- 408 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
TASAVVUF MERAKIM
Arınmak ne demekti? Saflık ne demek? Nasıl o hale gelmişti erenler evliyalar?
Ne sırlar gizliydi yazdıkları şiirlerde! Anlamak istiyordum esrarlı dillerini. Sakladıkları sırları şiirlerinde aradım. Mevlanalar, Yunuslar, Mısri Niyaziler… Daha neler neler vardı edebiyat dünyasına imzalar atıp giden… Neydi onlara öyle çok, öyle derin, öyle değerli eserler yazdıran?
Hayal dünyam renklenmeye başladı, mutasavvıfların yazdıklarını okudukça. Gerçekler gün yüzüne çıkmaya başladı.
Ne kendisini kurtarmış olanlardan sayıyordum kendimi, ne de iyice günaha batmış… Orta yaşlardaydım. Ne çok genç ne de yaşlı… Tam peygamberlik çağı derler ya o zamanlar… Yaş otuz beş demiş ya şair… Olgnluk yaşı yani…
Ne kadar dikkat etsek de dünyanın tozu toprağı bulaşacaktı paçalarımıza. Değil mi ki üstünde yürüyorduk… Allah: “Nalınlarını çıkar!” dememiş miydi Hazreti Musa’ya! “Burası mukaddes Tuva vadisidir!” Tuva vadisi değildi ya dünya...
Tertemiz gelmiştim dünyaya. Bembeyaz… Kirlenmemiş… Günahın tozu konmamış üstüme… Ancak dünyanın tozunun ayak bileklerimi kirletmesine de engel olamazdım.
Allah, alınlarından yakalayacaktı günahkârları. O günahkâr perçemlerinden tutup cehenneme atacaktı zebaniler. Alınlarından… O beyinler onlara boşuna verilmemişti. Düşünmeleri, iradelerini doğru yolda kullanmaları için bahşedilmişti. Ben akıl sahibiydim. Düşünebilir durumdaydım ve sorumluydum! İnsan olarak yaratılmıştım çünkü. Eşref-i Mahlûkat olarak… O şerefi hak etmeliydim. Hakkını vermeliydim düşünebiliyor olmanın. İyi ile kötüyü ayırt edebilecek durumdaydım.
Kara üzüm gözleriyle gözlerime bakıyordu gerçek. Hakikat bendim. Önce kendimi bildim. Hakikat, benden ötede bir bendi. Kendimi sildim ve O’nu bildim. Kendini bilen, Rabbini bilirdi.
Gerçek apaçık ortadaydı. Durum bundan ibaretti. Gözlerim yaşardı. Mendilimle sildim. Men ve dilim… Ben ve gönlüm… Men ve dilim… Yasak ve dilim… Dilime sahip olmayı öğrendim her şeyden önce. Susmak ibadetti. En kolay ibadet susmaktı. En zor olan da susmaktı aslında. Dil, zapt edilecek gibi değildi. Otuz iki muhafız engel olamıyordu ona!
Mutasavvıflar, yazdıkları şiirlerle ilham saçtılar gönlüme. Yollarını gösterdiler. Hiç yürümemiş olduğum yollarını… Tarik… Tasavvuf yolu… En kısa yol… Kestirme… Patika… Taşlı tozlu… Toprak yol… Tertemiz, engin gönül yolu… Toprak, su, hava, ateş… Tasavvufta toprak, anlatıla anlatıla bitecek gibi değil! Başta insanın ana maddesi… Çok ama çok anlamlı… Zahiri ve Batıni anlamlarına girmeyelim şimdi. İnşallah başka bir zaman…
Nerde kalmıştık? Tasavvufi yolun güzelliğini ima eden eski bir şiirin beni esir alan dizesinde… Epeyce durup düşündüm orada. Nasıl saf hale gelebilmişti acaba o insanlar? Divanlar bırakmışlardı bizlere. Safiye makamı nasıl bir makamdı? Neler yapmak gerekirdi arınabilmek için? Takunyaları çıkarmak mı öncelikle?
Okudukça artıyordu bilgim. Hayal dünyam genişliyordu. Ancak henüz yaklaşamamıştım bile tasavvufun anlamına. Her şey gibi onun da vakti vardı. O bir filmdi ama sinemaya girmeden seyredilemiyordu. Afişlerden mahiyetini anlamak mümkün değildi. Divanlar devirmek yeterli değildi. O kadar özel ve o kadar derindi. Dil işiydi her şeyden önce. Gönül işiydi. Aşk gerekirdi kişiye başta.
Filmi anlatıyorlardı dillerinin döndüğünce ama girip seyretmek için önce izne gerek vardı. O yolda seyretmek… Setr-i Sülûk etmek… Tırmanmak… Basamak basamak çıkmak merdiveni… izinsiz bahçeye girilmez, güller derilmezdi.
Zamanı gelmeliydi. Vakitsiz kuş uçmaz, çiçek açmazdı. Davet lazımdı. Yücelerden davet… Davet edilmeden icabet edilmezdi.
Yol arıyordum. Erenlere özeniyordum. Tasavvufu duymuş, okumuş, anlamaya çalışıyordum ama henüz tatbikat yoktu haliyle. O kapıyı arıyordum. Nerede olduğunu bilmiyordum. Kimin dergâhı? Kimin kapısı? Der, kapı demekti. Viş, eşik… Derviş olmak gerekti o kapının eşiğine Yunusça yatabilmek için. Dervişin yeri kapı eşiğiydi. Nasıl cesaret edebildim, ben de şaşıyorum! O kapıyı arıyordum.
Öylesine derinmiş ki tasavvuf… Uçsuz bucaksızmış. İşin sırrı ilkin susmakmış. Orada, adı sorulsa, soyadıyla birlikte söylese, geveze kabul edilirmiş gelen. Susmayan öğrenemezmiş. “Sükûtumdan anlamayan, sohbetimden hiçbir şey anlamaz!” dermiş eren. Onun önünde oturmak gerekirmiş öncelikle, arkasında saf tutmak, el bağlamak, halkasında yer almak… Ufuk çizgisi gibiymiş arınma… Yaklaştıkça kaçan… Sonunu gördüğünü sandıkça uzaklaşan… Açıldıkça açılan… Ucu bucağı olmayan… Yani… Yani hiç de öyle kolay değilmiş arınmak. Her babayiğidin harcı değilmiş.
Henüz davete icabet etmeyenler toplanmışlar saf saf… Aşkın kapısında Âlemlerin Serveri! O kutsal beldede… Sarı sıcağın altında… Önce o başlamış davete… Sonra icabet eden edene… Ayet tecelli etmiş nihayetinde. Saf saf geldiklerini görmüş. İslamiyet böyle ortaya çıkıp, dünyaya yayılmış.
Yürümek kolay değil bu kirlenmiş dünyada. Her taraf sılcan, kaya taş… Bugün dost yarın düşman; sırdaş, arkadaş, yoldaş… Yerine göre eş bile evlat bile… Her yerde yalan dolan, hile…
Dünya hayatı bir düş nihayetinde. Uykuda insan… Ölünce uyanacak. Ancak ne zorlu bir düş bu düş! Ne kadar tehlikeli! Uyandığında yükseliş de mümkün düşüş de… Boncuk boncuk terletiyor bu düşün sıkıntısı beni. Boncuk boncuk yaşlar akıtıyor yanaklarımdan zaman zaman. Boncuk boncuk sıralanıyor sözcükler divanlardaki şiirlerde… Boncuk boncuk zikirler tespihlerde… Esma Hüsna dökülüp geliyor boncuk boncuk… Bütün sırlar bir kuyuda… Boncuk boncuk damlayarak çoğalmış orada.
Tekrar bağladım mendilimi. Men ettim dilimi. İleri geri konuşmak yok! Malayani söz etmek yasak! Ben gönlümü men ettim boş işlerden.
Ağır bir sevda bu! Öyle sıradan kul aşkı falan değil. Allah aşkı! Aşkların en güzeli! En özeli! En gerçeği!
Onur BİLGE
YORUMLAR
Allah aşkı hepimize nasip olsun, Allah bize kendini seven ona kulluk görevi yapan kullarından olmayı nasip etsin, Harika bir yazı okudum kaleminiz daim olsun, Sevgiyle kalın
Onur BİLGE
Fatih Duman' ı da tavsiye edebilirim, güzel kitapları var, Sır, Pir,Ene, İkra, İlmi Aşk, Doğuda Aşk Böyle Yazılır, merak işte...
Selam ve hürmetlerimle
Semiha Türkmen tarafından 1.9.2023 09:09:36 zamanında düzenlenmiştir.