- 366 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
GİZE’DEN PİRAMİTLERE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bir tatil sabahı, Kahire Üniversitesi’ne ait öğrenci yurdunun yemekhanesinde Hamit adında Mısırlı bir öğrenci ile tanışıyoruz. Muhabbeti biraz ilerletince piramitlere gidip gitmediğimi soruyor. Ben de “Henüz görmek kısmet olmadı” deyince, kendisinin birçok kez piramitlere gittiğini ve bu konuda bana rehberlik yapabileceğini söylüyor. Hemen fırsat bu fırsat deyip küçük bir hazırlıktan sonra beraberce yola çıkıyoruz.
Önce yurdun yaklaşık iki kilometre güneyine düşen Gize Meydanı’na geliyoruz. Şoförler ve değnekçilerin, önlerinde “Heram heram!/ Piramitler piramitler!” diyerek yolcu arayıp durdukları beyaz dolmuşlardan birisine atlıyoruz. Daha sonra Ehramlar Caddesi’ne girip altı yedi kilometrelik bir yolculuğun ardından son durakta iniyor, piramitlerin bulunduğu Memfis Bölgesi’ne doğru harekete geçiyoruz. Burada evlerin, gittikçe seyrelip birer otel ve pansiyon şekline dönüşmesi beni biraz heyecanlandırıyor. Uçaktan bile ucu bucağı görünmeyen koca Kahire’nin nihayet sonuna yaklaşmakta olduğumuzu, sarımtırak ve yorgun bir çöl toprağının körpecik hurma ağaçları arasında bakışlarımla saklambaç oynamaya başlamasından anlıyorum.
Arkadaşım Hamit, son durakta dolmuştan inip beş yüz metre kadar batıya doğru yürüyünce piramitlere çok yaklaştığımızı ve birazdan göreceğim muhteşem manzara karşısında bir hayli şaşıracağımı söylüyor. Derken başımı yukarıya doğru kaldırıp etrafa şöyle bir bakıyorum. Bir de ne göreyim! Karşımdaki hafif sisli boşluktan volkanik birer dağ gibi yükselen ve uzaktan bakıldığında âdeta kara çadır silüetini andıran devasa boyutlarda iki üçgen... Gözlerim, yeryüzüne insanoğlu tarafından kondurulan ve âdeta gökyüzüne ihtişam püskürten bu iki piramidin dehşetengiz görüntüsüne takılıp kalırken, aklım ve havsalam da birdenbire karşıma dikiliveren bu olağan dışı gerçekliğin bana dayattığı “olmazları” kabullenmeye çalışıyor. Başka bir deyişle görme duyum, belki de hayatımda ilk defa mantığımla böylesine derin bir ihtilafa düşüyor. Bir yandan şaşkın bakışlarımı sürdürüyor, diğer yandan Hamit arkadaşın bu piramitlerin niçin ve nasıl yapıldıklarına ilişkin bana anlattıklarını dinliyorum. Arkadaş; “Şu gördüğün piramitler, aynı zamanda birer mezardır; yapılmalarındaki esas sebep, bizim İslam’da da var olan öldükten sonraki dirilme inancıdır.” deyince, hemen şöyle bir düşünce geliyor aklıma: İnanç boyutları varlığı aşan ve öldükten sonra tekrar dirileceklerine inanan bu insanların kurduğu üstün medeniyet, onları, öldükten sonra dahi yaşatacak ölümsüz şaheserler dikmeye muvaffak kılmış...
Tarihî araştırmalara göre, bu piramitlerin; Dördüncü Sülale Dönemi’nde, Milattan yaklaşık 2500 yıl önce, taşları Asvan civarından veya bugün Kahire’nin içerisinde yer alan Mukattam Dağı’nın eteklerindeki taş ocaklarından çıkartılarak yapıldığı sanılmaktadır. Eski Mısır dininde Firavun ve ona tabi olan halkı, öldükten sonra tekrar dirileceklerine inanırlardı. Bu dinî anlayışa göre, yeryüzünün tanrısı olan Firavun diğer tanrılar gibi sonsuz yaşamın sırlarını bilirdi. Dolayısıyla Firavun öldükten sonra ona tabi olan halkının dinî görevlerini eksiksiz yerine getirmesi, onun şefaatine erişmeyi kolaylaştıracak görev ve hizmetlerde bulunması gerekirdi. Bundan böyle hayatını kaybeden firavunların cesetleriyle önemli eşyaları, dirildikten sonra tekrar kullanılır düşüncesiyle piramitler şeklinde inşa edilen çok odalı özel mezarlara yerleştiriliyordu.
...
Daha sonra piramitlerin ortalama beş yüz metre kadar doğusunda bulunan ve önlerinde dört bin yıldan beri sessizce nöbet tutan Sfenks’in bulunduğu yere geliyoruz. İlk bakışta, insanoğlunun âdeta varlığa hâkim olma güdüsünün somutlaşmış şekli olduğu izlenimini veren bu acayip heykel, yumru yumru yere saplanmış pençeleri ile sanki hemen üzerimize atlayıverecekmiş gibi geliyor bize. Dolayısıyla yirmi metreye yaklaşan uzunluğu, kırk metreyi bulan yüksekliği, yarı insan yarı aslanı andıran ilginç cibilliyeti ve Napolyon’un Mısır’ı işgal ettiği sırada topa tuttuğu kırık burnuyla bizi bir süre hayret dolu nazarlar ve dudak büktüren duygularla kendisine baktırıyor.
Mısırlılar, bu Sfenks’i “Ebu’l-Hevl/ Korkunçluğun Babası” şeklinde isimlendirirler. Kahire’de kaldığım günlerde, el-Ehram Gazetesi’nin kültür sanat sayfasında rastladığım bir araştırma yazısına göre, bu Sfenks’in, piramitlerin yapımı sırasında çok büyük bir kaya olduğunu, sıra çevre düzenlemesine gelince, baş mimarın teklifi üzerine yontulup böyle bir estetiğe büründürüldüğünü okumuştum.
Buradan ayrılıp yan tarafta bulunan dar asfaltlı yoldan piramitlere doğru yürürken, iki atlı gencin süratle bize doğru yaklaşmakta olduğunu görüyoruz. Gençler, piramitlerin uzakta olduğunu, bu sıcak havada yaya gitmenin bizim için zor olacağını, dolayısıyla istememiz hâlinde bu atları bir saatliğine bize kiralayabileceklerini söylüyorlar. Hamit arkadaşın da yardımıyla uygun bir pazarlıktan sonra atlara biniyor, beraberce piramitlerin bulunduğu hafif rampaya doğru ilerliyoruz.
Uysal doru atların üzerinde hızla hedefe yaklaşıyor, uzaktan görünüşü dahi insanları büyüleyen bu esrarengiz yapıların daha da baş döndürücü bir hâl aldığını görüyoruz. Atları biraz daha yana doğru sürünce, ardışık olarak birbirlerinin arkasına gizlenmiş gibi duran piramitlerin üç olduğu hâlde ikiymiş gibi göründüğünü fark ediyorum. Arkadaş, bu üç piramidin adlarının Keops, Kefren ve Mikerinos olduğunu söylüyor.
Bazı Arapça kaynaklarda bu üç piramit Hûfu, Hafra ve Munkari’ şeklinde isimlendirilir. Dünyanın yedi harikasından biri sayılan bu görkem abidesi yapılar, isimlerini taşıdıkları üç ayrı Firavun tarafından inşa ettirilmiştir. Piramitler ilk yapıldıkları zaman Keops 147, Kefren 143, Mikerinos da 66 metreye ulaşıyordu. Bugün bu piramitlerin üçü de ilk yüksekliklerine göre biraz aşınmış durumdadır. Mesela el-Müncid’in A’lâm adlı ansiklopedik sözlüğü de dâhil birçok Arapça kaynakta, en yüksek piramit olan Keops’un (Hûfu) yüksekliğinin bugün 138 metre olduğu bilgisi yer almaktadır.
...
Nihayet toprakları Arizona çöllerini andıran kızıl kumlu yokuşları geride bırakıyor, on dakikalık bir safarinin ardından en görkemli piramit olan Keops’un önüne geliyoruz. Atlarımızı münasip bir yere bağladıktan sonra bu muhteşem piramidin dibine doğru adımlamaya başlıyoruz. Uzaktan yüzeyi düz gibi görünen piramidin, otomobil büyüklüğündeki taşların merdiven basamakları şeklinde yan yana konularak ikişer-üçer tonluk bloklardan meydana geldiğini görmek, Firavun dönemi mimarisine duyduğum hayreti bir kat daha artırıyor. Yaklaşık günümüzden dört bin yıl önce yaşamış bu çilekeş insanlar; vincin, traktörün, dozerin bulunmadığı bir devirde böylesine dağ görünümlü yapıları nasıl dikebilmişler, bir türlü akıl sır erdiremiyorum. Sanki kısacık ömürlerini böylesine göz kamaştıran devasa kütlelere adamış bu insanlar, tıpkı hayalleri göklere değen çocuklar gibi buralarda bir süreliğine saklambaç oynamaya koyulmuşlar da az sonra saklandıkları yerlerden tekrar çıkıp geleceklermiş gibi geliyor bana.
Bütün dikkat ve düşünce melekelerimi toparlayıp o günlerin belli belirsiz zamanlarına dalıp giderken birdenbire Hamit arkadaşın sesiyle irkiliyor, içinde nefes soluduğumuz zamanlara dönüyorum. Arkadaş, piramitlere tırmanmanın mümkün olduğunu, istemem hâlinde beraberce taş basamaklardan yukarıya doğru maceralı bir yolculuğa çıkabileceğimizi söylüyor. Ben de çocukluğumun köyde geçtiğini, bu nedenle sarp yerlere alışkın olduğumu söyleyince hemen zaptı zor olan bir heyecanla Keops Piramidi’ne doğru tırmanışa geçiyoruz. Yüzyıllara meydan okuyan muhkem duvarlardan, yüksekliği yer yer birer ikişer metreyi bulan aşınmış basamaklardan âdeta birer sincap pratikliğiyle atlaya hoplaya yollar buluyor, yaklaşık on dakikalık bir sürenin sonunda kırk-elli metre kadar yükseliyoruz. Tam bu sırada ikindi ezanı okunmaya başlıyor. Biz de daha fazla yukarıya çıkmaktan vazgeçiyor, yanı başımızda sedir gibi uzanmakta olan dümdüz taş bloklardan birinin üzerine oturuyor, Kahire ufuklarını seyretmeye koyuluyoruz.
Yıldız yıldız semaya yükselen ezan seslerinin birer ikişer biterek kaybolup gitmesinin ardından, kulaklarımızın hafif fakat deruni bir uğultuyla dolduğunu hissediyoruz. Arkadaşım Hamit, deyim yerinde ise mahşerî bir hışırtıyı andıran bu tuhaf uğultunun, ta Medinetünnasır’ın ilerilerinden başlayıp piramitlerin önünde son bulan ve kırk kilometreye yaklaşan Kahire’nin gürültüsü olduğunu söylüyor. Ve bu esrarengiz uğultuyu, sadece karşımızdaki mahallelerden yükselen çocuk çığlıkları, fren cayırtıları ve köpek havlamaları gibi arada bir işittiğimiz sivri frekanslar bozabiliyor. Nihayet figan ve uğultunun puslu hava ile buluştuğu Kahire ufuklarını bir müddet daha seyrettikten sonra ağır ağır piramitten iniyor, atların bulunduğu yere geliyoruz.
Bu arada arkadaşıma, atları teslim etmemize on dakikalık bir zamanımızın kaldığını hatırlatıyorum. Biraz geciktiğimizi düşünüp birden harekete geçiyoruz. Bir kez daha atlara biniyor, diğer iki piramide de uzaktan hızlıca bir bakış attıktan sonra doğruca at sahiplerinin bulunduğu noktaya dönüyoruz. Anlaştığımız şekilde beşerden on cüneyh borcumuzu kendilerine ödüyoruz. Parayı büyük bir mutlulukla ceplerine koyan gençlerin âdeta beklenti dökülen gözlerle ikide bir “Eyyu hidme/ Daha var mı yapacağımız bir hizmet” deyip ellerini ovuşturup durmaları dikkatimden kaçmıyor. Belli ki birazcık da bahşiş umuyorlar. Çünkü “eyyu hidme” ifadesi, bahşişin Mısırca isteniş şeklidir. Birer cüneyh daha verip onları sevince boğduktan sonra vedalaşıyoruz.
Geldiğimiz yoldan dönmek üzere tekrar yürüyüşe geçiyor, dolmuşların bulunduğu meydanlığa doğru ağır ağır ilerliyoruz. Biraz ötede kamış suyu sıkıp satan bir tezgâhla karşılaşıyoruz. Mısırlıların “asîru’l-gasap/ şeker kamışı suyu” adını verdikleri bu meşrubat, bir buçuk veya iki metre uzunluğunda kalın saz bitkisini andıran şeker kamışlarının, çarkları güçlü özel bir cihazla ezilip sıkılmasıyla elde ediliyor. Hafif yeşilimsi rengi, mayhoşa kaçan tadı ve doğal aromatik özelliği ile ilk defa içtiğim bu meşrubat türü, otantik olduğu kadar rahatlatıcı geliyor bana.
Biz kamış suyu ile günün yorgunluğunu atıp bölgeden ayrılırken, piramitlerin diriltici gölgeleri de yavaş yavaş peşimizden geliyor.
Mesut ÖZÜNLÜ
Not: Mesut ÖZÜNLÜ’ye ait “Nil’in Dili, Kahire 1992, Mısır Anıları” adlı eserden alıntılanmıştır.
YORUMLAR
Mimar Sinan Süleymaniye'yi tamamladığında iyi bir olasılıkla dönüp Aya Sofya'ya bakmıştır. Onu gördüğü Ayasofya o gün 1,000 yıllıktı (Bugün Süleymaniye daha 500 yaşını doldurmadı) Biz 1500 yılık Ayasofya'yı eski bulurken Khufu piramidi (Arapların Hufu'su Greklerin keops'undan daha orijinaline yakındır) 3 kere Ayasofya yaşındadır (Ya da dokuz kere Süleymaniye). Algılamanın kolay olmadığını düşünüyorum.
Fransa'da bir mağaradaki tarih öncesi resimlerle ilgili bir belgesel seyremiştim. Mağara duvarlarında yan yana duran iki resim arasında 5000 yıllık bir süre vardı: Khufu'dan bugüne kadar geçen sürenin üzerine bir tane de Süleymaniye eklenmiş bir zaman uzunluğu. O kadar süre (Büyük olasılıkla daha da uzun: 5000 yıl sadece resimler arasındaki fark) insanlar o mağarada yaşamışlar. Özetle son birkaç bin yıldır insanlığın gelişmesi başdöndürücü bir hıza ulaşmış. Okuyan herkesi bir yola çıkarttınız. Teşekkür ederim. Saygılarımla.
Mesut Özünlü
Mısır Ülkesi gerçekten-de o dönemlerde altın çağını yaşamış.
Kutlarım sizi değerli kalem ,sevgiler saygılar...
Mesut Özünlü
Belkide mısır uygarlığı asırlar önce bu günden ileridir kutlarım çalışmanızı
Mesut Özünlü
Akıcı Piramitleri konu alan gezi yazınızı okurken günümüz piramitlerinin nasıl olacağını düşünerek ters piramit olurdu diye düşündüm. Bir topaç gibi belki bir topaç gibi dönerdi de çevresinde. Neden olmasın içinde kalanlar bir gün boyunca dört taraf manzarayı görürlerdi. İnşası nasıl olurdu diye düşünürken devasa asma köprüler geliyor aklıma.
güçlü halatlarla güçlü temel merkez toplanırdı. Tepede güçlü halatları dağıtan ise güçlü ama hafif tavan kirişleri olabilirdi. Çevresine nasıl dönebilir ki çevresinde topaç piramit.
Yerin altında temelde bir düz piramit gibi tabana yayılır. Yukardan aşağıya toplanan halatlar bir zemin boğazdan geçerek taban temele dağıtılır. Mekanizma is taban da bükülen halatlar son haddesine gelinde topladığı güçle ters istikamete bükülmesiyle olabilir. Piramitler bana topaç yapıyı düşündürdü. Piramitleri yapan Mısırlıları ne düşündürdü acaba. Yeniden dirilmek.