- 219 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Tavşanın Suyunun Suyu İle Yazmak
Gönül ister ki her yazımın ayrı bir konusu olsun. Hayal dünyamın dört bir yanı şenlensin ve bu şenlikten süzülenler harf harf, kelime kelime, cümle cümle işlensin beyaz zeminin üzerine ince dantel işlemesi gibi. Bilim kurgu; fantastik evrenlere yenilerini ekleyeyim. Galaksiler, gezegenler, yıldızlar olsun yazılarımda, doğaüstü güçleri olan kahramanlar hayallerine ulaşmış insanlar, Jules Verne’nin eserlerindeki gibi keşfedilmemiş dünyaları keşfedeyim ve hatta aya bile seyahat edebileyim. B üyük balo salonlarında, kibar hanımların ve centilmen beyefendilerin zihinlerine konuk olabileyim. Her yazımda yeni bir yerden bahsedebileyim. Kimi zaman Paris şehrinin sokaklarında gezsin kahramanlarım, kimi zaman Londra’da sisli bir sabaha uyanabilsin. Kimi zaman Moskova’daki o meşhur meydana kuşbakışı bakabilsin kimi zaman, Newyork şehrinde borsa simsarlarıyla bir fincan kahveyle sohbet edebilsin. Mısır’daki piramitlerde keşfedilmemiş bir gizin peşinde koştursun ya da Güney Amerika’da İnka Yerlilerinin izlerinden başka evrenlere seyahatin kapısını aralasın. Kuzey ışıklarının altında geceleyip, Asya’nın kurak bozkırlarında göçebe atalarının izlerini sürsün. Çin Seddinden çıksın Hawaii adalarında soluklansın. Ama ben her ne kadar istesem de olmuyor, olamıyor maalesef. Ömrü boyunca İç Anadolu’dan çıkmamış, gezdiği şehirler bile bir elin parmaklarını geçmeyen, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede yaşamasına rağmen deniz görse göl sanacak bir amatör yazarın zihninde bu tip yazı biçimleri, hayali serüvenler oluşmuyor, oluşamıyor. Ancak televizyonda, internette izlediği belgeseller, sinema filmleri ile oluşabilecek tavşanın suyunun suyunun suyu olabilecek tarzda bir başkasının kopyasına benzeyebilen hayaller ve tahayyüller o kadar.
Peki, ne yapmalı bu durumda? Herkesin yaşadığını mı aktarmalı satırlara. Gündelik yaşantının monoton ritüellerini mi tekrar tekrar sunmalı? Herkesin bildiği, herkesin yaşadığı ve yaşamakta olduğu bir günlüğün dışına çıkmamalı mı ya da çıkamamalı mı? Aşk, meşk konulu yazılar, şiirler, mektuplar, denemeler sizde de kabak tadı vermeye başlamadı mı? Gözleri şöyle güzel, elleri böyle biçimli, saçları şöyle dalgalı, beli böyle ince vıcık vıcık hisler daha kaç kez konu olacak tüm yazılanlara. Hemen hemen her yazar, her şair bu işe bu tür bir sevda, aşk, hoşlanma ile başlamıştır bu işe bu bir gerçek. Ancak başladıkları yerde kalmaları maalesef çok can sıkıcı ve bunaltıcı bir durum zira durmadan aşk şarkıları dinlemek gibi. Sanki tüm evrende aşktan ve sevdadan başka bir şey yokmuş gibi. Bu dar anlamdaki romantik yaklaşım bir süre sonra birbirinin aynısı basmakalıp şeylere dönüşüyor. Sadece aşk ve sevda kalsa yine iyi, bir de gündem takip eden romantizm ya da realizm gibi akımlara kapılmayıp gündem neyse onu yazmaya çalışanlar var. Gündem memleket meselesi mi, gündem dini bir konu mu, gündem politik bir yaklaşım mı? Konuyu bilip bilmemen önemli değil, ne de olsa her insanın her konu hakkında bir fikri vardır. Yani bilmeden, görmeden bir papağan misali bir başka yerden görüp ufak değişikliklerle tekrar sunmak; tekrar, tekrar ve tekrar sunmak. Bu 1980’li yılların ikinci yarısı ve 1990’lı yılların tamamındaki Türk Sineması duraksaması gibi bir şey edebiyatımızda. Yaşadığımız dönemde neden bir Peyami Safa, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Reşat Nuri Gültekin, Atila İlhan, Edip Cansever, Turgut Uyar, Haldun Taner, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Veli çıkmıyor artık? Bu soruya vereceğim belli başlı cevaplar var elbette. Bu cevaplardan ilki şüphesiz insanlar artık okumayı sevmiyorlar. Gelişen teknoloji ile birlikte görsel anlatım biçimleri büyük bir ivme kazandı. Artık öğrenmek için bile insanlar okumayı değil izlemeyi tercih ediyorlar. Her şeyin videosu var internette. Bu televizyon ile başladı zannımca. Önceleri ülkemizde televizyon belli zaman dilimlerinde programlar yayınlıyordu. Sonra kesintisiz yayın yapmaya başladı, sonra kanallar çeşitlendi. Uydu ve uydu kanalları gibi başka bir çeşitlilik izlence dünyamıza girdi. Kesintisiz haber, kesintisiz film, kesintisiz çizgi film, kesintisiz belgesel yayınlayan kanallar çıktı piyasaya. İnsanlar okumaktan çok izlemeye başladılar. Hatta uzaktan eğitim ve öğretim kanalları ile eğitim ve öğretim bile izleyerek verilmeye başlandı. Ardından hayatımıza internet girdi. İnternet önceleri izlenceden ziyade bilgi aktarımına yarayan bir iletişim aracıyken video izleme sitelerinin ortaya çıkmasıyla bir anda başka bir şeye dönüştü. Artık insanlar filmlerin ve programların bile tamamını izlemeye tahammül edemiyorlardı. Yalnızca ilgilerini çeken bölümleri defalarca izleme imkânı elde etmişlerdi. Böylelikle bütün önemini yitirdi ve yalnızca parçalar önemli olmaya başladı. Asıl büyük gelişme ise sosyal medyanın ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Artık insanlar yalnızca izleyici değil aynı zamanda yayıncı da olabilmişlerdi. Herhangi bir konuda fikirleri ya da bilgileri olsun ya da olmasın rahatça paylaşım yapabiliyorlardı. En basit bir konuda bile onlarca hatta yüzlerce birbirinin aynısı paylaşıma rastlayabiliyordunuz. Bu büyük bir çöplüğün oluşmasına neden oldu. Tüm bunlar olurken okumak alışkanlığı silikleşti, silikleşti ve neredeyse yok oldu. İnsanlar artık dakikalık videoları bile izlemekten sıkılıyorlardı ve durumda okumak onlar için bir eziyete dönüşmüştü. Okumayınca elbette yazılamadı da. Öncelikle herhangi bir şeyin arz olunabilmesi için talep edilmesi gerekir. Okuma talebi olmadığı için yazma arzı da bu nedenle gerçekleşemedi. Bunun da dışında yazma işini yapacak olan yazarlar ya da yazar adayları da bu bahsettiğim insanların içerisinden çıktıklarından yazamadılar. Çünkü yazmak için öncelikle okumak gereklidir. Ancak yeterince okuyabildiğinde yazabilir insan.
Bir defasında öğrenciyken bir eczacı ile karşılaşmıştım. Normalde tanıdığım birisi değildi. Tesadüfen karşılaşmıştık ve bir daha da görüşme imkânımız olmadı. Eczacı deyince eczacılık fakültesi mezunu birisi belirmesin zihinlerinizde. Yalnızca dükkân sahibi ve sanırım lise mezunuydu. Kendisi dükkân sahibi, eşi eczacılık mezunuydu diye hatırlıyorum. Ancak eşinin eczacılığından bu bahsettiğim adam da nasipleniyordu. Bu sahte eczacının eşiyle problemleri vardı. Alıp başını başka bir kente gitmek üzereyken karşılaşmıştık. Adamı birkaç dakika dinlediğimde bomboş birisi olduğunu anlayıvermiştim. Eşiyle olan probleminde de elbette bu sahte eczacı adam haksızdı. Şöyle ki anlattığına göre genç kızlardan arkadaşları varmış. O kız arkadaşlarıyla birlikte sözüm ona arkadaşça zaman geçiriyormuş. Ama eşi bu adamcağızın bu saf ve temiz bir niyetle lise öğrencisi, üniversite öğrencisi genç kız arkadaşlarıyla yaptığı bu arkadaşlığın altında başka şeyler arıyor ve kendisini aldattığını düşünüyormuş. Hâlbuki ne ilgisi varmış. Bu genç kız arkadaşlarıyla kafelerde, barlarda edebi sohbetler yapıyormuş adamcağız, bazen bir kahve içmeye öğrenci evlerine gidiyormuş. Bazen de bu genç kız arkadaşlarının ihtiyaçlarını sırf yardım etmek maksadıyla karşılıyormuş. Bunda kötü olan ne varmış ki? Bu adamla bu sohbetleri yaparken bende üniversite öğrencisiydim ve oldukça yoksuldum. Bazen öğlenleri fakülte kantininde poğaça hatta çay alacak param bile olmuyordu. Tabanı delinmiş boyasız iskarpinlerimi kot kumaş demeden tüm pantolonlarımın altına giymek zorunda kalıyordum. Hatta bazen ol parası bulamadığımdan okula bile gitmediğim oluyordu. Annem ve babam yoktu. Üç aydan üç aya emekli maaşı alan dedemin eline bakıyordum. Ben bu halde senelerce okurken böylesi iyiliksever bir adamcağıza neden rastlamadım diye hayıflandım kendi kendime. Üstelik bende kendi çapında bir şeyler yazan, edebiyatla ilgilenen, büyük yazarların kitaplarını okuyan birisiydim. Hatta damın anlattıklarından sonra bana da belki bir yardımı dokunur diye budalaca düşündüğümü de tüm açık yürekliliğimle yazacağım. Adam arabasına binmiş İzmir’e kaçıyordu aklınca. Arabasının arka koltuğuna yiyecek içecek depolamıştı ve karton karton sigara almıştı. Bu edebiyatsever ve öğrenci dostu adamcağızın kitap almadan böylesi bir yolculuğa çıkması beni meraklandırdı. Adama tamamen sohbet arasında olacak şekilde en son hangi kitabı okuduğunu, hangi tarz kitaplardan hoşlandığını sordum. Bana öyle bir cevap verdi ki ne zaman aklıma gelse hala gülümserim. Bana dedi ki; “Ben kitap okumam, kitap okumayı da sevmem. Hem ben neden kitap okuyacakmışım ki? Kitap ne demek? Bir başka insanın yazdıklarını demek, kitap okumak da bir başka insanın yazdıklarını okumak demek, değil mi? Ben neden bir başkasının yazdıklarını okuyacakmışım? Ben aptal mıyım, yazamıyor muyum ki bir başkasının yazdığını okuyayım? Ben bir kitap okuyana kadar bir kitap yazarım olur biter! “ Bu aklı kıt adamcağızın nasıl bir adam olduğunu elbette bu sözlerinden sonra daha iyi anladım. Bir an önce sohbeti kestim yani kesmek istedim. Zira duyduğum en aptalca şeyleri söylemişti. Ancak ben sırf bu kibirli adamı biraz akıllandırmak için olsun diye peki o zaman şimdiye kadar kaç kitap yazdığını sordum. Adam elbette şöyle dedi; “Ya dükkan filan çok yoğunum, yazacak vaktim olmuyor ki.” Zaten okuyacak kadar vakit ayıramayan bir kişi yazmak içinde vakit ayıramaz. İşin asıl mühim tarafı ise okumayan zaten yazamaz. Bir şeyler karalar buna hiçbir itirazım yok fakat yazdıkları hiçbir şeye benzemez. Y a papağan gibi bir başkasının söylediklerini tekrarlar ya da hiçbir değeri olmayan saçma sapan şeyler koyar ortaya. Dönemimizde bu tip insanlardan bir hayli var zaten.
Dönemimizde kalıcı yazar ve şairlerin ortaya çıkamamasının benim şahsi kanaatimce iki büyük nedeni işte bu yukarıda bahsettiklerim; insanların artık okumak istememeleri, yazmak isteyen insanların okumak istememeleri. Bir diğer nedense kuşkusuz tembellik olsa gerek. Çağımızın en büyük hastalığı bence tembellik, insanlar emek harcamadan üretmek istiyorlar. Bir düğmeye basıp tüm çamaşırların yıkanmasını, tüm matematiksel işlemlerin yapılmasını, tüm videoların oynatılmasını istedikleri gibi bir düğmeye basıp tüm düşündüklerinin yazılıvermesini istiyorlar. Yani emek ve çaba harcamadan bir anda üretivermek istiyorlar. Bu mümkün müdür? Elbette mümkün değildir ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin mümkün olmayacaktır da. Emek harcamadan bir şey üretilemez, üretildiği iddia edilen şey ise elbette hiçbir değer taşımaz. Bundan yüz yıl öncesini hayal edelim ya da daha öncelerini. Dostoyevski, Tolstoy ya da Stendhal gibi yazarlar sizce cilt cilt romanlarını bilgisayar klavyelerinde mi yazdılar? Şimdilerde dijital klavyelerde dikte yazması bile söz konusu. Siz konuşuyorsunuz klavye bunu yazıya dönüştürüyor. Bununla ilgili programlar da var. Hatta imlaya filan hiç dikkat etmenize gerek yok, bilgisayar tüm bunları sizin yerinize hallediyor. Sizce bahsettiğimiz yazarların böyle imkânları var mıydı? Bu büyük yazarlar el yazılarıyla ciltlerce eser yazdılar. O yazarlar şimdiki imkânlara sahip olsalardı neler yaparlardı acaba? Bu yazarların işte bu şekilde büyük yazarlar olmamalarının altında bu emek ve çaba yatmaktadır. Tembellikle, taklitçilikle ya da kopyacılıkla kaliteli bir şeyler üretilmesi beklenemez. Hele bir de şimdi yapay zeka programları çıkmış piyasaya. Film senaryolarını, kitap editörlüğü işlerini bu yapay zeka programları yapıyormuş. Bu kolaya kaçma işinin edebiyatı kasten öldürmesi değil de nedir? Yapay Zeka programları kuşkusuz roman da, öykü de, şiir de yazabilirler. Ancak bu yapar zeka programlarını bekleyen küçük bir problem var. O da şu ki insanlar zaten okumaktan, yazmaktan üşendikleri için sizleri geliştirdiler. Sizin yazdıklarınızı neden okusunlar ki? Gerçekten trajikomik bir tembellik öykümüz var. Bir yazarın sözü vardı aklıma geldi tam da burada ;” İnsan karşı koyduğu için cenneten kovuldu ve tembel olduğu için cehenneme gidecek.” Bu kolaya kaçma işi maalesef bu boyutlara ulaştı.
Yukarıdaki soruya verilebilecek bir başka cevapta kuşkusuz kanaatimce taklitçilik ve hatta bir adım daha ötesi kopyacılık olurdu. Birisi bir güzel şiir yazar ve daha sonra bir bakmışsınız onlarca başka taklit şiir ortaya çıkmış. Bu bazen bir öykü, bir deneme yazısı, bir eleştiri yazısı, bazen bir makale olur. Ama taklitçilik anlayışı bir türlü sona ermez maalesef. Bu sahada en önemli şey kuşkusuz özgün bir şeyler üretebilmektir. Ancak bu koşullarda maalesef bu da pek mümkün görünmüyor. Tamam sanat taklit ile başlar ama taklit ile devam etmez, edemez.
Asıl işim elbette lafı uzatmak olsa da sanırım bu yazım haddinden fazla uzadı. Asıl anlatmak istediğim bir yazarın ya da benim gibi bir yazar adayının yazabilecekleri tahayyül dünyasından ibarettir. Tahayyül dünyası ise nasıl oluşur? Elbette yaşamındaki çeşitlilikle olur ve dahası zenginleşir. Yani meşhur bir soru vardır ya hani; “ Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?” diye. Zengin bir tahayyül dünyasına sahip olmak için işte bu iki şeyin de varlığına ihtiyaç vardır; okumak ve gezmek. Okumak hususunda geride olduğumu düşünmüyorum ama epey ilerideyim de elbette diyemem. Ama gezme, yeni yerler keşfetme, yeni insanlar ve dahası yeni yaşamlar tanıma hususunda açık yüreklilikle söyleyebilirim ki sınıfta kaldım. Bunun sosyoekonomik nedenlerinden uzun uzadıya bahsedecek değilim elbette. O yüzden üretme hususunda yerel problemler yaşamaktayım.
Fırsat olsa da tüm dünyayı gezsek, her gezdiğimiz yerde yazabilsek. Kim bilir ne çeşitli yazınlar çıkardı ortaya. Önüm arkam sağım solum bozkırken olduğundan daha fazlası olurdu sanırım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.