- 480 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HASTA HASTA BAKICI
HASTA HASTA BAKICI
Murtaza Bey son iki gün hiç uyuyamamıştı. Sağa döndü olmadı. Sola döndü olmadı. Sırt üstü yattı olmadı. Yastığı arkaya dikey koyup arkaya dayandı olmadı. Sabaha kadar bunları kaç kere tekrar etti bilinmez. Artık yolun sonundaki ışık göründü. Buraya kadarmış, dedi. İkinci gün sabahı zor etti.
O günlerde bir şansı vardı: Derindere Hastanesi’nden ücretsiz muayene davetiyesi vardı. Davetiyeyi de alarak doğru hastaneye gittiler. Hemşire olan eşi Murtaza Beye refakat ediyordu. Güler yüzlü, güzel hasta kabul görevlileri çok ilgilendiler. Murtaza Beyi Kardiyoloji Doktoru Şükrü Çelik Beye havale ettiler.
Eşi şikayetleri Şükrü Beye anlattı. Şükrü bey steteskopla hastanın kalbini dinledi, bilgisayara koydu, görüntülere baktı, EKG - EKO- Efor testleri çektirdi. Kan tahlili istedi. Yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra; kalp kapakların büyümüş, vücuda yeteri kadar kan pompalayamıyor. Kanın çok koyulaşmış, damarlarında rahatça dolaşamıyor, bu da sende nefes darlığı yaratıyor, öncelikle kanını sulandırmak gerekiyor dedi.
Kanın yapısında İNR diye bir madde varmış. Bu İNR sağlıklı insanlarda 6 imiş. Murtaza Beyinki 0,2 imiş. Yani 30 da 1 imiş. Doktor bu değerlerle senin ölmüş olman lazım dedi. Ayrıca, yokuşlarda yorulduğun yerde durup dinleneceksin sonra yoluna devam edeceksin. Uzun yürüyüşler yok, ancak bir durak kadar yürüyebilirsin, dedi.
Murtaza bey hastalıktan mı, yaşlılıktan mı, unutkanlıktan mı bilinmez, doktora ne dese beğenirsiniz?
Buradan Çağlayan’a kadar yürüyebilir miyim? Dedi. Doktor o anda kafasını kapılara duvarlara vurmaya başladı. Kendine geldikten sonra hastanın reçetesini yazıp hemşiresine emanet ederek gönderdi. Bu ilaçları üç gün kullanınca tekrar gelmesini söyledi.
Eczaneden ilaçları alarak eve döndüler. Bir poşet dolusu ilaç, hap... Murtaza bey isyan etti. Kocakarılar gibi böyle bir torba ilaçla mı dolaşacağım, hep bunlarla mı yaşayacağım? Hemşiresi ilk dozları hemen verdi. Bunlarla yaşamaya alışacaksın, başka çaren yok, dedi. Akşam yemekten sonra da iki hapını aldı ve o akşam rahat uyudu.
Üç gün sonra, bir hafta sonra, on beş gün sonra tekrar tekrar tekrar kontrole gidiyordu Murtaza bey. Her gittiğinde İNR si biraz yükseliyor, doktor da ilaçlarda dozajlarda yeniden ayarlamalar yapıyordu. Bu sefer kalp çarpıntıları üzerinde durdu. Bir hafta boyunca holter takılacaktı. Sabah akşam holterin ölçüp gösterdiği sonuçlar bir rapor halinde yazılıp Dr. Şükrü Beye getirilecekti. Ve öyle de yaptılar. Şükrü Bey son kontrollerini de yaptıktan sonra raporunu verdi. Hemşiresine de güzelce tembih etti.
Bu haplar 2 sabah, 2 akşam olmak üzere ömür boyu kullanılacak. Sakın ihmal edilmeye. Uzun yol yürümek, koşmak, ağır spor yapmak yok. Daha bir sürü öğütler... 6 Ay sonra tekrar, her 6 ayda tekrar tekrar kontrola geleceksiniz dedi.
Özel Hemşirenin gözü devamlı hastanın üzerindeydi. Hapını aldın mı? İlaçlarını içtin mi diye hatırlatıyor, bazan kendi elleriyle veriyordu. Murtaza Beyin hastalığının çok ciddi olduğunun farkındaydı. Mutfak setinin üzerindeki minik bir kırıntıyı lavaboya doğru üflese, üfürme üfürme, sonra arayacaksın bu nefesleri, halının üzerindeki çöpü eğilip alsa, eğilme eğilme, eğilirken bir gün tepe üstü gideceksin diye ikaz ediyordu. Birlikte markete pazara giderlerse ona iki – üç kilodan fazla yük vermiyordu. Hastasına çok ihtimam gösteriyordu.
Murtaza Bey o gün ofiste biraz oyalanmış, akşam yaklaşınca evin yoluna yönelmişti. Caddede eski iki arkadaşını gördü. Selamlaştılar ve hal hatır sordular. Ahmet Bey:
Eşim birkaç ay önce öldü. Evde yalnız kaldım. İstediğiniz zaman ziyaretime gelebilirsiniz dedi. Allah rahmet eylesin, müsait zamanlarda ziyaretinize geliriz inşallah dedi ve ayrıldılar.
Bundan iki üç hafta sonra Murtaza Bey Kurtuluş’ta çalışıyordu. Ahmet Bey aklına geldi. İşim bitince Ahmet Beye taziye için bir uğramalıyım diye düşündü ve kendisine telefon açtı, müsaitseniz size bir uğramak istiyorum, dedi. Maalesef o gün dışarılarda işleri varmış, ziyaret gerçekleşmedi.
Aradan bir iki hafta geçmişti ki bir akşam Murtaza Beye bir telefon geldi. Ahmet Bey arıyordu. Ben hastalandım, evde yatıyorum. Bana gel, oturalım konuşalım, hem biraz sen bana bakarsın?
Murtaza Bey programına baktı, haftada sadece iki günü boştu. Diğer günlerde özel enstrüman öğreti dersleri veriyordu. Aslında boş günleri de doluydu ama bu iki günü arkadaşı Ahmet Bey için feda edebilirdi.
Murtaza Bey kendisi de hastaydı, şimdi hasta bakacaktı.
HASTA HASTA BAKICI olmuştu.
Pazartesi sabahı kahvaltıdan sonra evden çıktı. Aşağıdaki otobüs durağına indi. Çünkü yokuş tırmanamıyordu. İlk gelen otobüse binip gitti. Ahmet Beyin sokağının başında indi. Önce Ahmet Beye telefon etti. Bakalım kahvaltı etmiş miydi? Kahvaltılık ister miydi? Veya marketten manavdan bir şeyler ister miydi? Eve vardıktan sonra isterse bunları geriye dönüp, uzun bir yol gelip almak daha zor olacaktı. Kahvaltı etmemişti. Bir simit, bir süt ve bir kilo salatalık istedi. Yalnız bunların her biri ayrı yerlerden alınacaktı. İşte hastabakıcılık başlamıştı. İlk görev bunlardı. Simitçi biraz uzak yerdeydi, elimde ağırlıklar taşımayayım diye gidip önce simiti aldı. Sonra marketten süt, manavdan da salatalıkları aldı. Siparişler tamamdı ama, çiçek de almalıydı. Hasta ziyareti çiçeksiz olmazdı. Çiçek işi kolay, iki caddenin ikisinde de sağlı sollu bir sürü çiçekçi vardı. Önlerinden geçerken herkes benden alsın diye buyur ediyordu. Murtaza bey en güzel çiçeği ve çiçekçiyi buldu ve bir demet çiçek de aldı, artık gidebilirdi.
Sokağın başından içeriye doğru girdi. Sağa sola evlerin apartmanların kapı numaralarına baka baka ilerliyor. Tek numaralar sol taraftaydı. O tarafa daha dikkatli bakarak ilerliyordu. 150 metre kadar iniş, 100 metre kadar da rampa tırmandıktan sonra aranan adresi buldu. Apartman çift daire üzerine yapılmış ve çok geniş bir giriş kapısı vardı. Kendisi reklamcı olduğu için önce apartmanın yazısı dikkatini çekmişti. Yazı yaldız ile yıllar önce kusursuzca yazılmıştı. Yer yer eskimeye, dökülmeye başlamıştı.
Zillerden Ahmet Beyin zilini bulup çaldı. Diafondan Ahmet Beyin sesi geldi ve otomatiğe bastı, fakat kapı açılmadı. Tam bu sırada dışarıdan bir genç kız geldi, bende anahtar var açayım, dedi. Açtı. Birlikte girdiler. Genç kız kendi katına çıktı. Murtaza bey etrafa bakındı. Şimdi hangi tarafa gidecekti? Sağa mı, sola mı, alta mı üste mi? Derken alttan Ahmet Beyin sesi geldi. Murtaza Bey gel, gel, bu tarafa gel. Ben aşağıdayım, bir kat aşağıya in dedi. Murtaza Bey sesin geldiği tarafa bir kat aşağıya indi. Ahmet Bey hoş geldin dedikten sonra, al şu anahtarları, şu kapıyı aç, orada terlikler var, ayağına bir terlik giyerek gel dedi, anahtarları verdi.
Murtaza Bey bundan böyle Bakıcı olarak anılacaktır.
Bakıcı anahtarı aldı, dairenin ana giriş kapısını açtı. Yarı bodrum olduğu için içerisi loştu. Soyunup giyinecek ve terlikleri bulacaktı, önce ışığı yakması gerekiyordu. Butonu buldu, ışığı yaktı. Önce şemsiyesini astı, sonra üzerini , ayakkabılarını çıkardı. Bir terlik bulup giydi. Şimdi Ahmet Beyi bulması gerekiyordu. Loş odayı geçip sola döndü, holden ilerledi ve Ahmet Beyi buldu. Az kalsın bulamayacaktı, çünkü çabucak kısa yoldan gelip yatağının içine saklanmıştı. Burası yatak odası ve hasta odasıydı. Bahçeye bakıyordu ve aydınlıktı. Bakıcının oturması için bir sandalye de ayrılmıştı. Bakıcı önce Ahmet Beye doğru yürüdü. Ahmet Bey bakıcıyı durdurdu. Ben Koronayım dedi. Tokalaşmak, öpüşmek yok, bak ben maskemi taktım, sen de maskeni tak, dedi. Bakıcı da maskesini taktı. Ahmet Beye belli etmedi ama, Koronadan dolayı biraz endişelendi. İçinden, önceden söyleseydin belki de gelmezdim, dedi. Çünkü biliyordu ki Koronadan yüzbinlerce insan öldü. Koronalıların bakıcıları da büyük risk altındaydı.
Ahmet Beyin simitini, çiçeklerini verdi, sütü ve salatalıkları mutfağa koydu. Mutfaktan vazoya benzer bir şey bulup çiçekleri suya ve vazoya koydu. Kahvaltı ettin mi bilmiyorum, simitini sıcakken ye dedi.
Ev ve hasta odası çok havasızdı. Hemen bir pencere açtı. Temiz havanın hastalara iyi geldiğini biliyordu. Ahmet Bey bir çay yapmasını ve çayı damacanadaki iyi suyla yapmasını istedi. Simiti çayla yiyeyim dedi. Bakıcı mutfağa çay yapmaya gitti. Çaydanlık ocağın üzerindeydi ama acaba çay neredeydi? Setin üzerine, ocağın yanlarına, dolaplara, raflara, çekmecelere her yere baktı. Üst rafta çaya benzer bir şey buldu. Herhalde bu olmalı dedi. Eline aldı, kokladı, çok emin olamadı ama görünürde başka çay yoktu, ondan demledi. On dakika sonra çay hazırdı. Ahmet Bey içerden seslendi; benim özel büyük bardağım var, benim çayımı ona koy dedi. Bakıcı özel bardağı buldu ve ona koydu. Fakat çay yeteri kadar demlenmemişti, hala rengi açık görünüyordu. Onun için bardaklara su ilave etmedi, hepsini demden koydu. Hasta odasına getirdi. Buyurun Ahmet Bey dedi. Kendisi de çayını alıp kendisine ayrılan sandalyesine oturdu. Çaylardan hala emin değiller. Önce küçük birer yudum aldılar. Çay acıydı. Ahmet Bey, getir bakayım şu çayı, hangi çaydan demledin dedi. Bakıcı mutfağa gidip demlediği çaya benzeyen çayı alıp getirdi. Ahmet Bey baktı, karar verdi. Bu çaya benziyor ama, çay değil, pul biber dedi. Acemi Hasta Bakıcı bir icat yapmış, dünyada ilk defa Biber Çayı demlemişti. Sonra tekrar mutfağa gitmiş, derin bir araştırma yapmış çayı bulmuş ve yeniden demlemişti. Şimdi sıra şekeri bulmaya gelmişti. Bereket ki Ahmet Bey çayı şekersiz içiyordu. Sonra bir saklama kabı içinde şekeri de buldu. Küçük kesme şekerlerden ancak on- oniki tane vardı. Bu şimdilik yeter, biz de biraz şekeri azaltırız, idare ederiz dedi.
Bakıcı Ahmet Beyin çayını getirdi. Simitin yanında bir şey ister misiniz? Peynir falan? Diye sordu. Peynir iyi tahmindi. Kendisi de simiti bazan peynirle yerdi. Ahmet Bey, buzdolabında küçük yayvan elips bir tabakta peynir var, onu getirebilirsin dedi. Bakıcı buzdolabına gitti. Kapağını açtı, bir nefes almasıyla iki adım geriye sıçraması bir oldu. Öyle pis bir koku vardı ki oracıkta bayılabilirdi. Kim bilir dolabın kapağı kaç gündür açılmamıştı. Dolap tıklım tıkış doluydu. En garibi ise domatesler, yeşil biberler ve taze soğanlardı. Ahmet Bey Biber ve soğan satıcılarına acımış ve ellerindeki tüm biber ve soğanları satın almış olmalı. Tabii ki biber ve soğancılar bu alışverişe sevinmişlerdir. Ancak Ahmet Bey bu kadar biber ve soğanı ne yapacaktı? Soğanlar dura dura suyu çekilmiş, erimiş, yapış yapış olmuş, dış katmanları kurumuş naylon gibi olmuş, biberlerin pek çoğu yer yer çürümüş, buruşmuş, çekirdekleri siyahlaşmıştı.
Derin bir nefes aldı, peynir tabağını alıp, kapağını kapatıp hasta odasına gitti. Peynirlerin içinde o taze soğanlardan da doğranmıştı. Ahmet Bey ben peyniri böyle soğanlı severim dedi. Simitini soğanlı peyniriyle yedi, çayıyla içti. Bakıcı başka çay ister misiniz diye sordu. Ben çayı bir bardak içerim yeter dedi. Zaten hastabakıcı da çok güzel çay yapamamıştı. Kendisi de bir bardak içti ve boşları topladı. Bardakları ve çaydanlığı yıkamak için mutfağa gitti.
Bakıcı odaya gelip tam sandalyesine oturmuştu ki, Ahmet Bey şu pencereyi kapatıver artık, yeteri kadar havalandı, dedi. Bakıcı hemen pencereyi kapattı. Tam sandalyesine yönelecekti ki, şu tası da klozete döküver dedi. Tas da klozete döküldü, çalkalandı, getirip yerine kondu. Sonra eller yıkanması gerek, lavaboya gitti. Sular ellerinizi yıkarsanız belli olmuyor ama, ağzınıza alırsanız yandınız. Eve sağlam girip evden hasta çıkarsınız. Böyle bir suyu ancak Afrikalılar kullanabilir, içebilirdi.
Burası Şişli’nin en eski yerleşim yerlerinden biriydi, bina da bir o kadar eskiydi. Görülüyor ki bina yapıldığından beri su boruları değiştirilmemiş, depolar temizletilmemişti. Bakıcı, buna şükür. Ya sular kesik olsa ne yapacaktık dedi. Ve ellerini yıkayıp, kağıt havlu ile sildikten sonra odaya gitti, sandalyesine oturdu. Birkaç kelam sohbet ettiler.
Koronayım, Qua hastasıyım, nefes alamıyorum. Ayaklarım şişti, ayakta duramıyorum, üzerine basamıyorum dedi. Parmaklarını ayaklarına batırarak gösterdi. Parmaklarını batırdığı yerler volkan çukuru gibi çukur çukur kalıyordu. Doktorlardan ve hastanelerden yakınıyor, beni yatırmıyorlar, bir serum verip eve gönderiyorlar dedi. Yozgat’ta kardeşi ve yeğeni varmış. Kardeşiyle görüşmüş, yarın oradan arabaya binecekmiş, gelip Ahmet Beye bakacakmış. Bu arada bakıcının gözüne ilişti, yanındaki komodinin üzerinde duran sürahide içme suyu bitmişti, sohbete biraz ara verip damacanadan sürahiye su doldurup getirdi.
Kan şekerini, tansiyonunu kendisi ölçebiliyordu. Böylece kendi sağlığını kontrol edebiliyordu. Aksi taktirde her gün Aile Sağlığı merkezine, eczaneye veya hemşireye, sağlık memuruna gitmek zorundaydı. Az sonra komşunun oğlu elinde bir tansiyon aletiyle geldi. Onun tansiyon aleti daha iyiymiş, ara sıra gelip tansiyonunu ölçüveriyormuş. Onun da annesi hastaymış, üstelik Ahmet Beyden daha ağırmış. Allah şifasını versin. Hasta bakıcı komşu oğlanı uğurladı. Yine hastasına döndü. Hastasına iyi bakmalıydı. İki günde onu iyi yapmalıydı. Yiyecek, içecek bir şey ister misiniz?
Birer salatalık yiyelim dedi. İlaveten, benimkini küçük yayvan kahvaltı tabağına koy dedi. Bakıcı iki salatalık yıkadı, saplarını ve çiçeklerini kesti, ince kesitler halinde doğrayıp yanına tuz ve çatal da koyarak getirdi. Kabuklarını soymamışsın dedi. Salatalıklar o kadar taze ki, kabuklarını soymaya gerek yoktu. Ama Ahmet Bey soyarak yemek istiyordu. Bana mutfaktan küçük ince bıçağı getir dedi. Bakıcı bıçağı getirdi. Ahmet Bey soydu ve yedi. Bakıcı boşları almaya gittiğinde tabakta 8-10 tane salatalıktan yapılmış yüzük vardı. Kabuklarını 3 mm kalınlığında yüzükler gibi çıkartmıştı.
Akşama daha üç dört saat vardı. Hep sohbetle geçmezdi. Zaten hasta da bunu kaldıramazdı. Bazan dinlenmesi, bazan uyuması da gerekiyordu. Ahmet Bey gazete okur musunuz? Diye sordu. Olsa okuruz dedi hastabakıcı. Öyleyse önce şu masanın üzerindeki anahtarı al, kapıdan çık sola dön, ilerden tekrar sola dön, aşağıda sağda bir market var, orası aynı zamanda Gazete Bayiidir. Oradan bir Posta Gazetesi al gel. Posta yoksa Gözcü ya da Akşam alabilirsin. Bakıcı anahtarı aldı çıktı. Bir sol, bir sol daha, marketi buldu. Posta Gazetesini aldı, dönüşe geçti. Ama dönüş zordu. Hep rampa, hep yokuş. Yokuşta bakıcı ağır ağır gidebiliyordu. Gerekirse bir soluk dinlenmek zorundaydı. Tam bu sırada Ahmet Beyden telefon geldi. Gazete Bayiini bulamadın mı yoksa? Buldum, gazeteyi aldım geliyorum. Eve gelince gazeteyi değiştire değiştire okudular. Bulmacasını da ortak çözdüler. Derken bir baktılar akşam olmuştu. Ahmet Bey yak bakalım şu lambayı, dedi. Hastabakıcı lambayı yaktı.
Akşam yemeğinde ne yiyebiliriz, ne yiyebiliriz diye düşünürken kapı çaldı. Komşu kadınlardan biriydi. Ahmet Beye bir büyük tas çorba getirmiş. Bakıcıyı yemek işinden kurtardı. Kendisine teşekkür ettiler ve gönderdiler. Bakıcı, yemeğinizi yatağınıza mı getireyim, yoksa mutfağa kadar gelebilecek misiniz diye sordu. Mutfakta yemeye karar verdiler. Yemek zaten sıcaktı. Soğumadan yemeye karar verdiler. Bakıcı çok azını kendine aldı, gerisini Ahmet Beye verdi. Kocaman lenger gibi Trabzon ekmeğinden de bir dilim verdi. Kendisi de küçük bir kişilik ambalajlı ekmeklerden bir tane aldı. Bu ekmekler hastanelerden getirilmiş olmalı. Birazı mutfak masasının üzerlerinde, birazı da buzdolabındaydı. Dışardan bakıldığında bu ekmeklerin çok uzun zaman beklediği anlaşılıyordu. Yer yer küflenmeye de başlamıştı. Eğer hemen yenmezse hepsi de çöpe gidecekti, israf olacaktı. Hastabakıcı küçük ince bıçakla ekmeğin küflü yerlerini operasyonla kurtardı. Birlikte yemeklerini yediler.
Hasta odasında televizyon yoktu. Eğer hastabakıcı da olmasa içerde hiç ses olmayacaktı. Yemekten sonra ilaçların hapların içme vakti gelmişti. İlaçlar haplar o kadar çoktu ki, yatağın üzerinde yatağın büyük bir bölümünü kaplamıştı. Ahmet Beyin ulaşabileceği yerdeydi. Yanında kan şekeri ölçüm aleti, tansiyon aleti, reçeteler, tarifler, listeler, şarj cihazları vs. birbirine karışmıştı. Haplar bu kadarla da bitmiyordu. Bir torba dolusu hap da kapının arkasında askıdaydı. Bir o kadar da Ahmet Beyin çalışma odasındaki dolabın sağ alt bölümündeydi. İnsan bu kadar hapları içerse iyileşeceği yerde ölürdü. Bakıcı daha önce duymuştu, Korona olan hastalara iyileşmesi için günde 8 hap veriyorlarmış. Ahmet Beyinki 8 den de çok.
Ahmet Bey, bu hapları ve nasıl kullanacağımı ve saatlerini gösteren çizelgeyi Memorial Hastanesi verdi dedi. Bakıcı daha önce hiç bu kadar hap kullanan hasta görmemişti. Bu kadar curcuna içerisinden listeyi bulup Ahmet Beye verdi. Ahmet Bey yakın gözlüğünü takarak listeyi inceledi, akşam alması gereken hapların isimlerini bakıcıya söyledi. Bakıcı da birer birere bulup bulup verdi. Sıra kan şekeri ölçümüne gelmişti. Kan şekeri sabah akşam günde iki kere ölçülüyordu. Bu yüzden parmakları delik deşik olmuştu. En son tansiyonu da ölçüldükten sonra o günkü bakım ve sağlık kontrolleri bitmişti. Artık dinlenebilir veya uyuyabilirdi. Bakıcının da gitme vakti gelmişti. Ahmet Beye;
Bu günü sağlıcakla bitirdik. Ben artık müsaadenizle gideyim, yarın sabahleyin yine gelirim, dedi. Ahmet Bey;
Gitme canım, ne gerek var. Burada kalırsın, içerde divanda yatarsın, battaniye de var dedi. Halbuki bakıcı yatılı kalacağını düşünmemiş, kendi haplarını getirmemiş, pijamasını hatta diş fırçasını bile getirmemişti. Bu durumda burada kalabilmesi biraz zor olacaktı. Eğer haplarını her gün almazsa çok büyük riski vardı. Ahmet Bey çok yalvardı, çok ısrar etti, kıramadı, kalmaya karar verdi. Hastasına iyi geceler dileyip odasına çekildi. Giderken de bir ihtiyacın olursa seslen, ben hemen gelirim, dedi.
Sokağın ışıkları evin yarım pencerelerinden içeriye girip odayı aydınlatıyordu. Sokaktan geçenlerin sadece ayakları görünüyordu. Perdeleri çekmeye ve gece lambası yakmaya gerek görmedi. Hatta çekyatı da açmadı. Sadece ceketini çıkarıp şöyle uzanıverdi. Oralarda battaniyeye benzer birşey görmüştü. Onu da alıp üzerine örttü. Sık sık hastasını kontrol etmesi gerekiyordu. Belki evi de yadırgayabilirdi. Bundan dolayı uyuyabileceğini de düşünmüyordu. Biraz dinlenirdi, o kadar.
Bir saat kadar sonra öksürük başladı. Öhü Öhü Öhü... Bakıcı önce aldırmadı. Öksürük ne kadar sürebilir ki? Öksürür geçer, veya su içer geçer. Diye düşündü. Ama bu öksürük geçmiyor. Bir iki dakika duruyor tekrar, iki üç dakika duruyor tekrar öhü öhü öhü. Baktı ki öksürük durmuyor, bakıcı kalkıp gitti. Bir şey ister misin, su vereyim mi? Bir yardımım dokunur mu diye sordu. Yapılabilecek bir şey yok. Belki biraz sonra geçer deyip bakıcıyı yatağına gönderdi. Bakıcı gelip tekrar yatağına uzandı. Ama uyuyabilmek mümkün değil, uykusu kaçıp gitti. Öksürüklerin de hiç arkası kesilmiyor. Ara ara kesik kesik gelen öksürükler bu sefer bir öksürük serenatına dönüştü. Bir müzisyenin kendi bestesinde notaların hepsini kullandığı gibi o da öksürk serenatında alfabenin tüm harflerini kullanıyordu. Öhü, ihhü, üööhhü, övhhü, övhhüüüü, eğğhtü, öğkhh... Bakıcı dayanamadı tekrar kalkıp gitti. Senin için bir şey yapabilir miyim, seni hastaneye götüreyim mi, doktor çağırayım mı, diye sordu. Hayır, bir şey istemiyorum dedi. Bu arada öksürükler biraz hafifledi sanki. İkisi de yattılar. Öksürük ne zaman kesildi bilinmez, çünkü birisi öksürükten, birisi yorgunluktan bitap düşmüşler, uyuyakalmışlardı.
Akşamdan konuşmuşlardı sabahleyin saat 9.00 da kalkılacak. Kalktılar. Bakıcı elini yüzünü yıkayıp hasta odasına gitti. Hastasına Günaydın? Nasıl oldun dedi. En azından öksürük kesilmişti, iyi görünüyordu. Kahvaltıda ne yiyelim diye sordu. Sonra mutfağa gidip neler hazırlayabilirim diye araştırdı. Pek çok konuda uzmandı ama yemek konusunda hiç bir iddiası yoktu. En kolayı yumurta haşlamak, diye düşündü. Bu arada çayı ocağa koymuştu. Birer yumurta haşlayacaktı. Ancak dolabın haline bakılırsa bu yumurtalar da bayat olabilirdi. Önce bir tanesini alıp test etti. Kırar kırmaz berbat bir koku etrafa yayıldı. Demek ki yumurtalar çok önceden alınmış ve bayattılar. Durum böyle olunca dolaptaki beş altı yumurtanın hepsi de çöpe... Böylece kahvaltıda yumurta yeme şansları kalmamıştı. Ahmet Bey, dolapta kaşar peyniri var, ondan bir parça kes, ince bıçakla beraber birkaç da taze soğan getir dedi. Soğanların halini dün görmüştü. İçlerinden iyicelerinden birkaç tane seçti, kabuklarını ayıklayıp götürdü. Ahmet bey bunları tabağın içine doğradı, çayla birlikte kahvaltısını yaptı. Peynirden bir parça kalmıştı. Bakıcı da onu aldı. Dolaptan dünkü ekmeklerden bir tane daha aldı. Tabii ki önce ekmeği sterilize etmesi gerekiyordu. Ambalajını açtı, ekmeği çatala taktı, ekmeği çayın altında yanan ateşin alevine tutarak hem ısıttı, hem de sterilize etti, yedi. İstese kocaman Trabzon ekmeğinden bir dilim alabilirdi. Bunları yiyerek iktisat yapıyor, ekmek israfını önlüyor, her yemekte milli servetimize ve Ahmet Beye birer lira kazandırıyordu. Bir lira deyip geçmeyin, Türkiye 85 Milyon insan... Herkes bunu yapabilse her yemekte 85 Milyon lira kazanırız ve devletimiz zengin olur. Dahası da var. 85.000 000 TL Göze de hoş geliyor, kulağa da. Günde üç öğün yemek yiyoruz. 3 X 85 Milyon= 255 Milyon. Bu parayla neler yapılmaz neler?...
Kahvaltı faslı bitti, gün başlıyooor. Önce yapılması gereken rutin işler. Haplar içilecek, kan şekeri bakılacak, tansiyon ölçülecek. Pencere açılıp oda havalandırılacak.
Ahmet Bey önce telefonla Yozgat’taki kardeşini aradı. Arabada mısın? Dedi. Karşıdan, hayır abi, dükkandayım diye cevap aldı. Birdenbire kan şekeri tavan yaptı. Yüksek sesle konuşmaya başladı. Niye gelmiyorsun kardeşim?. Biz seninle kardeşiz. Aynı kanı taşıyoruz. Biz birbirimize bakmazsak, sahip çıkmazsak kim bakacak? Daha bir sürü şey konuştuktan sonra, ben burada hastayım, ölüyorum, cenazeme de gelme, deyip kapattı. Yanında hastabakıcı olmasa belki de ağlayacaktı. Aradan biraz zaman geçip sakinleşince yeğeni Hasan’ı da aradı. Konuşmalarından anlaşıldığına göre ondan da ümit yoktu. Bakıcısı işçi bulma kurumlarından bir bakıcı bulsanız? Diye önerdi. Onlar çok ücret istiyorlar dedi. Bakıcısı, Ahmet Beyin durumunun iyi olduğunu sanıyordu ama, 5 Bin lira maaş alıp 3.500 Lirasını kiraya veriyormuş. Geriye kalıyor 1.500 Lira. Bu zamanda bu kadar parayla geçinebilmek imkansızdı.
Murtaza Beyin mahalleden tanıdığı bir kadın vardı. Murtaza Beye hep bana bir iş bul, bana bir iş bul diyordu. Telefon edip soruverdi. Erkek hasta bakamam, yanında yatılı kalamam dedi.
Apartmanın eski olduğunu söylemiştim. Alt kattan çekiç, matkap sesleri gelmeye başladı. Ahmet Bey orada tadilat var, bu apartmanda tadilatlar hiç eksik olmuyor, hemen hemen her gün tadilatlar var dedi. Sonra birden aklına geldi. Aşağıdaki ustalara ben haber göndermiştim, şu bizim tuvalete gelip bir bakacaklardı. Git onlara bunu bir hatırlat, gelip bir bakıversinler dedi. Bakıcı da gidip ustalara durumu anlatıp geldi.
Lavabo, tuvalet, banyo... Bakıcı dün onlara da bir bakmıştı. Klozetin üzerine oturulacak yumuşak kapağı yoktu. Kırılmış, çıkartılmış mıydı acaba, hiç mi yoktu. Dikkatlice incelediğinde hiç olmadığını gördü. Demek ki çok eski klozetlerde bu kapak yoktu. Sonrakilere ilave edilmiş olmalı. Burada hacet giderenler ne yazık ki soğuk seramik taşın üzerine oturmak zorunda kalacaklar. Klozet değişmediği müddetçe bu böyle sürüp gidecekti. Bir de rezervuara su gelmiyordu. Bundan dolayı Ahmet bey küvetin içine bir kova ve içine de su koymuş. Yan tarafta da bir maşrapa vardı. Tuvalette işini bitirdikten sonra maşraba ile kovadan su alıp dökerek bu işi hallediyordu. Küvet de çok eski ve kirliydi. Karşı duvarı sapsarı idi. Tabanında bir sabunlanma bezi ve sabun duruyordu.
Bu evde acemi aşçıdan dolayı karınlar doğru dürüst doymuyordu. Meyvelerle, çerezlerle, bisküvi ve krakerlerle ne bulurlarsa ne satın alabilirlerse onlarla midelerini takviye etmeleri, yaşamaları gerekti. Bakıcı buzdolabının kapağında ambalajlı küçük bir kek, bir de küçük bir çubuk kraker buldu. Bozulmadıysa bunları da sonra yeriz dedi.
Ahmet bey bakıcıyı yanına çağırdı. Şuradan üç sokak geç yukarıya doğru çık, caddeye varınca sola dön ileriye doğru git. İleride sağda Makbul Mağazası var, oradan bana biraz çekirdeksiz üzüm al dedi.
Bakıcı çekirdeksiz üzüm almak için evden çıkarken kapıda kalmamak için önce anahtarı aldı. Merdivenlerde elinde bir tepsi ve içinde iki boş bardakla çıkmakta olan bir adam gördü. Belli ki şu yakınlarda bir seyyar çaycı, belki de bir büfeciydi. Büfeden bir çay bir içecek getirmişti. Yola çıkınca gördü ki, adam arabasının başına geçmişti. Seyyar arabasıyla salep satan biriydi. Hemen bir salep aldı. Zaman kaybetmemek için bir yudumda içiverecekti, fakat çok sıcaktı, bu mümkün değildi. Böyle olunca içe içe yoluna devam etti. (Gide gide bir söğüde dayandı, o söğüdün allarına boyandı) Caddenin sağındaki dükkan ve mağazalara baka baka ilerliyordu. Yine telefon geldi, Çerezciyi bulamadın mı? Telefonla konuşarak ilerlerken çerezci de göründü. Çerezcide çekirdeksiz üzümleri buldu. Fakat üzümler Ahmet Beyin dediği kadar iyi görünmüyordu. Böyle üzüm her markette, bakkalda olur. Buraya kadar yorulduğumuza değmeyecek dedi. Kürekle kasanın içinden iyi taraflarından azar azar seçerek yarım kilo kadar poşete koyup, tarttırıp satın aldı. Getirip Ahmet Beye verdi. Ahmet Bey bir avuç alıp yemedi bile. Götür bir yere koy, sonra yeriz dedi.
Şu çekmecede benim cüzdanım var, onu bana ver, sana üzümlerin parasını vereyim dedi. Bakıcı, gerek yok ben ödedim zaten, benden olsun dedi. Sonra işlenmeye başladı. Pencereyi açıp odayı havalandırdı. Balkondan paspas vileda buldu yerleri paspas yaptı. Hastasının yastıklarını düzeltti. Ahmet Bey, bir yastık daha koyar mısın, şu yastığı biraz yukarıya çeker misin diyor, pozisyonuna göre ayarlamasını istiyordu. Kendini biraz iyi hissettiğinde yatağında doğruluyor, arkaya dayanıyor, gazetesini okuyor, bulmacasını çözüyor, ilaçların listesine bakıyor, hapların isimlerini okuyordu.
Bakıcı bugünkü gazeteyi almaya giderken sola döndüğü köşede bir cafenin farkına vardı. İsmi de asortik bir şeydi. İşte bu güzeldi, gelip geçerken burada zaman kaybetmeden çay, nescafe içebilir tost yiyebilir, açlığını bastırabilirdi. Ama şimdi hiç zamanı yoktu. Yoksa Ahmet Bey yine telefon edebilirdi. Bakıcıyı özlediğinden değil, belki de yalnız kalmaktan, yalnız ölmekten korkuyordu. Panik atağının olduğu da sonradan ortaya çıktı.
Bakıcı gazeteyi alıp döndü. Ahmet Bey şöyle başlıklara büyük yazılarına bir baktı, ince detayları okumadı. Katlayıp yatağın üzerine koydu. Sonra bulmacasını çözmeye başladı. O bulmacasını çözerken bakıcı da gazeteyi okudu. Bakıcı boş kalırsam, vaktim olursa çözerim diye evden 4 sayfalık bir bulmaca da getirmişti, henüz çözmeye fırsatı olmadı, öylece ceketinin cebinde duruyordu.
Aşağıdaki günlük işini bitiren usta akşam üzeri geldi, klozeti inceledi, bu bizim işimiz değil, şu parçanın değişmesi gerekli deyip gitti. Onun işi değilse elbet bir çözümü vardı. Hep böyle bozuk kalacak değil ya. Şu yolun başında solda benim bir tesisatçım var. Markete manava gider gelirken ona uğra, boş bir zamanında gelip yapıversin dedi.
Ahmet Beyin bugün iki siparişi vardı. Bir süt, bir kilo da muz al dedi. Bakıcı akşam olmadan bunları almaya çıktı. Giderken tesisatçıya da uğradı. Ancak adam Ahmet Beyi ve evini tanıyamadı. O benim kardeşim İhsan’dır. O da köye gitti, birkaç gün sonra gelecek, o zaman gönderirim dedi.
Hastabakıcı muz ve sütü alıp eve geldi. Artık akşam da olmuştu. Şef sıcak yemekler yapmadığı için, yemekler ya dışarıdan alınacaktı, ya da evdeki yemeklerden ne bulabilirlerse onlarla geçiştirilecekti. Ahmet Bey dolapta çorba var, onu ısıt yiyelim dedi. Bakıcı dolabın başına geldi, kapağını açtı. Dolabın kapağı dünden bugüne açılıp kapana, açılıp kapana biraz havalanmış olup dünkü kadar kötü kokmuyordu. Fakat çorbayı bulabilmek için Şarlock Holmes’inki gibi bir büyüteç de gerekliydi. Dolabın içindekileri baştan sona baktıktan sonra bir kavanoz buldu. İçinde çorbaya benzer bir şeyler vardı. Bu olmalı dedi, onu alıp mutfağa gitti, bir tencerede onu ısıttı, tabaklara koyup servis etti. Çorbaya benziyordu ama, acaba bu ne çorbasıydı? Kokusundan da hiç bir şey anlayamamışlardı. Kaşıkla az bir parça alıp test ettiler. Maalesef bu da çorba değilmiş. Test sonuçları kayısı marmeladı olduğunu gösterdi. Ahmet Bey, bunları tekrar kavanoza boşalt dedi. Çorba olmayan çorbalar kavanoza boşaltıldı. Ahmet Bey şu lambanın birini söndür dedi. Ocağın üzerindeki lambayı söndürttü.
Şimdi yine soğuk yemeklere kalmışlardı. Bakalım dolapta neler bulabilirlerdi. Cam şişede yarım ayran vardı. Bakıcı kontrol etti. İyiydi, içilebilirdi. Onu iki bardağa taksim etti. Bir domates ve iyicelerinden iki biber aldı. Dün alınan salatalıklardan bir de salatalık.
Hastabakıcı ince bıçağı bir cerrah ustalığıyla kullandı. Domates ve biberlerin çürüyen yerlerini bir güzel ayıkladı. Sonra servis etti. Akşam yemekleri Domates, biber, salatalık ve ayrandı. Ahmet Bey yine Trabzon ekmeğinden bir dilim, bakıcı yine dolaptaki ambalajlı küçük ekmeklerden bir tane aldı. Ekmekler bitene kadar bu hep böyle olacaktı. Afiyetle yediler. Allah olmayanlara da versin.
Odaya geçtiklerinde bakıcıya telefon geldi. Arayan özel Hemşiresiydi. Önce hastanın durumunu sordu. Sonra senin görev bitti, iki günün doldu, eve geliyorsun değil mi? dedi. Zaten bakıcı da izin isteyip evine gitmeyi düşünüyordu. Ahmet Bey telefonda konuşulanları duymuştu.
--Halimi görüyorsun, beni ölümle baş başa bırakıp eve mi gideceksin?
--Ben baştan sana iki gün için gelebileceğimi söylemiştim.
Dersleri iptal et, kal biraz daha! Kafası sabahtan bozuktu. Yeğeni ve kardeşine kızgınlığını henüz üzerinden atamamıştı. Agresifleşmişti. Yüksek sesle konuşuyordu. Sanki karşısında kölesi vardı. Murtaza Bey bir gün daha kalayım bari, dedi. Sesini yükseltmedi. Cevap bile vermedi. Eşine, bugün de buradayım, dedi. Eşi iki gündür haplarını da almadın diye hayatından çok endişelendi.
Murtaza Bey yarınki dersleri iptal etti. Telefonuna iki gündür gelen mesajlarına bakmaya başladı. Bazı mesajlara cevap da yazması gerekiyordu. Ama hastanın mızmızlığı da artmıştı. Pencereyi açıver, çok oldu biraz kapat, holdeki ışığı söndür, çekmecemden ajandamı buluver, gibi emirler yağdırıyordu. Bir mesajı üç dört seferde yazabildi. Mesajlarının hepsine bakabildi mi bilinmez, telefonunun şarjı bitti. Böylece iletişimi de mesajları da telefon derdi de bitti.
Üçüncü gün kahvaltıda çay yerine süt vardı. Bakıcı bardaklara süt doldurdu. Kendi bardağı su bardağından biraz küçüktü. Ahmet bey sütten bir yudum aldı. Süt soğuktu. Sütü ısıtmamışsın! dedi. Bakıcı da gerek görmedim dedi.
---Soğuk süt nasıl içilebilir yahu, diye yüksek sesle gürledi. Bakıcı da İşte böyle, diyerek kendi bardağını aldı bir yudumda hepsini içiverdi. Az kalsın boğulacaktı. Sonra sütü ısıtmak için küçük bir cezve veya tabak, tencere aradı. Zor da olsa buldu ve Ahmet Beyin sütünü ısıtıverdi. Sıcak sütü tekrar bardağına dolduruverdi. Birlikte kahvaltılarını yaptılar.
Öğle yemeklerini genellikle geçiştiriyorlardı. Vakit biraz daha ilerleyince Ahmet bey bazan, iki muz getir, veya iki salatalık soy, birer tane yiyelim diyor, birer meyveyle geçiştiriyorlardı. Bazan kendisi yemek istemezse, git şuradan bir muz al ye, diye bakıcısına ısrar ediyordu.
Bakıcı bugün gazete almaya giderken birden köşedeki asortik cafeye dalıverdi. Bana kaşarlı bir tost yapın, bir de çay, ben şu bayiiden gazete alıp geleceğim, döndüğümde hazır olsun, dedi ve gazete almaya gitti. Döndüğünde, alayım tostumu ve çayımı dedi. Bayan çalışan hazırlıyorum, dedi. O zaman kalsın, deyip çıktı. Hazır olsaydı hiç zaman kaybetmeden bir dakikada yiyiverip, çayını birkaç yudumda içip açlığını yatıştıracaktı ve yoluna devam edecekti.
Dışarıdan gelince hep holden geçiyordu. Holdeki masanın üzerinde iki kiloluk cam kavanozun içinde üçte ikisine kadar dolu pirinç vardı. Bu pirinçler niye burada duruyordu. Niye mutfakta, kilerde değildi? Herhalde bir sebebi vardı. Kavanozun üzerinde de yer yer kelebek resimleri boyanmıştı. Murtaza Bey aynı zamanda ressam olduğu için kavanoz ve pirinç değil, kavanozun üzerindeki resimler dikkatini çekmişti. Kelebekler ne kadar güzel boyanmış, aynı kelebek... diyordu. İki saat kadar sonra yine aynı yerden geçti. Yine kavanoza baktı. Şu kelebek resmi burada, şu da şurada değil miydi? Yoksa ben mi yanlış görmüştüm, kendinden şüphelendi. Olsun canım, belki de böyleydi. Kelebek resmi işte, deyip işine devam etti.
Gazeteyi getirdiğinde hasta yatağının içinde doğrulmuş elleri kollarıyla minik jimnastik hareketleri yapmaya çalışıyordu. Belli ki yata yata eli kolu vücudu ağrımıştı. Sonra bakıcısını çağırdı.
Şu sırtıma bir Masaj yapabilir misin? Yukarıdan başlayarak aşağıya doğru parmaklarınla bastırarak sırtımı bir tara. Elbette dedi bakıcısı. Masaj çok iyi yapabildiği bir şeydi. Piyano da çaldığı için parmakları sanki sihirliydi. Piyanonun tuşlarına şimdiye kadar milyonlarca kez dokunmuştu. Parmakları notaların üzerinde sanki uçardı, sanki dans ederdi. Şimdi o sihirli parmaklarıyla hastasına masaj yapacaktı. Hastaya yaklaştı. Kollarını uzattı. Ellerini piyano çalma pozisyonunda tutup parmaklarını açtığında hastanın sırtını soldan sağa kaplamıştı. Parmaklarını sırtına bastırıp yukarıdan aşağıya birkaç defa çekti. Sonra sırtının her noktasına önce yumuşak, sonra azar azar sertleşen yüzlerce darbe indirdi. Sanki Ludvig Van Bethoven’in 9. Senfonisini çalıyordu. Az bir zaman sonra yeter artık Murtaza Bey dedi. Hastanın tutulmaları, uyuşuklukları, ağrımaları bir anda uçup gitmişti. Akşamdan kalan yüzündeki sert çizgiler bile kaybolmuştu. Ahmet Bey, sen ne güzel masaj yaptın yahu, sanki sırtımda piyano çaldın dedi. Bakıcı, ben piyano da çalıyorum zaten, dedi Youyube’daki çalışmalarından birkaç parça bulup dinletti. İstediğin sevdiğin bir enstrüman varsa getirip burada sana çalabilirim, müzik terapidir, dedi.
Ahmet Bey yumuşamış, pamuk gibi olmuştu. Kendi hastalıklarını bir an unutup bakıcısına hal hatır bile sordu. Oğlanlar ne yapıyor, bu oğlanlar da evlenmedi gitti, diye oğlanların dertleriyle dertlendi.
Birkaç gün önce ustalar binanın dışardan yağmur suyu tahliye borularını değiştirmişlerdi. Ustalardan biri yine bugün apartmanda göründü. Ahmet Bey bu ustayı çağırttı. Tuvaletteki arızayı ona gösterdi. Siz boruları yaptığınız günden beri bozuk. Siz farkında olmadan birşeyler yapmış olmalısınız. Bu arızayı tamir ediverin dedi. Hastabakıcı anladı. Bu arızayı ustaların üzerine yıkmak ve tamiri bedavaya getirmek istiyordu. Ama usta yutmadı. Bu arızanın bizimle ilgisi yok. Sizin arızanız içerden dedi.
Hastabakıcı içme sularını kontrol etti. Damacanada sular azalmıştı. İçindeki suyu hastanın sürahisine ve çaydanlığa doldurdu ve sucunun telefonunu alarak bir su yazdırdı. Kendi telefonunun şarjı bitmişti, bunu Ahmet Beyin telefonundan yaptı. Ahmet Bey bak bakalım şu şarj cihazlarından senin telefona uyan olacak mı dedi. Bakıcı denedi. Şans bu ya bir tanesi uymuştu. Ohh dedi, telefonu kurtardık.
Bakıcı holden geçerken şu üzümlerden üç beş tane alıp yiyeyim bir test edeyim dedi. Üzümleri alırken gözü yine kavanoza takıldı. Kelebekler yine yer değiştirmişti. Mantığı kabul etmiyordu. Hiç resimdeki kelebekler yer değiştirir mi? Bu sefer dikkatlice ve yakından baktı ve farkına vardı. Meğer pirinçler kelebeklenmiş, kelebekler de zaman zaman yer değiştiriyorlarmış. Bu konuda Ahmet Beye hiç bir şey söylemedi. Kavanozun kapağını yarı araladı. Buradan çıkıp uçup giderler dedi. Kelebekler uçup gidince kapağı tekrar kapattı.
Bakıcının hastası bir, Özel Hemşirenin hastası ikiydi. O ikisi için de endişeleniyordu. Kendisi evde, aklı hep onlardaydı. Ara sıra arayıp soruyordu; Hastabakıcılık nasıl gidiyor? Hasta nasıl oldu. Arada da ilaçlar ve yemekler hakkında taktikler veriyordu. Çorba içmesi gerekir, hastalara çorba iyi gelir. Yakındaki restoranlara gidiver, sevdiğiniz çorbalardan al gel, beraber yiyin...
İyi adam lafının üstüne gelirmiş. İyi kadın da lafının üstüne geldi. Hemşiremiz çorbalardan bahsediyordu ki, iyi kadın komşumuz elinde bir tas çorbayla geldi. Size yoğurt çobası yaptım, Ahmet Beyle sıcak sıcak yersiniz dedi. Bu akşam yemeğini de yoğurt çorbasıyla kurtardık.
Yemekten sonra Murtaza Beye bir telefon geldi. Adı Ahmet Yılmaz’mış. Kurtuluşta oturuyorlarmış. Eşiyle birlikte bağlama dersi almak istiyorlarmış. Murtaza Bey, güzel bir tesadüf, ben şu anda size yakın bir yerde hasta bakıyorum. İsterseniz adres vereyim, buraya gelin detayları konuşalım, dedi. Ahmet Bey de bu konuşmalara kulak misafiri olmuştu, fakat hiç bir yorum yapmadı.
Akşam yemeğinden iki saat kadar sonraydı. Ahmet Bey huysuzlanmaya, kıpırdanmaya başladı. Çekmeceleri karıştırıyor, bir şeyler arıyordu. Önce kimliğini ve cüzdanını buldu. Sonra hastalıkları ve tetkikleriyle ilgili dosyayı buldu. Sonra bir pazar çantası. Bütün ilaçları, hapları, tansiyon aleti, kan şekeri ölçün makinası vs. Bunların hepsini pazar torbasına doldurdu. Bunların hiç birini bakıcıya söylemiyor, yardım da istemiyor, hepsini kendisi yapıyordu. Yoksa birdenbire iyileşmiş miydi? Sonra bir Ambulans da çağırınca işin rengi belli oldu. Hastaneye gitmek istiyordu. Ambulans birkaç dakika içinde hemen geldi. Bakıcı anahtarı aldı, pencereleri kapıyı kapattı. Ahmet Beyin hazırladığı bir torba dolusu hapları yanına aldı. Merdivenden çıkarken koluna girip görevliler Ambulansa kadar yarım etti. Bakıcı da ceketini giyip, kapıyı kilitleyip onlara yetişti. En yakın hastane Taksim İlk Yardım Hastanesi’ydi. Ambulans onları oraya Acile getirdi, bıraktı. Ahmet Bey bu işte bakıcıdan daha tecrübeliydi. Gide gele neyin nerde olduğunu, hastane prosedürlerini öğrenmişti. Bankoya gidip kimliğini verip kaydını yaptırdık ve şikayetlerimizi anlattık.
Hemşireler, hastabakıcılar Ahmet Beyi yatması için bir sedye gösterdiler, burada yatmasını, doktorun gelip gerekeni yapacağını söyleyip gittiler. Birkaç dakika içinde genç bir bayan doktor geldi. Şikayetinin ne olduğunu anlamaya çalışıyor, hastaya sorular soruyordu. Ahmet Beyin de çenesi açıldı. Bir doktor konuşuyor, beş o konuşuyor. Baktı adam susmayacak.
Amca burada soruları ben sorarım, sen de cevaplarsın deyip adamı susturdu. Susuncaya kadar da bütün hastalıkları saymıştı. Bu durumda ölmüş olması gerekirdi.
Önce bir iğne yaptılar, bir de serum taktılar. Doktorların hemşirelerin biri gidip biri geliyordu. Serumun bitmesi iki saat kadar sürdü. Bakıcısı sedyenin yan tarafında bekliyordu. Bazan boş sandalye, tabure bulursa bir soluk oturuyordu. Daha yaşlı birileri veya beklemesi gereken hasta gelirse yerini onlara veriyordu. İlaç çantası da yanında, ona da göz kulak oluyordu.
Beklerken biraz fırsat bulmuştu. Eşine bir telefon açtı. Hastayı Taksim İlk Yardım Hastanesine getirdim, dedi. Eşi lafı fazla uzatmadı, öyle görünüyor ki bu akşam da orada kalıyorsun, Allah şifasını versin deyip kapattı.
Bir ara arkada boş bir sedye gördü, gidip biraz üzerine uzandı. Gözleri devamlı hastasındaydı. Ahmet bey eliyle işaret etti. Bakıcı hemen yanına gitti. Emriniz? Su istiyordu.
Su bulmaya giderken bankonun önünden geçti. Akşam çok kalabalık olarak bekleşen hastalar bitmiştir diye düşünürken gördü ki iki kat artmıştı. Sanki herkes hastaydı. Vakit geç olduğu için artık adım başı her yerde su bulunmuyordu. İleride açık bir büfe bulup, iki su alıp geldi. Ahmet Bey birini hemen içti.
Vakit gece yarısını geçtiği için, bu saatten sonra beni göndermezler, yatırırlar diye düşünüyordu. O sırada doktorlar hemşireler geldi. Çok şükür, değerleriniz iyi diye eve gönderdiler. Ahmet Bey yine birdenbire agresifleşti, yüksek sesle konuşmaya başladı. Ben yatmak istiyorum. Ben hastayım, nefes alamıyorum. Ayaklarım şiş, üzerine basamıyorum. Ne dediyse olmadı, değerleriniz normal diye eve gönderdiler.
Şimdi Ambulans da yoktu. Bir taksi bulmak zorundalardı. Aşağıya inip dışarıya çıktılar. Sıraselviler Caddesinde beklemeye başladılar. Bazı taksiler dolu geçiyordu. Az sonra boş bir taksi geldi. Ahmet Bey arkaya (Patronlar arkaya biner) bakıcı da öne bindi. Hem yolu tarif ederim dedi. Ahmet Bey buna da kızdı. Sen benim evin yolunu nereden biliyorsun? Bilmiyordu ki, Murtaza Bey İstanbul’un harita müdürü idi. Peki öyleyse sen tarif et, dedi ve eve varıncaya kadar hiç ağzını açmadı. Eve geldiklerinde saat 02.30 du. Hemen yattılar. Çok geç yattıkları ve de çok yorgun oldukları için hemen uyuyuverdiler. Bu gece öksürük seremonisi de yoktu. Güzel uyudular.
Dün telefonun şarjı bitik olduğu için bugünkü dersleri erteleyememişti. Öğrenciler de dakik. Tam zamanında gitarlarını omuzlayıp gelmişler. Bakmışlar dershane kapalı, hoca da yok. Hocanın derse gelmediği şimdiye kadar vaki değildi. Kapının önünde beklemeye başlamışlar. Bir yandan da bir türkü bestelemişler , Hocam da şimdi gelir, Hocam da şimdi gelir diye söyleyip düet yapıyorlarmış. Bunu nereden biliyorum? Hocanın Dişçiye gelen bir arkadaşı Serdar bey onları görmüş. Murtaza Beye telefon açıp durumu anlatmış.
---Hocam burada iki tane gitar öğrenciniz var, kapının önünde bekleşiyorlar. Derse gelmeyecek misiniz? Öğrenciler de ya hocamız gelsin, ya da kalan bakiye paralarımızı versin diyorlarmış. Hoca da; benim oğlan Hasan oralarda mı? Ona söyle çocuklara 500 er Lira verip göndersin. Akabinde Ataşehir’deki öğrencisinin dersini de iptal etti. Hasta bakıyorum, haftaya kaldığımız yerden devam ederiz dedi.
Ahmet Bey buzdolabının buzluğundan dondurulmuş tavuk etleri buldu. Dün kendisine yayla çorbası yapan kadına verdi. Bunlardan münasip bir yemek yapıver dedi. Bayan tavukları ve dünkü tabak, tencerelerini alıp çıktı. Fakat kadın yemekleri o gün yapıp yetiştiremedi. Gün akşam oldu.
Bugün beşinci gündü. Ne kardeşi, ne yeğeni ne de arkadaşları arayıp sordular. Kendisi arkadaşlarını aradığında da arkadaşları telefonu açmıyordu. Murtaza Bey seni ararsam telefonu aç diye tenbih etti. Ayrıca bir iş daha istedi. Şu holün sağındaki küçük odayı aç. Orada brandadan yapılmış bir dolap var onun fermuarını aç, içinde siyah bir kürk var, onu bulup getir. Murtaza Bey gitti kürkü bulup getirdi. Az kullanılmıştı. İçinde astarda on beş santim kadar bir yırtık vardı. Bunun resmini çekip senin oğlana gönder, bir müşteri bulsun satalım, dedi. Bakıcı denileni yaptı, resimleri oğluna gönderdi. Oğluna, Ahmet abin bu kürkü satacakmış, bak bakalım bir müşteri bulabilir misin? dedi.
Bu kürkü oğlan değil, kızı daha kolay satabilirdi. O çocukların eskimiş, küçülmüş pantolonlarını bile satabiliyordu. Bir faydam dokunsun diye kürkün resmini kızına da gönderdi. Akabinde baba bunu mankenlerin üzerinde görmek gerek. Enini boyunu da bilmek gerek. Son zamanlarda Panter Zehra’lar (Hayvan severler) da çoğaldı. Bundan dolayı satamayız dedi.
Bugün bakıcının sandalyesinin sol tarafında kocaman bir çuval vardı. Bu çuval niçin buraya koyulmuştu. Akşam olunca sorunun cevabı bulundu. Yine hastaneye gidilecekti. Şu ilaçları hapları, Pazar torbasındaki ilaçları ve dosyayı hepsini çuvala koy dedi. Bu sefer bir çuval ilaçla dolaşacaktık. Bunları taşımaya bir de hamal gerekliydi. Bir haftadır ikisi de banyo yapmamışlardı. Ahmet Bey bakıcıya, şu holdeki dolaptan benim kırmızı hırkayı bul gel, dedi. Hırka bulundu ve değiştirildi. Yine Ambulans çağrıldı. Bundan sonra yapılacak işler için iki gün öncesinden tecrübeliler. Ambulansa binip yola koyuldular. Ambulans yine en yakın hastaneye Taksim’e yöneldi. Ahmet Bey şoföre oraya gitmek istemediğini söyledi. Şoför de Okmeydanı Cemil Taşçı Hastanesine götürdü. Burada da Taksim Hastanesinde yapılan araştırmaların aynısı yapıldı. Bu hastane Ahmet Beyi yatırmaya karar verdi. İki tane hızlı eleman acilden hastayı ve refakatçısını aldı ve asansörle en üst kata çıkardı. Sonra koştura koştura belirlenen odaya götürüyorlar. Murtaza Bey de biraz arkadan hızlı hızlı onları takip ediyor, kaybolmamak için tabelalara, yazılara, oklara dönemeçlere bakarak ilerliyordu. Ayrılan odaya gelince hastayı yatırıp gittiler. Gerisi Doktorlar, Hemşireler ve Hastabakıcılara emanetti. Çıkarken Refakatçısı olarak Murtaza Beyin adını da kaydedip gittiler. Önce Murtaza Beydi, sonra Hastabakıcı oldu, şimdi de Refakatçılığa terfi etmişti.
Akşam yemeğine yetişmişlerdi. İşte bu güzeldi. Az sonra yemekler geldi. Tavuk yemeği ve pilav vardı. Evdeki tavuk yemeğini yiyememişlerdi ama şanslarına burada da tavuk yemeği çıktı. Murtaza Bey bir haftalık rejimi bozdu. Tavukları, yemekleri ve ekmeğin son lokmasına kadar silip süpürdü. Tabii ki Ahmet Bey de aynısını yaptı. Refakatçı boş tepsileri toplayıp münasip bir köşeye koydu.
Ahmet Bey hastaneye yatmıştı. Artık emin ellerdeydi. Evdekinden daha iyi bakılacağı, rahat edeceği de garantiydi. Odası desen beş yıldızlıydı. Aydınlık, geniş, mobilyalar, dolaplar, aynalar yataklar pırıl pırıldı. Televizyon bile vardı. İnsanın hasta olup buraya yatası geliyor.
Ahmet Bey bir yandan yatağına yerleşip eşyalarını yerleştirirken birden kimliğinin üzerinde olmadığının farkına vardı. Halbuki aşağıda muayene telaşı içinde kimliğini nereye koyduğunu unutmuştu. Kimliğimi ver, dedi Murtaza Beye. Murtaza Bey de hastasını çok yakından takip ediyordu. Böyle yerlerde kargaşaya aceleye gelip kimlik, gözlük, cüzdan gibi küçük eşyaların kaybolabileceğini biliyordu. Kimliğiniz gömleğinizin cebinde beyefendi, dedi. Elini cebine attı ve kimliğini cebinde buldu. Evin anahtarını da ver dedi bu sefer de. Murtaza Bey çıkarıp anahtarını da verdi. Artık evine ve işine gitmek için izin istedi. Ama yine izin çıkmadı.
Bu saatte nereye gideceksin yahu. Eve gidip de ne yapacaksın? Yatıp uyuyacaksın, işte yatak, yat uyu, dedi.
Bu sefer de evden özel hemşire arıyor. Hastayı Okmeydanı Hastanesine yatırdık diyor Murtaza Bey. Öyleyse eve gel, bir haftadır haplarını da içmedin, hasta bakayım derken öleceksin, kirlendin, terledin, insanlıktan çıktın, bir çamaşır değiştir, bir banyo yap, tıraş ol, adama benze, Hasan’ı gönderip aldırayım diyor. Kim ne derse desin faydası yoktu. Ahmet Bey Murtaza Beyi esir almıştı. Bugün, yarın ertesi gün derken belki de hiç bırakmayacaktı.
Refakatçı da kendine bir yatak ayarladı. Ama battaniyesi, örtüsü yastığı yoktu. Kaloriferler gürül gürül yanıyor, içerisi çok sıcaktı. Hatta yeni geldiklerinde sıcaklığı dengelemek için pencereyi açmıştı. Bundan dolayı örtüye ihtiyaç duymayabilirdi. Ceketini de çıkarıp, katlayıp başının altına yastık yaptı. Uzanıverdi. Çok yorulduğunu hissetti. Göğüs kafesi boşalan bir körük gibi yavaş yavaş indi, bütün nefesleri bir solukta boşaldı.
Odanın kapısı geldiğimizde açıktı, yatma saati geldiği halde hala açık. Murtaza bey artık kapatayım, dedi. Ahmet Bey kapattırmadı. Panik atak burada kendini gösteriyor, kapalı yerleri sevmiyorlar, ruhları sıkılıyordu. Gece devriye gezen, temizlik yapan hastabakıcılar açık kapıyı görünce kapatıveriyorlardı. Kapalı olması emniyet açısından da önemliydi. Ahmet Bey yine açtırıyordu.
Uyumadan önce iki tane su ısmarladı. Bu sefer parasını da verdi. Burada suya ulaşmak hem daha kolay, hem daha ucuzdu. Odaya gelirken girişte sağda bir alışveriş otomatı görmüştü. Otomata gitti, bu otomatlardan daha önce hiç alışveriş yapmamıştı, ama her şeyin bir ilki vardı. Öğrenmeliydi. Düşündü, otomatın üzerindeki yazıları, komutları okudu, önce parayı attı, sonra suyun numaralarını tuşladı ve okeyledi. Sular aşağıya düştü. Otomat para üstünü bile verdi. Böylece Murtaza Bey otomattan ilk alışverişini yapmış ve başarmıştı. Şimdi suları odaya götürmeliydi. Akşam odaya gelirken geçtikleri yolları zihninden geçirdi, yine tabelalara, yazılara oklara baka baka geldi. Bu sefer kapı kapalıydı. Açıp girdi. O da ne içeride başka hasta vardı. Kapı numarası aynıydı, ama hasta başkaydı. Burası bizim oda olmalı, ben doğruyum, sen yanlışsın, sen yanlışsın, ben doğruyum...Biraz tartıştılar. Murtaza Bey dışarıya çıktı, en baştan aldı, yolları tabelaları yazıları izleye izleye yeniden geldi. Gele gele nereye gelsin? Yine aynı oda ve aynı hasta. Bu sefer bir de bayan refakatçısı ve çocuğu da gelmişti. Haklı olarak biraz da sesini yükselterek, burası bizim odamız kardeşim, bizi rahatsız etmeyin deyip gönderdi.
Çıkarken hay ben bu labirentleri icat edenleri, diye kendi kendine söylendi. Bütün holler, yollar, bütün odalar, bütün numaralar aynı. En iyisi gidip bankodaki görevliye sormak. Ve öyle yaptı. Görevli hastanın adını defterdeki kayıtlardan buldu, sonra da odasını bulup söyledi. Her şey doğruymuş ama, meğer bir önceki sapaktan sağa sapacakmışım. Öyle yaptı, kolayca buldu. Ondan sonra odalarını hiç kaybetmedi. Suları Ahmet Beye verdi. Ahmet Bey susuz kalmaktan çok korkuyordu. Çok da su içiyordu. Biraz sonra yeniden su istedi. Bu sefer 30 lira verdi. Git bu paranın yettiği kadar hepsiyle su al, dedi. 3 Lira da Murtaza Bey koydu. On tane su aldı, artık iç iç bitmez. Sular çok soğuktu, gelinceye kadar elleri kolları hem yoruldu, hem üşüdü. Saat 24.00 te uyumak için yataklarına çekildiler.
Daha Cumartersi sabahına uyanmamışlardı. Ortalık da karanlıktı. Kapı tak tak vuruldu. Uyandırıldılar. Sabah kahvaltıları gelmişti. Kahvaltı etmek zorundaydılar. Mecbur kalktılar, toparlandılar, uyanıp kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıdan sonra uyuyamasalar da biraz daha uzandılar. Yavaş yavaş ortalık aydınlandı, gün başladı. Doktorlar yanlarında asistanları ve hemşireleriyle birlikte hastalarını vizit gezmeye başlamışlardı. Geldiler, bu sabah kendinizi nasıl hissediyorsunuz diye sordular. Ahmet Beyin kontrollerini yapıp, çıktılar.
Ahmet Bey evin anahtarını refakatçısına verdi. Şimdi benim eve git, yatağın üzerindeki siyah internet kutusunu, çekmecemdeki mavi kutulu hapı ve ajandamı getir dedi. Ayrıca çabuk gel diye de tembih etti. Bir haftadır cebindeki paraları da bitirmişti zaten. Taksiyle gidemezdi. Biraz yürüyüp durağa çıktı, oradan İETT arabasına bindi. 7-8 durak sonra indi duraktan eve kadar daha yürüdü. İstenenleri evde arayıp buldu.
Hastanede ne kadar kalacağı belli değildi. Komşu kadın tavuk yemeğini de getirip geri dönebilirdi. Herkesin rahatça okuyabileceği güzel bir yazıyla “Okmeydanı Hastanesindeyim” yazıp kapıya yapıştırdı. Kapıya gelenlerin Ahmet Beyin nerede olduğunu bilmelerini istedi. Sonra tekrar aynı yoldan biraz yürüyerek, biraz arabayla, biraz daha yürüyerek hastaneye gitti. Getirdiklerini ve evin anahtarını verdi.
Akşam yemekten sonra konuştular, Murtaza Bey:
Ahmet Bey, sabahleyin belki sen uyuyor olabilirsin. Ben seni uyandırmaya kıyamam. Sessizce çıkıp giderim. Seni önce Allah’a, sonra Doktor ve Hemşirelere emanet ediyorum. Şimdiden geçmiş olsun. Bak bugün daha iyisin, daha da iyi olacaksın, hoşça kal dedi. Ahmet Bey cüzdanına davrandı, sana biraz para vereyim, dedi. Murtaza Bey almadı. Ben seni para için bakmadım, dedi. Akşamdan vedalaştılar.
Murtaza Bey sabah ezanıyla uyandı. Pencereden etrafa baktı, ortalık henüz aydınlanmamıştı. Sokaklarda in cin yoktu. Biraz daha beklemeliyim, ortalık aydınlansın, dedi kendi kendine.
Şans bu ya Ahmet Bey de uyuyordu. Uyanık olsa belki yine bırakmayabilirdi. Bu fırsatı değerlendirmeliyim, dedi ve ceketini alıp sessizce çıktı.
Yolu biraz kısaltmak için Diş Hastanesi’nin bahçesinden geçecekti. Tam çıkışa geldiğinde ne görsün? Kapı kilitliydi. Mesai saati başlamadığı için henüz açılmamıştı. Kapının ve bahçe duvarlarının üzerinde sivri sivri demirler... Esasında o demirlerin üzerinden atlayabilirdi, ama eve sağlam varmalıydı. Biraz şanssızdı. Demirler bir yerlerine batıp yine kazazede olabilirdi. Bu sefer ihtimalleri göze almadı, garantide karar kıldı ve geri döndü. Hastanenin etrafından dolaştı.
Evine varınca eşi kahvaltı hazırlıyordu. Hoş beşten sonra kendini doğru banyoya attı. Üzerinde ne varsa hepsini çıkarıp yıkamaya attı. Güzeelll bir duş yaptı, temiz çamaşır ve elbiseler giydi. Yeniden adam olmuştu, Murtaza Bey olmuştu.
Tıraş olmayı sonraya bıraktı. Çünkü eşi çok tatlı sözlerle onu kahvaltıya davet ediyordu. Kemancı, kemancııı, başımın tacı, kahvaltı hazır, haydi gel diyordu.
Kahvaltıda eşi güzel bir müjde verdi. On altı yıldır işsiz olan oğulları Hasan 100 Puanla sınavı kazanıp, Topkapı Sarayı’nın Müzeler bölümüne Müdür olmuştu. Başkan gibi artık o da Sarayda yaşayacak, sarayda çalışacaktı. Bu haber Murtaza Beyi çok sevindirdi. Geçen bir haftanın bütün yorgunluklarını, üzüntülerini bir anda sildi...
MUSTAFA UZELLİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.