- 475 Okunma
- 2 Yorum
- 4 Beğeni
İadesiz taahhütsüz-Thelocactus ideas ağrısı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bu sabah sana yazmak gibi bir niyetim yoktu aslında. Telefonumla İngilizce öğrenme alıştırmalarımı tamamlamayı veya bir süre sırf parmaklarıma jimnastik yaptırmak için (yersen) bir süre sosyal medyanın kara deliğine bunjee jumping (bu ismin tdk açılımı ne acaba?) yapmayı planlıyordum. Lavabodan hızlıca çıkarken kapıyı biraz sert kapatmış olabilirim ama kimsenin uyandığını sanmıyorum. Sabahın aması, ne kadar mahlukat varsa benden önce uyanmıştı yine. Bazen bıktırıyor burasının böcek sesleri...
İlaçlarımı içmek için buzdolabına yöneldiğimde (Günlük ilaçları buzdolabı kapağında tutmak bence öğrenilmiş hatalardan biri. Anam da anamın anası da öyle yapardı. Hiç düşünmemiştim...) tezgahın üstünde bitmiş mama kutusunu görmek uyandırdı içimde uyuyan nöroncukları. Kısa süreli bir panik yaşadım. Benim oğlan boğazlıdır. Mama da seçer. Eyvahlarımı dilime ittirmeden, bir hamle mamaları koyduğum dolaba yöneldim. Odasında bir koku...Off! Kırıldı burnumun direği. Kedi değil sidik makinesi!.. Yüksek ihtimal ,her tuvaletten sonra yaptığı gibi, buyurucu sesle "Hadi Serpil Hanım. Temizle! Bilirsin sokmam patimi bir daha kutunun içerisine" miyavlamasına dakikalar kalmıştı. Sanırım benden çok az evvel uyanmış o da. Kokusu çok kesifti.
Kafamın içinde hızlı çözümler geçerken, otomatiğe bağlanmış beden çoktan çöp torbasıyla kum temizlemeye girişmişti.
Mis kokulu ! kum bahçedeki çöpe ilerlerken, aklıma fiyatları düştüğünde stokladığım yaş paket mamalar geldi. Bir rahatlama geldi ama çok sürmedi...
Bahçedeki çöp kutusuna elimdekini atıp geri dönecekken bir hışırtı duydum (Evren neden bizimle kendi diliyle konuşmakta bu kadar ısrarcı) Başımı çevirdim. Ve rahatlama bitti:
Su bidonundan üretme saksılara ektiğim domates fideleri "imdat" diye bağırıyor gibiydi. Yaprakları çatır çatır yanmış dallardan sarı lekeli kabuklarıyla domatesler sarkıyordu. Yettim kızlar dedim. Yettim. (Domatesle konuşan kadın...) Hemen bir şişe suyla can verdim. Baktım, bütün saksıların toprakları kurumuş. Kendimi taksirle çiçek öldürmekten yargılamamak için başladım sulamaya. Sulamakla bitmedi tabi...
Bana meyvesini vermeyecek, sırf meraktan tohumunu gömdüğüm, ne olduklarını bile bilmediğim fideleri söktüm önce. Sonra ekmediğim halde peydah oluveren semizotlarını topladım bir yere. Yan binanın çim sulama sistemi aramızdaki duvarın üzerine dizili saksıları her gün muntazaman suladığı için -sağolsunlar, su pahalı- oradaki çiçeklere gerekmedi. Derken toprak zemine takıldı gözüm, yine ot bürümüştü her yeri. "Haydi kızım kereviz, senden başka yok bu evde otları yolacak keriz" diye, başladım korka korka gürlükleri çekiştirmeye. Ben şeherli garıydım evvelden. Çok alışkın değilim şu börtü böcekle muhabbete. Başımı öne eğmekten sebep birkaç kez dünya fırıldaklaşsa da gözümde, hallettim. Tam bir büyük çöp torbası yeşilliği katlettim. Korksam da hiçbir canlı mahlukatı öldürmeyen (Sinekler hariç!!!!!!) ben (yaşama hakkına hep inandım ya da inanır gibi yaşayarak kendimi kandırdım) az evvel otlara aynı hassasiyetle davranmamıştım. Bir ufak iç hesaplaşmanın, daha dün törpülediğim tırnaklarımın dibinde konuşlanmış toprakları görüp eldivensiz iş yapma aptallığım için kendime kızmanın birkaç saniye sonrası hızlı bir karar aldım: Oturma odasının penceresinin önündeki mermere dizili kaktüs ve sukulent saksılarını da duvarın üzerine taşıyacaktım. E devir ekonomi devri. Başladım taşımaya. Önce küçükleri, sonra tek elle indiremeyeceklerimi... Zaten üç beş tanelerdi. Ölçmüşüm gibi sığdılar duvarın sınırına. Ama...
Senelerden beri benimle birlikte şehirden şehre sürüklenen, çiçeklerim içinde en çok sevdiğim, muhteşem pembe çiçekleri olan kaktüsün saksısı nizami durmadı yerinde. Diğerlerini üç beş santim kaydırıp araya yerleştirmem gerekecekti. Ben de diğerlerini çekebilmek için tekrar almaya yeltendim ama elim saksının kenarındaki kaktüs parçasına değdi. Değdiği gibi bir diken battı başparmağıma. Delikanlı dikenleri vardır sağ olsun. Kanın çıktığı delikten ağrı girdi. Ellerimi yıkayıp deliğin içinde diken ucu kalmış mı baktım ivedilikle. Kalmamıştı. Saksıyı, bu sefer daha bir özenle istediğim konuma getirdiğimde parmağımdaki ağrı gözümü yaşartmıştı bile.
Bence uzun, anca kısa bir zamanın sonunda, ortada dikenin değilinden eser kalmadı. Ağrısı devam etti bir süre daha ama o da geçti.
Ben de gidip odamdan bilgisayarımı aldım. Vee. işte burada, karşındayım şimdi...
Ağrının geçişini beklerken düşündüm biraz. İnsanlar neden kaktüs beslerler. Kendilerine güzel şeylerin dikenleri de olabileceğini ispat için mi? Yoksa adrenalin ihtiyaçlarını muhtemel kazalarla gidermek için mi... Hani derler ya sahnede bir silah varsa, o muhakkak bir kez patlar. Biz hayatımızın dekorlarına kendimiz eklemiyor muyuz bu şeyleri... Radyasyonu alıyormuş, evin elektrik enerjisini düzenliyormuş falan falan; biz kendimize muhakkak birden çok sebep bulabiliriz kaktüs bakmak için. Ve dikeni battığında bunca sivriliğine rağmen kendini savunamayacak gövdesine düstursuzundan küfredebiliriz.(Ben pek etmem. Kendim varken gerek yok...) Bir tür sadomazoşist tercihleri sadece saksılarda yapmayız tabii.
Hayatımın, hatırlayabildiğim organik ve inorganik tüm kaktüslerini dizdim önüme. Sen de diz, bekliyorum. Biraz onlardan konuşalım bu gün.
Bir gün, rüzgarlı bir günde kısa devre yapıp başıma bela olacağını bildiğim halde yerinden dökmediğim bahçedeki uğur böcekli ışıldağı koyuyorum masaya, her ne kadar özel günler ve zorunlu toplaşmalar haricinde birbirimizle muhatap olmasak da kontratlı akrabaları koyuyorum üzerine. Haydi senin de elini görelim. Çok aramana gerek yok, o kaktüsler her yerde... Hem cinsten, karşı cinsten, matematik hesabıyla bile tutarsızlığı kesinleşmiş arkadaşlıkları, verilen sözleri, garanti ettiğimiz finalleri hayatın hiçbir garantisi yokken. Benimkiler epey kalabalık çıktı... Alışkanlıkları, inkar edilse de kabak gibi ortada duran, görülen takıntıları...
Çektiğimiz ağrıları konuşalım defaaten... Kimisi çabucak geçti. Kimisi kira ödemeden yerleşti ciğerimize (Bir dakika ciğer sinir sistemine bağlı mıydı?...) Biz de ağrıya ağrıya yaşamayı öğrendik. Bazı dikenleri çıkardık, bazılarını sistemimize ekledik. Gözyaşı döktüren de oldu, hiddetlendiren ve/veya küstüren de. Kalbe batan her kaktüs dikeni herkesçe göreceli bir süre kanattı kendi deliğini. Oturdum, dikenlerden kalma delikleri aradım. Parmağımdakinden daha yavaş kapanmıştı çoğu. İzi kalan çoktu. Bir tür diken dekoru oluşmuştu, bir tür desen... Tıpkı kanamışlıktan dövme yaptırmak gibi...
Sırf sana yazacağım diye, yıllardır eşlikçim olan kaktüsümün adını öğrendim internetten. Beraber yaşıyoruz ama ben şahsen yeni tanıştım. Ben bilmem, google bilir dedim; birine göre adı Echinocereus pectinatus, diğerine göre Thelocactus ideas... Latince "thelo" çanta demekmiş. (gülümsüyorum şu an) Biiir çanta fikri, biiir koca sayfa mektubu ürettirdi dikeni. Bence kesinlikle bu, pek manidardır buldum ikincisini.
Bence bilim adamları boşuna uğraşıyorlar. Yapay zekalar ne kadar çalışsa bizim kadar mantıklı ve mantıksız birçok şeyi aynı anda yapamayacaklar. Ve ne kadar sorgularlarsa sorgulasalar zihnimizin işleyişini, bir yerde batacaklar... Çünkü bozukluk düzeni bizimki.
Biz diken seviyoruz...Zihni ağrılarımızdan yitiyoruz... Biz saksılarda kaktüs yetiştiriyoruz. Dikenlerinin muhtemel ağrılarına eyvallah çekiyoruz. Diğer canlıları bilmem ama biz hayatımızı bunlarla... süslüyoruz...
Kahvaltı etmiş mi idin? Ben de artık bir şeyler yemeliyim. Çok oturdum bilgisayar karşısında. Her ihtimale karşı küçük bir kaktüsü masama getirmiştim (!) Müsaadenle önce kedime, sonra kendime "lüks" bir yiyecekle pış pış çekeceğim.
Yine yazarım, beni özle...
Tekrar görüşene kadar saksısız kaktüslerinle mutluluklar dilerim. Birkaç eldiven, bir kalın çöp torbası edin kendine...
17.08.2023
SERPİL ŞEN
YORUMLAR
Ne kadar içten,samimi bir anlatım olmuş.Keyifle okudum güne dışen yazınızı.Kaleminiz daim olsun.Sevgi ve saygıyla...
SERPİL ŞEN
Güne düşmesi, gerçekten birilerine ulaştığını görmek, sevinç yarattı bende.