- 420 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kadirli'de Bir Gece
Kadirli’ye akşamüzeri güneş batarken girdim. Sadece bir gece kalıp ertesi sabah erkenden ayrılacağım. Kız kardeşim Hediye burada yaşıyor.
Hediye, kaderin her türlü tokadını yemiş bir insan. Doğumundan beri şansızlıklar, talihsizlikler, kadersizlikler hep onun yanında oldu. Onu bir an bile yalnız bırakmadı.
Küçükken birçok kez hastalığa yakalandı. Güçlü iradesiyle bu hastalıkları yendi. Okula başladı. Ailemiz yurt dışına göçtü. Bu nedenle okulunu bırakmak zorunda kaldı. Ortaokuldan sonra hayata atılmak için iş hayatına başladı. Daha o yaşlarda ailemizin geçim derdi üzerine bindi. Uzun yıllar ailenin tüm yükünü sırtında taşıdı. Çalıştı, çalıştı… Çocukluğunu ve gençliğini tam olarak yaşayamadı.
İleri yaşlarda evlendi. Talihsizlik yine yakasını bırakmadı. Evliliğin tadını tam olarak alamadan eşi, çok geçmeden rahmete kavuştu. Hayatta yapayalnız kaldı ve mücadeleye tek başına devam etti.
Bir apartman dairesinde yaşamını sürdürürken bir Şubat gecesi, namaz kılmak için kalkmış. Abdestini almış. Namazını kılmış. Duasını etmiş. Tam yatağa gireceği sırada büyük bir sarsıntıya maruz kalmış.
Birkaç saniye süren bu sarsıntı, onu o kadar çok korkutmuş ki ne olduğunu ancak biraz sonra anlamış. Hayatında görmediği büyük bir deprem olmuş. O kadar şiddetliymiş ki bu deprem, geçmek nedir bilmiyormuş. Avizeler, hızla sağa sola sallanıyormuş. Dolaplar yerinde durmuyor “Takır takır” ses vererek düşmeye yüz tutmuş. Sandalyeler, yerinde durmuyor, odanın bir köşesinden öbür köşesine gidiyormuş. Pencereler yerinden oynuyormuş. Camlar kırılmaya başlamış. Duvarlar çatlamış, sıvalar yerlere dökülmüş…
Hediye, ellerini havaya açıp Allah’a “Allah’ım sen bizi koru!”, “Senin hikmetine sual olmaz!” Allah’ım, senin her şeye gücün yeter!”, “Allah’ım sana sığındık!” diyerek dua ediyormuş.
Biraz sonra tüm apartman sakinleri aşağıya inmiş. Komşuları “Hediye abla! “Deprem oluyor, kaç!” diye bağırıyorlarmış. O da can havliyle dışarı çıkmış. Artçı sarsıntılarla deprem devam ediyormuş. Hava o kadar çok soğukmuş ki üşümeye başlamışlar. O nedenle meydana ateş yakıp ısınmaya başlamışlar. Sabaha kadar eve girememişler.
Deprem sadece Kadirli’de değil Türkiye’nin birçok yerinde büyük hasara ve yıkıma neden oldu. Binlerce insan canından olurken, yüz binlerce insan da evlerinden oldu. Birçok şehrin neredeyse tamamı yıkıldı. İnsanlar, acı dolu bir hayata maruz kaldı.
İşte Hediye’nin oturduğu apartman da büyük hasar alanlardan olmuş. Ana kirişler kırılarak ev yıkılma aşamasına gelmiş. Uzmanlar apartmanı inceleyerek “Kesinlikle oturulamaz. İleri derecede hasarlı” Raporu vermişler. Bunun üzerine de belediye evi yıkma kararı almış. Ev en kısa zaman içinde yıkılmış.
Devlet, vatandaşlarını yalnız bırakmamış. Kadirli’nin dışına Şabaplı tarafına uygun bir araziye hemen depremzedeler için bir konteyner şehir inşa etmiş. Binden fazla insan şimdi bu konteyner evlerde ikamet ediyor.
Hediye de o insanlardan biri.
İzmir’den arabamla çıkıp Kadirli’ye geldim. İki gündür yoldayım. İlk geceyi Afyon Sultandağı’nda ikinci geceyi Pozantı’da geçirdim. Yorucu bir yolculuktan sonra Kadirli’ye gelebildim.
Vakit akşam. Güneş sıcaklığını kaybetmiş. Deyim yerindeyse sıcağın beli kırılmış. Yakıcı, kavurucu sıcak yerini, yaz mevsimin ılık rüzgârına bırakmış. Buna rüzgâr da denmez ama yine de o bunaltıcı ortamdan az da olsa daha iyi geldi bana.
Kadirli’ye Adana Ceyhan yolundan gelip Çukobirlik tarafından girdim. Çukurköprü’yü geçer geçmez Kadirli kendini göstermeye başladı. Oysa daha neredeyse 20 kilometre var. Önceleri burası tarladan başka bir şey değildi. Ama şehir o kadar büyümüş ki devasa bir şehir olmuş. Uzaktan büyük bir şehir gibi görünüyor. Evler kat kat büyümüş. Apartmanlar oldukça sıklaşmış. Caddeler, yollar arttıkça artmış. Yeni semtler, yeni mahalleler ortaya çıkmış.
Hediye’yi aradım. “Kadirli göründü. Seni nasıl bulacağım?” dedim. “Kadirli’ye gir. Uzun Çarşı’dan geç. Dimdirek ilerle. Şabaplı tarafına doğru gel. Atatürk İlkokulu var. Onun yanında görürsün. Zaten ben yolda seni bekliyor olacağım” dedi.
Verdiği talimat üzerine hareket ettim. Savrun Çayı üzerinde buluna Köprüden geçtim. Sumbas yolunu solumda bırakıp Osmaniye yolu’na doğru ilerledim. Belediye Binasını solumda bırakıp Köprübaşı denen yere geldim. Buraya Köprübaşı denmesinin sebebi yıllar önce burada bir köprü olmasıydı. Köprünün hemen başladığı yere de halk arasında “Köprübaşı” deniyordu. Aslında bu köprü hala duruyor. Ama o kadar çok bina yapılmış, o kadar çok yol açılmış ki köprü artık görünmez olmuş. Halk, hala buraya Köprübaşı diyor.
Ortada Ulu Önderimiz Atatürk’ün bir heykeli var. Buraya “Göbek” diyorlar. Sağ taraf Osmaniye yolu. Doğru gidersen Nato Yolu ve Andırın Yolu çıkıyor karşına. Göbekten sola dönersen Uzun Çarşı’ya gidersiniz. Kadirli ağzıyla “Dimdirek” giderseniz Şabaplı yoluna çıkarsınız. Ben de sola dönüyorum.
Sağ tarafımda petrol var. Onun hemen yanında çocukluğumdan hatırladığım “Kadirli Belediye Düğün Salonu” olacaktı. Ama yok. Yerinde yeller esiyor. Arkasında da Belediye Otobüs Terminali vardı. Ama onu da şehir dışına taşımışlar. Karşıda Üçgen Park var.
Üçgen Park, hala o muhteşem güzelliğini koruyor. Burası eskiden daha ziyade yaşlıların dinlenme yeri idi. Çarşıya giden vatandaşlar burada oturur çay içer kısa bir mola verirdi. Park, üçgen biçiminde olduğu için ona halk tarafından bu isim verilmişti. Burada oturup çay içmek ve kısa bir süre ile dinlenmek insana güç veriyordu doğrusu.
İlerliyorum. Sağ tarafımda Nimet Lokantasını görüyorum. Burası çocukluğumda da vardı. Ve yine bu isimle anılıyordu. Özellikle paçası ile ün salmıştı. Hala Kadirli’nin en güzel paçası orada içiliyor diyebilirim. Bu deneyimi birkaç defa yaşadım daha önce. Büyük bir keyifle paça içmiştim bu lokantada. Size de öneriyorum. Kadirli’ye giderseniz özellikle paça içmeden dönmeyin. Sadece paça değil, Kadirli’nin sucuk Ekmeği de meşhurdur. Sucuk ekmek yemeden, içli köfte tatmadan, ayran ve şalgam suyu içmeden ve özellikle Adana Kebap yemeden Kadirli’ye gittim demeyin.
Biraz sonra Kadirli’nin tam merkezinden geçiyorum. Çamlı Kahve’nin bulunduğu yer burası. Kadirli’nin adeta kalbi. Günün her vakti kalabalıktır burası. Tüm Kadirli halkı buradadır. Kahvehanenin önü büyük bir bahçedir. Etrafında lokantalar, çayhaneler, tablacılar bulunur. İğne atsanız yere düşmez. Hemen az gerisinde ara çayhaneler var. Burası oldukça ilginç bir yer. Anlatmakla bitmez. Gidip mutlaka görmek ve havasını teneffüs etmek lazım. Sohbet etmek isteyen gençler, arkadaşlarıyla buluşmak isteyenler, emeklisi, memuru, yaşlısı, genci herkes buraya gelir. Genellikle siyaset konuşulur burada. Siyasetin hayat bulduğu yerdir burası.
Eğer buraya takılır da biraz oyalanırsanız, yüzlerce el tablasıyla seyyar satıcılara rast gelirsiniz. Simitçiler, börekçiler, ayrancılar, darı satanlar, kebap satanlar, tişört, gömlek satanlar, saat, terlik, ayakkabı satanlar… Aklınıza ne geliyorsa görebileceğiniz türden satıcılar…
Aracımla yavaş yavaş ilerlemeye devam ediyorum. Akşamüzeri olduğu için trafik biraz yoğun. Birçok kişi gerek aracıyla, gerekse yaya olarak evine gidiyor. Dolmuş durakları insan dolu.
Çok eski yıllarda Yeni Sinemanın bulunduğu köşeye geliyorum. O zaman da Köşe olarak adlandırılırdı burası. Tam köşede bir pastane vardı. Köşenin sol yanında Tatlıcı Veysel halka tatlı satardı. O zamanlar Kadirli’nin en meşhur tatlıcısıydı. Tabii bu arada Kadirli’de halka tatlının da çok sevildiğini söylemeden edemeyeceğim. Her köşede bir tatlıcıya rastlamanız mümkün. Burası Kadirli’yi ikiye ayırıyor. Yukarısı köylere giden yol. Şabaplı, Karakütük, İlbistanlı Köyü var. Daha ilerisinde Hardallık, Harkaştığı, Yusuf İzzettin ve Alibeyli Köyleri bulunuyor.
Hediye, beni dediği yerde, yolun kenarında bekliyor. Kornaya basarak geldiğimi duyuruyorum. Zaten aracım oraya göre yabancı plaka olduğundan ve direksiyonu sağ tarafta olduğundan hemen dikkatleri çekiyor. İnsanlar, ister istemez “Bu da ne böyle?” dercesine dönüp araca bakıyor.
Hediye sol tarafa dönüp “Beni takip et” diyor. Takip ediyorum. Birkaç metre sonra geniş bir araziye kurulmuş, yüzlerce konteyner evlere geliyoruz. İlk dikkatimi çeken şey alanın etrafının tel örgüyle çevrelenmiş olması. Adeta büyük bir ceza evine benzetiyorum. “Neden tel örgü?” demekten kendimi alamıyorum. Bunun tamamıyla güvenlik açısından yapıldığını öğreniyorum. Böyle olması daha iyi olmuş diye kendimi telkin ediyorum.
Arabamı, kardeşimin gösterdiği yere park ediyorum. İçinden sadece el çantamı alıyorum. Eşyalar tamamen araçta kalıyor. Kız kardeşim “Korkma çok güvenli. Bir şey olmaz. Güvenlik her saat buralarda tur atıyor. Kameralarla 24 saat gözetleniyor. O nedenle hiçbir şey olmaz” diyor. Ben de korkusuzca konteynırlara doğru ilerliyorum.
Dışarı bir masa ve bir sandalye atılmış. Kapıda üniformalı bir görevli var: “Abla misafirin mi var?” diyor. “Evet, bu, en küçük kardeşim” diyor. Bunu özellikle belirtmesinin sebebi birinci dereceden akraba olmazsa kalıcı misafir olunamıyormuş. Uzak tanıdıklar sadece günübirlik ziyarete gelebiliyormuş. Güvenlik sorumlusu kimlik kartımı istiyor. Soy isimleri aynı olmayınca anne ve babaların isimlerine bakıyor. “Abla yanlış anlama, sana güvensizlik değil, buraya not almam lazım. Bize verilen talimat öyle” diyor. Kardeşim. “Rahat ol, biliyorum” diyor. Görevli bana kaç gün kalacağımı soruyor. Ben de sadece bir gece diye cevap veriyorum. Önündeki kalınca deftere not alıyor. Bana da bir imza atmamı rica ediyor. Ben de imzaladıktan sonra “Buyurun, hoş geldiniz” diyor.
Teşekkür edip kalacağımız konteynıra yürüyoruz. Hemen girişte bir bayrak gönderi bulunuyor. Türk Bayrağı özgürce dalgalanıyor. Tel örgünün üzerine bir levha konulmuş: “Yerleşke İçerisine Araç giriş ve Parkı Yasaktır.” yazıyor. Konteynırlar yan yana, bloklar halinde dizilmiş. A Blok B blok C Blok diye gidiyor. Her sokak bir harfle adlandırılmış ve numaralar verilmiş. Kapılarda AFAD 1D10 yazısı var. Bunlar her dairenin adres numarası. Görevliler bu numaralardan kimin nerede oturduğunu kolayca bulabiliyor.
İnsanlar, ev olarak yaşadıkları konteynırların önüne bir masa ve birkaç sandalye koymuşlar. Oturup çay içenler var. Bizi gören çaya davet ediyor. “Abla misafirin mi var? Buyurun çay için. Senin misafirin bizim misafirimiz” diyorlar. Kardeşim; “Sağ olun uzun yoldan geliyor. Yarın sabah gidecek. Dinlensin biraz” diyor. Kardeşime “Maşallah herkesin ablası olmuşsun. Tanımayan yok” diyorum. Gülüyor. “Sağ olsunlar, seviyorlar.” diyor. İlerliyoruz…
Evler arasında karşıdan karşıya brandadan yapılmış gölgelikler çekilmiş. İnsanları aşırı sıcaktan koruyor. Tabii bu arada çocuklar göze çarpıyor. Hayatın kendilerine attığı tokattan sonra bile bu çocuklar hala gülebiliyor ve hala ara sokaklarda oynayabiliyorlar. Sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşamamışlar gibi hayatlarına devam ediyorlar. Kimileri kovalamaca oynuyor, kimileri saklambaç oynuyor, kimileri de yöreye has çocuk oyunlarından oynuyor. Çocuk sesleri etrafa yayılıyor.
Giderken hemen bulunduğumuz yerin arka kısmında yeşillikler görüyorum. Patlıcan, biber, domates gibi şeyler ekilmiş. “Bu ne? “diye soruyorum. Kardeşim, “Burayı bahçe olarak ayırdık. İsteyen bir şeyler ekiyor. Suluyor bakıyor, vakit geçiriyor. Hem de birazcık olsun geçimlerini sağlıyorlar. En önemlisi yaşadıkları travmadan bir nebze olsun uzaklaşıyorlar” diyor. Gerçekten benim de büyük dikkatimi çekiyor. Elinde hortum tutan ve sebzeleri sulayan insanlar var.
Nihayet kalacağımız yere geliyoruz. Kardeşim “İşte burası da benim şato” diyor. Gerçekten de bakınca küçük bir şato gibi. İçerde yok yok.
İki odadan ibaret. Bir odasında televizyon var. Burası hem oturma odası, hem mutfak hem de misafir odası olarak kullanılıyor. Buzdolabı bulunuyor. Bir masa, iki sandalye ve yerde bir döşek var.
Yan odada ranza biçiminde yataklar var. Dört kişi rahatlıkla kalabilir. Tuvaleti, banyosu ve çeşmesi içerde. 24 saat sıcak su akıyor. Yani günün her vakti banyo yapma imkânına sahipsiniz. Bunlardan daha önemlisi de içerde bir klima olması. Bu klima olmazsa burada hayat çekilmez. Kadirli çok sıcak bir yer. Kavurucu ve yakıcı sıcaklar günün her saatinde hâkim.
Klimayı bereket unutmamışlar dedim. Kardeşim “İlk geldiğimizde yoktu. O zaman daha kış idi. Soğuk ile bir nebze baş edebildik. Ama kış bitince sıcaklar yavaş yavaş artmaya başladı. Biz de durumu yetkili mercilere bildirdik. Allah hepsinden razı olsun. İsteğimizi ikiletmediler. Haklısınız. Bu sıcakta burada yaşanmaz dediler. Herkese birer klima taktılar” dedi.
Oturup sohbete başlıyoruz. Konumuz tabii ki deprem. Hediye yaşadığı o geceyi uzun uzun gözü yaşlar içinde anlatıyor. “Ben, daha ömrüm boyunca böyle bir şeyi yaşamadım. Allah benim yaşadıklarımı düşmanıma bile yaşatmasın” diyor.
Evin çok şiddetli sallandığını, nasıl o gece yıkılmadığını anlamadığını söylüyor. “Allah yüzümüze baktı. O sarsıntıya hiçbir ev dayanmazdı. Ev, o gece yıkılsaydı hiçbirimiz sağ kalmazdık.” diyor. Günlerce eve giremediklerini, sarsıntıların hiç bitmediğini saat saat devam ettiğini artçıların bile büyük bir sarsıntıya döndüğünü anlatıyor. Bu arada abimiz Malak’ta kaldığını söylüyor. “O da olmasaydı tamamen sokakta kalacaktım. Allah ondan ve eşinden razı olsun.” diyor. Eşyaların evde kaldığını, birçoğunu kurtaramadıklarını belirtiyor. Belediyenin evi mühürlediğini, eve girmeyi yasak ettiğini söylüyor. Ama fırsatçıların boşluktan yararlanarak evleri yağmaladıklarını anlatıyor. “Birçok eşyam çalındı. Büyük eşyalara dokunamadım. Küçük ve değerli olanları kurtarabildim. Perdeleri dahi çaldılar. Klimaları, dam üstündeki çanak antenleri bile almışlar. Evin içinde bir şey bırakmamışlar. Kaş ile göz arasında bunu nasıl yapmışlar bilemiyorum. Ama buna da şükür. Önemli olan canımızın kurtulması. Başka yerlerde birçok kişi enkazın altında kaldı. Canlarından oldu. Biz de aynı akıbete uğrayabilirdik. Şükür olmadı. Malın mülkün zerre kadar değeri olmadığını anladık. O nedenle Allah’ın verdiklerine şükürler olsun. Bizim sınavımız da böyleymiş” diyor.
Kardeşim, konuşmaları arasında vefasızlıktan, samimiyetsizlikten, ikiyüzlülükten dert yanıyor. “Bu deprem bana, insanların gerçek yüzünü de gösterdi. Dostu, düşmanı, akrabayı, kardeşi bu deprem sayesinde tanıdım. Önceden akraba diyen, kardeşim diyen, dostum, arkadaşım diyen insanların depremden sonra benden bir şey istemesin diye kaçtığını, uzak durduğunu gördüm. Akrabalarımdan bile bana bir ihtiyacın var mı? Bir şey istiyor musun diye soran olmadı. En yakınlarım dahi bir arayıp geçmiş olsun demedi. Gel buyur, bende kal, sıkıntıya düşme diyen olmadı. Hatta kira için istediğim evi dahi vermeyen oldu. Benim iki kardeşim dört yeğenim varmış. Sadece onlar aradı. Başka kimse arayıp sormadı. Oysa ne kadar kalabalık bir aileyiz. Maalesef kimse aramadı. Ben kimseden yardım istemedim, para pul istemedim. İstemiyorum da. İhtiyacım yok. Tek istediğim bir telefon açıp nasılsın diye sormaları, senin için bir şey yapabilir miyiz diye sormalarıydı. Ama bunu dahi yapamayanlar oldu. Kötü günümde yanımda olmayan iyi gün dostlarına kızıyorum. Keşke zor günlerimde yanımda olup, hal hatır sorsalardı, o zaman çok mutlu olurdum. Ama insanların gerçek yüzünü de görmüş oldum dedi. Şimdi buraya yerleşince zor durumda kalma diyenler var. Ya ben günlerce sokaktayken bunu niye demiyordunuz? Başımı sokacak bir yer bulunca mı sormak aklınıza geldi. Evi boş olduğu halde, gel bacım benim evde kal diyemeyen kardeşlerim oldu” diye dert yakınıyor.
Hediye anlattıkça anlatıyor. Anlattıkça da gözyaşlarına hakim olamıyor. Demlediği çayı sigara eşliğinde yudumluyor. “Zor günlerdi” diyor. Ama artık rahat olduğunu, deprem travmasını da yavaş yavaş attığını söylüyor. “Resmen psikolojimiz bozuldu. En ufak bir sarsıntıda deprem diye hemen dışarı koşuyoruz. Saatlerce eve giremiyoruz. Bu, daha ne kadar böyle devam edecek? Korku ile yaşanır mı? Konteynırlara yerleşince biraz rahatladık. Deprem olsa bile hayati tehlikesi az olur. O nedenle korkusuzca kalmaya başladık”
Günleriniz nasıl geçiyor soruma gülerek cevap veriyor. “Gördüğün gibi. Bin kişiden fazla insan var burada. Hep bir aile gibi olduk. Herkes birbirini tanıyor. Yardımlaşma hat safhada. Herkes her şeyini birbiriyle paylaşıyor. Ekmeğini, ununu, suyunu, çayını, şekerini paylaşıyor. Sevgi saygı son derece ön planda. Öyle huysuz, kavgacı, geçimsiz kimse yok. Olan olursa da hemen herkes tavrını koyuyor. O nedenle daha büyük bir sorun yaşamadık. Geçimsizlik, kavga, tartışma yaşamadık. Belediye başkanı her hafta geliyor, hal ve hatır soruyor, eksik olan bir şey varsa tamamlıyor. Kaymakam da gelip dert dinliyor. Sorunlara çözüm üretiliyor. Yani memnunuz. Derdimiz, sıkıntımız yok. Şu teller arasında sevgi saygı içinde yaşamaya çalışıyoruz. Bazen arkadaşlar geliyor. Çay kahve içip sohbet ediyoruz. Sonra gidiyorlar. Akşamları dışarı oturup dertleşiyoruz. Bazen eğlenceler de oluyor. Sonra televizyon başına geçip haberleri ve eğlenceli programları izliyorum. Güzel bir film bulursam ona takılıyorum. Namazlarımı kıldıktan sonra duamı edip yatıyorum. Ertesi gün yeni bir hayata yeniden başlıyorum. Günler böyle geçiyor” diyor.
Gerçekten de zor günler. Şu birkaç saat içinde bile ne kadar zor bir yaşamın olduğuna şahit oluyorum. Allah’tan ki arkalarında devlet var. Devlet kimseyi sahipsiz bırakmamış. Dertlerine derman olmuş. En kısa zamanda konteynır şehri kurarak depremzedeleri buraya almış. Her imkân veriliyor vatandaşa.
Elektrik parası alınmıyormuş. Her hafta erzak veriliyormuş. “Yağ, bulgur, pirinç, makarna, fasulye gibi gıdalar veriliyor. Çayımız kahvemiz eksik edilmiyor. Suyumuz 24 saat akıyor.” diyor.
Vakit ilerliyor. Hediye anlattıkça anlatıyor. Adeta boşalmaya ihtiyacı var. Birilerinin kendini dinlemesine ihtiyacı var. İçini birilerine dökmesine ihtiyacı var. O nedenle anlatıyor, ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor…
Ben ise yorgunluktan bitmek üzereyim. İki gün uzun yolculuktan sonra sabaha kadar sohbet edecek gücü kendimde göremiyorum. Dayanabildiğim kadar dayanıyorum. Gözlerim kapandıkça ben ısrarla açıp kardeşimi dinlemeye çalışıyorum. Ama öyle bir an geliyor ki artık onu duyamaz oluyorum…
Gözlerim kapandığında anlattığı her şey rüyalarıma giriyor. Sabaha kadar depremle uğraşıyorum. Vefasız insanlarla uğraşıyorum. Yanmış, yıkılmış evler arasında çaresizlik içinde bağıran insanları kurtarmaya çalışıyorum…
Hediye’nin “Kahvaltı hazır. Hadi kalk” demesiyle yataktan fırlıyorum. Dışarıda bulunan masaya kahvaltı hazırlamış. Çay, domates, yumurta, reçel, peynir ve zeytin… Sevdiğimi bildiği için biraz da patates kızartmış. “Kıbrıs patatesini tutmaz ama sen idare et” diyor.
Saat 09.00 olmuş. Yola erken çıkacaktım. O nedenle geciktim diyorum. Çayımı içiyorum. Yumurtadan ve diğerlerinden biraz yiyip hazırlanıyorum.
Yarım saat içinde çantamı alıp araca doğru birlikte yürüyoruz. “Ya kusura bakma yorgunluktan erken uyumuşum. Seni dinleyemedim” diyorum. “Yok yok, iyi dinledin. Söyleyeceklerimi zaten söyledim.” diye cevap veriyor. “İnsanın konuşmaya, derdini dökmeye ihtiyacı oluyor. Sen de iyi dinledin. Sağ ol.” diyor.
Ben, araca binip yola çıkıyorum. “Akşam geldin, sabah gidiyorsun, böyle misafirlik mi olur? Gelmişken biraz kalaydın. Paça içmeye giderdik” diyor. “Kısmetse başka sefere diyorum.
Araca binip vedalaşıyorum. O, geride kalıyor. Elleri yüzüne gözlerine gidiyor. Belli ki ağlıyor. Ben de üzülüyorum. Gözlerim doluyor. Arabanın müziğini açıyorum. Duygulu bir ayrılık şarkısı çalıyor. Müziğin ritmiyle biraz sonra ben de gözlerime hakim olamıyorum…
Kadirli bir kez daha geride kalıyor. Bir kez daha bana uzak oluyor. Bir kez daha bana yabancılaşıyor…
Kim bilir bir daha ne zaman dönerim Allah bilir?
Hoşça kal Kadirli.
Her şeye rağmen çok güzelsin…
HAKAN YOZCU
23.08.2023
GAZİMAĞUSA KKTC
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.