeki haksız, hukuksuz, etik olmayan durumlarının yeniden gözden geçirilmesini gerektirir. Toplumsal barışa giden yollardan biri de ekonomik barışın sağlanmasıdır. Emeklilik sonrasında, kalan yıllarını ; anılarını paylaşacak, tecrübelerini anlatacak ve yıllarca hasretini çektiği insanlara, kentlere , etkinliklere ulaşarak gidermeleri gereken bu kesimin yeniden bir başka işte de çalışmaya zorlanması, ayrıca düşünülmesi gereken trajedidir.
Sadece bir dönem millet vekillii yaparak ömür boyu emekli olunabilen bir ülkenin, ekonomisinden konuşmanın, pembe tablolarla yalan propagandalarla vicdanlara su serpmesinin bir karşılı olabilir mi? Kırk yılın başında ülke dışından gelen torunlarını alarak şöyle ağız tattlandrıcı bir pastahaneye bile gidilememesi ne acınası bir durumdur. Bırakın ki, emeklilerimizin ülke dışındaki yakınlarını uçak bileti alarak sürpriz şekilde ziyaretlerini. Her ne şekilde olursa olsun, yıllar boyu ertelenen hayallerin hayata koşulabileceği tek ve son durak gibi görünen emeklilik yıllarının, daha da darlaşan bütçelerle yaşanıyor olması kabul edilemez doğrusu.
Yenilenme hızı başdöndürücülüğü de aşmış teknolojik gelişmeler, belli bir nesli sosyal-kültürel hayattan zaten koparmış iken, ekonomik yoksunlukların da bunun üzerine güneşi kapatan bir kara şemsiye gibi kapanmış olması asla kabul edilemez. Gençliğe gösterine ihtimamın, emeklilik sürecindeki insalara da gösterilmesi temennimizdir. Devletimizbüyüktür. Onun nimetlerinin herbir vatandaşı için hakça paylaşımı aidiyet duygusunu artıracak, toplumsal barışı da pekiştirecek bir hamledir. Dünya nimetleri sadece çalışnalar için olmadığı gibi, bizi yöneten ve onlara da yakın duran elitler için tüketilecek de değildir. Biz anlayışı ve bira da empatik duygularla bakışın ne kadar da büyük ihsanları doğurabileceği ortadadır. Madem ki her zorda bir ve beraberiz, her ykımda tek vücuduz, nimetlerin bölüşümünde de aynı yerde olmalıyız.
Herbirimiz günü birinde bu süreci yaşayacağız. İçimizde uhde kalan şeyleri yapabilecek bu son virajda daha serbest harcama yapabilir konumlara erişmek gerek insan olarak ve gerekse de şanlı tarihimizin bu günlere gelebilmesinde diyetini fazlasıyla ödemişler olarak bizlerin en doğal ve ana sütü gibi de helal kabilinden hakkıdır. Madem ki egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, o halde bu hakkı en çok hak edene vermek de devletin en büyük borcudur. Ne demişti Şeyh Edebali: İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.