- 328 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
IRMAK TANRISI
Bir gün, çok da ani sayılmaz, zira zaten bunu düşünüp duruyordu, eşyalarını toplamaya başladı Petronius… Sadece giysilerini, biraz kap kacak ve erzak alacaktı yanına, 45 yıllık hayatında biriken o anlamsız eşya topluluğuna bakmaya bile gerek yoktu. Evde pek az hizmetçi vardı ve onlar da azatlıydı zaten…Petronius geride bir şey bırakmayı sevmezdi, ne mal mülk, ne insan ne de acı…Çoktan anlamıştı yaşamanın anlamsızlığını, etrafında tanıdığı bildiği insanlar patır patır ölürken geriye kalan altınlar, bronzlar, evler, köleler, çocuklar, yaşarken elzem olduğuna inanılan her şey aslında hiçbir şeyin biten hayatı kurtaramayacağını anlamıştı… Bu yüzden sahip olup da vazgeçemeyeceği hiçbir şey yoktu.
Evi kapatıp çıktığında ne hüzünlendi ne de sevindi…Taş duvarlı bu ev daha önce başkasınındı, ondan önce de bir başkasının, sonra başkalarının olacaktı eğer bir deprem, yangın ya da savaşta yıkılıp gitmezse…Zaten sahip olmadığı bir şeyi sahip olamayacak birilerine terk edip gitmenin tuhaflığı belki bir parça gülümsetti Petronius’u…Ya da ben öyle hayal ettim sadece. Anahtarı alıp hayatta kalan az sayıda akrabasından olan yeğeni Aurelius’a gitti.
-Bu ne amca ?
-Benim evin anahtarı.
-Niye bana veriyorsun ?...
-Bir süre burada olmayacağım.
-Ne kadar süre ?...
-Uzun bir süre.
Aurelius avare, ayyaş, baba parasıyla geçinen bir asalaktı ve Petronius belki sadece bu vazgeçmişliği yüzünden sempati duyuyordu yeğenine…Kızkardeşi ve tüm ailesi Pompei’de küllerin altında kaldığında kentte olmayan Aurelius kurtulmuştu sadece…Eniştesinin korunaklı duvarlarla çevrili, muhafızlarca korunan zengin evi şimdi sadece bir avuç tozdu…Ve doğumu bayramla tören ile kutlanan Aurelius ise sadece bir ayyaş...Kendine isteksizce uzanan ele anahtarı bıraktı ve vedalaşıp oradan ayrıldı.
Petronius çok değil yaklaşık iki hafta sonra ırmak kenarındaki ufak derme çatma kulübeye yerleşmiş ve yeni hayatına başlamıştı. Yok aslında başladığı bir şey yoktu, mevcut hayatının yaklaşan son bölümünü böyle geçirmek istemişti diyelim…Kaybedilecek şeylerin sayısı azalınca kaybetmek kelimesi de korkutucu etkisini yitirmiş oluyordu ona göre…Duvarların, muhafızların hatta tanrıların bile koruyamadığı bir mal varlığı ve insan topluluğu yüzünden tüm hayatını korku ile geçirmek ne büyük bir işkenceydi…Oysa insanlar savaş, salgın, doğum ve aptallıkları yüzünden ölüyorlardı , aslında sebep olmadan da durduk yere ölüveriyorlardı… Mesela çok sağlıklı bir adam olan babası oturduğu koltukta aniden ölüvermişti…Ölüm ve yok oluş bir seçenek değil de mecburiyet olduğunda umutsuzca tutunduğun her zincir kopmaya mahkumdu. Zincirleri kopmadan zincirlerinden kurtulan Petronius ırmak kenarındaki mütevazı evinde kendi zamanının gelmesini bekliyor ve ardında ağlayan ne bir kadın ne bir çocuk bırakmadığı için mutlu oluyordu.
Her sabah ırmak kenarında hışırdayan otlar üzerinde doğanın sessizliğinde ekmeğini yer, sonra biraz da kestirirdi…Öğleye doğru uyanıp kulübesinin serinliğine çekilir, akşam üstü ise ırmakta balık tutup yerdi. Günün çoğu ya uykuda, ya da ufak çevre gezintilerinde geçer, zaten akşam çarçabuk olur ve hemen de uyurdu Petronius.
Roma Döneminde ki yaş ortalaması hesaba katıldığında başına bir şey gelmezse en fazla beş yıl yaşayacağı düşüncesindeydi ve bu kısa süreyi de hiçbir şeyi planlamadan basit bir orman hayvanı gibi sorumsuzca geçirmek istiyordu ve işte tam da yaptığı buydu…Bir porsuk veya kunduz gibi karnını doyurup, su kenarında uyuklayarak yaşamak da mümkündü insan için…Evler, aileler, kentler, ülkeler kurmadan da kurduğun kentleri yakıp yıkmadan da yaşamak mümkündü…Aslında en doğrusu üremeyerek insan neslinin tamamen ortadan kalkmasını sağlamaktı ki zaman olduğu yerde dursun devinsin akıp gitmesin…Bitkiler olanca canlılıklarıyla topraktan fışkırıp sonra aynı hızla kururken insanlar da pörsüyor, çürüyor, yok oluyordu. Sorun şu ki insan acı çekiyordu, yaşarken de ölürken de farkındaydı ve acı çekiyordu…İnsanı diğer canlılardan ayıran şey ne aklı, ne inancı ne de başkaca üstünlüğüydü…Farkında olması ve bilmesi inanılmaz bir işkenceydi…Bu acılarla kuşatılmış soy yok olmalıydı ki kozmoz dingin sakin saf bilgisizliği içinde dönüp dursun.
Petronius bolca uyuyup azca yaşarken bir gün ırmak kenarında oturmuş elindeki kupayla su içen bir adamla karşılaştı.
-Selam sana Petronius !...
-İsmimi nereden biliyorsun ?...
-Tanrı olduğuma göre bilmem gerekir…
-Ah tabii tanrı ne tanrısı acaba ?...
-Bunu düşünmemiştim ama hadi Irmak Tanrısı olsun…
-Tanrılarla işimi bitireli çok oluyor neden gidip zavallı köylüleri kandırmıyorsun ?...
-Kalbimi kırıyorsun Petronius…Oysa buraya senin için geldim.
-Benim için mi ?...Ha anladım Aurelius’un ayyaş arkadaşlarından birisin sanırım, kentte veya evde her ne olduysa bil ki hiç ilgilenmiyorum.
-Önemli bir şey olmadı aslında evinin duvarları yerinde duruyor ama içindeki eşyaların bir kısmını hırsızlar yağmaladı, kalanını yeğenin sattı. Hizmetçi kız şimdi Aurelius’un evinde ve onun metresi oldu, kahyan da çekip gitti. Şarabı severim ama hayır yeğeninin arkadaşlarından biri değilim, aslında beni sen çağırdın farkında olmasan da…
Petronius sessiz günlerinin akışını bozan bu tanrı bozması deliye ne söyleyeceğini bilemedi…Kesinlikle gereksiz felsefe yapacak, yiyecek ya da para isteyecek, başına dert olacaktı. Adam elinde ki kupa ile ırmak suyu alıp kocaman yudumlarla çenesinden akıta akıta içerken pek keyifli görünüyordu. Gür sarı saçları omuzlarına inmiş, başında taze mersin dallarından bir taç ve ayaklarında ki altın sarısı sandallarıyla tanrısal değilse de farklı bir görüntüsü olduğu kesindi.
-Petronius bir beş yılın kaldığını düşünüyorsun ama ben sana sonsuz bir yaşam vadediyorum, neşe, zenginlik ve güzel kadınlarla dolu hiç tükenmeyen bir zaman…
-Öyle mi sevgili tanrım ne hoş…Bununla ilgileneceğimi mi sandın ?...
- Sıkı pazarlıkçısın peki ne istiyorsun ?...
-Ne karşılığında ?...
-Benim havarim olacaksın ve ünümü yayacaksın, tapınaklarımı yaptıracak, insanların bana kul köle olmalarını sağlayacaksın yani çok kolay bir iş…
-Kolay mı ?...
-İnsanlar Petronius kolayca bir tanrıya inanıp, kolayca onun saçma isteklerinin kölesi olabilirler bunu ikimiz de biliyoruz.
-İnsanlar veya onlarla ilgili hiçbir şey umurumda değil yani aslında vaadlerin de pek ilgimi çekmiyor bilesin Tanrı hazretleri…
-Ama zamanı geriye doğru bükebiliyor olmam ilgini çekerdi diye düşünmüştüm.
-Ne demek istiyorsun ?...
-Seni geçmişte kalan her anına geri götürebilirim ve istersen hemen yapayım.
-Ağzı iyi laf yapan bir şarlatan olduğuna inandım şimdi.
-Hadi bir anı seç…
Petronius aniden 8 yaşındaki bedeninde buldu kendini ve avluda havuzun kenarında kedi yavrusu Pina ile oynayan küçük kız kardeşi Marciana ‘yı gördü. Annesi en sevdiği altın pembe elbisesi içinde bir su perisi gibi güzeldi…Kızıl bukleli saçlarını altın bir taçla toplamış, iri yeşil gözleri ve tatlı çillerini ortaya çıkarmıştı.
-Sevgili oğlum buradaymış demek…Petronius hayatımın ışığı öğretmenin geldi…Kelt kökenli olan ve eşsiz güzelliğiyle nam salan annesi birazdan ıslak kalmış avluda kayarak düşecek ve başını havuzun taşına çarpıp ölecekti…Petronius annesinin elini tutup çekti ve onu avlunun kuru tarafına götürüp sıkıca boynuna sarıldı, teninden yayılan ıtır çiçeği kokusunu içine çekip yüzünü kızıl buklelere gömdü öylece sonsuza dek kalabilirdi…
-Huzurunu bozmak istemem ama sanırım yapmamız gereken bir anlaşma var.
-Böyle kaç ana götürebilirsin beni ?...
-Ne kadar istersen ancak yaşanmış olanı değiştiremeyeceğini belirtmek zorundayım yani annen o gün öldü bu gerçek değişmez.
-O halde anların karşılığında seni ırmak kenarında gördüğümü ve tanrı olduğunu etrafa yayacağım bir şarlatan olduğuna inansam da…
-Petronius güldürme beni insan beyni masallara inanmayı çok ister , hele de sonsuz yaşam vaadeden masallara…Mesela desem ilk çocuğunu bana kurban edersen ruhun ebedi cennette zevk içinde yaşayacak… Tanrı olduğuma inanırsan bunu yapmaz mısın ?...
Rüzgarın ahenkli hışırtısıyla aniden gözlerini açtı Petronius ve ırmak kenarında uyuyup kalmış olduğunu fark edip şaşırdı…Ne kadar da gerçekçi bir rüyaydı bu böyle. Boş tutmaya çalıştığı beyni adeta direnişe geçip bir tanrı yaratmıştı kendine…Çok kurnaz ve pazarlıkçı tanrının birden büyükbabasına benzediğini fark etti. Irmak kenarında oturup su içen figürü ise annesinin boynundaki bir madalyonda gördüğünü hatırladı. Issız bir dağa da kaçsa, kalabalığa da saklansa içinde taşıdığı anılar ve insanlar yumağından kurtulamayacağını anladı ve eşyalarını toplayıp evine döndü. En azında bir şeylerle ilgilenip beyninde tanrı yaratma hastalığından kurtulmuş oldu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.