- 257 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BİR TEDİRGİNLİK HALİ
Neresinden başlarsanız başlayın, önünüze gelen manzaralarıyla şu hayat sizi ya özgürlüğün kapılarına atıyor ya da bir bezginlik halinde rutin bir döngünün içinde eritip tüketiyor. Kim ki sorunları en az ve özgürlük yanları da alabildiğine geniş bir hayatı istemez. Belki de o mutluluk hissedişlerinin bir geri planı olmalı ki o anlara ve yaşanan hezeyanlara bir anlam, vurguyu da katabilsin. Öyle ya, emek ve yorgunluklar olmaksızın içilen bir çayın dahi keyfi alınamıyorsa, burada bir karşılıklılık ilişkisi olmalı diye düşünmek gerekir sanırım.
Yaşça istenilen ve veya yaşın gereği olan Olgunluk seviyesindeki insanlara dahi bakıldığında yaşanılan en küçük sorunda şu istenmeyen debdebeli duruşun ve panik hallerinde oluşun anlamını bir yere koyamam hâlâ. Sıradan sorunların daha da genç yaşlarda başa gelmesiyle oluşacak kaosları normal görmek mümkün iken, yılların tecrübelerine karşın bu sıkıntılı durumu aşmada gereken soğukkanlılığı gösterememek nedir böyle? Bu durumun elbette çokça nedeni olabilir. Hayatı nasıl kavradığımız, anladığımız ve gördüğümüzle ilgili her şey. Onu üzerimize üzerimize gelen bir kara bulut gibi görüyor isek, sığınacak bir liman arayarak bir kaçma, daha uzaklara açılma ve ve üstesinden gelememe korkularıyla kaçınma psikolojisini işe koşarız nasılsa. İyi de nereye kadar gerçeklerle ve onlara duruşu gösterecek şu özgüvenimizle yüzleşmekten imtina edebiliriz. Hal böyleyken, mideden başlayark tüm sindirim sistemimizi kasıp kavuran o iştahsızlık, bezginlik haline bunların yol açtığını nasıl göremeyiz ki.
Duygularımızı doğru bir zemine koyabilmeyi başarabilseydik, büyük olasılıkla da şimdiki zeminimizin her yönden daha bir yaşanılası olacağını söyleyebilirdik. Duygular öyle önemli ki, karanlığın içindeki bir ışık nüvesinden bile haz alabilmeyi sağlarken, gün ortasında onca aydınlığa rağmen gecenin zifirinde kalmaklı bir hali de bize yaşatabilir potansiyeldeler. Varlığı algılar,kavrar ve anlamlar yiklerken bizler, onların negatif yönlerini öne çıkaracağımza, var oluşlarındaki hikmeti sorgulayarak zihnimizde daha müreffeh yerlere konuşlandırmamız, işe doğru yerden başlamak adına ne de önemlidir oysa.
Duyguların pozitif yanını öne çıkarmanın kazancı ne olabilir? Bu güzel bir sorudur esasında. Bardağın dolu kısmını görebilmek ile eş değer bu durum, türlü çelişkiler içinde ve hatta çetrefilli zorluklar içinde dahi bize ışığın yönünü göstermesi bakımından son derece de hayati bir kıstastır. Bunu başarabilmek öyle kolay değil elbette. Bir anlamda “Polyannacılık” oyununa benzeyen ve belki de tam da o olan hissediş, hayatımızın bütün yönlerini ve zeminlerini de bambaşka ufuklara sürükleyebilecek bir şaheser. Bütün olanakların elde olduğu durumlarda da bir türlü yüzünde gülümse emareleri barındıramayan milyonları düşüdüğümüzde, meselenin sadece varlık ve yokluk ile açıklanamayacak kadar grift olduğu da ortadadır. Madem ki varlıklar ilgili tüm olasılıklar bizim lehimizedir, yle ise tüm insanlar varlık zemini üzerinden mutluluğu, esin olabilmenin yollarını, ebedi saadete açılan kapıları çoktan bulmuş olmalılardı. Ne yazık ki bu denklemin verileri işin matematiğini sınıfta bırakır ve hatta bir paradoks oluşturur görünümdedir. Varlıklarına karşın manevi alemlerinde darlıklardan kasıp kavrulan ne de çok insan var şu yeryüzünde.
Sanatın yükselişe geçtiği ve neredeyse tüm cihanı bir şekilde içine aldığı yıllarda, insanlar kendilerini ifade edebilecekleri, başkalarıyla iyi ilişkiler kurabilecekleri ve her şeyden önce de paylaşabilmenin vereceği o muhteşem hazları duyumsamak üzere ya aktif olarak bu oluşumun içinde yer aldılar ya da samimi destekçileri olarak bu yolda kalmaya gayret ettiler. Çünkü sanat denilen şeyin için de alabildiğine zengin duygular, empati, paylaşma ve güzellik, estetik adına çok şey bulabilmişlerdi. Bir arayış içimdeki beşeriyet, hangi tür teknolojinin içinde yer alırsa alsın, kendini daha dingin ve iyimserlik halinde hissedişin peşini asla bırakmayacaktır. Bu durum bir keyfiyet değildir aslında. İnsanın doğasında var olan ve onu sürekli şekilde sorunlardan kaçınarak huzuru bulabildiği zeminlere yönelişe sevk eden ruh hali pek haksız da değildir. Zaten sınırlı bir süre ile var olabileceği şu hayat ve onun ötesinde de kendisine ilahi kaynaklardan bahşedilen ebedi saat yolu varken, dünyalık sorunlarla cebelleşerek bu süreci heba etmeyi de kimseler istemez. Ne var ki, en haz veren şeylerin dahi bir külfeti vardır burada. Kısacası ne kadar zahmet var ise ortaya konan o denli rahmettir tecellisi olan, dersek abartı olmaz kanımca.
Bir an önce neticeye gidelim, sonuca ulaşalım derken, ne de çok şeyi kaçırırız hayat adına. İşin en acısı da şudur ki, hayatın verdiği rollerinin gereği geçim yükünü yüklenmiş milyonlarca insan, saadeti bulacakları şu aile ortamında ne de az şeyi paylaşır oldular. Ne için çıkılmıştı birer birer evden o iş sahalarının mükül zeminlerine. Ve nedendir bu yüksek endişeli halden bir türlü sıyrılamayış ve elden avuçtan kaçarken hayata dışardan bir pencereden bakarak kendini bir türlü düzeltememek. Bir de bakmışsınız ki evinize sesleri, mazarat hallaeri, açtıkları sorunlarda bile bir mutluluk bombası gibi haz katan sevimli yüzler büyüyüvermiş, elden avuçtan çıkar hale gelmişler. Haydı geri getirsenize o geçen yılları br daha. Belki de bir iki güzel söz söylemek istemiş ve sürekli şu ya da bu bahanelelrle ötelemiştiniz onları. Oysa şimdi, bunları söylemenin pişmanlıktan öte bir bakiyesi olamayacağını da biliriz hüzünle. Hayat yaşanılan şu an değil miydi? Bırakalım bazı şeyler de istenilen şekle, şemale gelmeyi versin. Ne çıkar ki bundan. O süreci tüm saniyeleriyle nefeslenmedikçe bizler, varoluşumuzun hazzına nasıl varabileceğiz. Diyorum ki ne olursak, hangi halde olursak olalım, anın gereği olan tedbirleri almakla birlikte o söylemleri de asla ıskalamayalım. Bir şeyler söylenecek, paylaşılacak ise, vaktinde yapılmalıdır bunlar. O halde anlam kazanır,lezzet katabilirler hayata.
Pişmanlıkların yaşanması, geçmişle ne de ilgilidir değil mi? Ve bu duygu kemirir durur bizi o sana değin. Niçin söz, eylem ve duruşları ve dahi olmazsa olmaz o tebessümleri eksiltiyoruz hayatımızdan. Buradan kimselere bir nema çıkmayacağını da bilerek üstelik. Hayat bir terchler silsilesi değil mi? Doru yerde ve zamanda en ideal ;söz, söylem, tonlama, gülümseme ne de çok şeyi değiştirebilir gün adına, gelecek adına. Bu isabetli duruş, pimanlıkları en aza indirgeyerek hakikatli de bir yön verir hayata. Burada bir paylaşım vardır çünkü. Paylaşmak illle de güzellik adına da değildir. O, her şeyi ile paylaşabilmek olursa gerçek anlamını bulur. Düşünsenize sizin sırtınızda kambur gibi durmakta olan şeyleri o en yakınlarınızla konuştuğunuzda sorunlar yumağı büsbütün ortadan kalkmasa da ruhen bir rahatlamanın ortaya çıkması ne de büyük bir kazanımdır.
Tedirginliklerle, onun vereceği azap ile ve başka yollar yokmuşçasına, inatla gün ışığına temas edebilmek mümkün müdür? Bunu başarabilenler varsa da yanlarında zaman içinde kimselerin kalmadığı da bir hakikattir sanırım. Biz, birlikte bir mayayla yol almayı başardığımızda, hayatın türlü detaylarında boğulmak yerine, onu daha büyük bir pencereden gördüğümüzde mutluluğun yollarını keşfedebileceğiz. Hayat bir arayış ise, eldekileri görmezden gelerek, onları küçük görerek ve sürekli o yukarılara bakışla bunu elde edebilmemiz mümün olmayacak. Kaf Dağı ardındaki masalsı bir hayatın izlerinde ilk adım, yine o duygu çemberinden geçmekte değil mi? Bu bir seçim ise, evimizin kaç metrekare olduğu, hangi sosyal çevrede konuşlandığından ziyade, birbirimizle olan ilgi, sevgi ve bundan doğacak muhabbetimizin ne alemde olduğu hususu her şeyin üzerinde bir gerçektir.
Akıntıya karşı kürek çekmenin bir faysı olmadığından hareketle, hayatı o doğal akışında tüketirken, ona neleri katabileceğimize odaklanmak en akıllıca yol gibi görünmektedir. Ücra bir yurt köşesinde hizmet için görece başlayan doktorun, burada geçen o üç beş yıllık zamanı bir an önce bitsin diye beklemekli oluşu, ömründen de o kadar yılı silmesiyle eş değerdir. Oraların insanına eğilmek, oraya bir renk katmak, esin alabileceği şeylerin keşfine çıkmak ve sadece yapabileceklerini yapmakla daha anlamlı ve daha onurlu bir üç beş yılı teneffüs etmek de mümkün pekala. Konuyu tam da bu noktada bazı takıntıların hayatı nasıl da zehirlediğine getirmek gerek sanırım. Bir şeyleri süreğen şekilde biteviye sorunlarmış bigi daima en tepede tutmak yanılgısı ve onları var olan şartlarda aşamama gerçeğine saplanıp durmak, hayatı törpülemekten öte bir anlam ifade etmez. Hayat kendi içinde standart zorlukları barındırır iken, bir de kendi ruh halimizin ve onun ürettiği takıntılarımızın eşliğinde, onu büsbütün çekilmez bir yük haline getirmemiz ne de anlamsız, kof bir seçimdir. Çölde dahi orman olmasa da kendi halinde o küçücük vahayı arayış, sürekli tırmanırken yükseklere inişlern keyfinin geleceği ana inanış bizi sımsıkı hayatla bağlayan daha takdire şayan olan değil midir? Demir parmaklıkların arasında gibi hissedeceğimize, zeminin verebileceği alternatiflere göre hareket ederek, bir değişimin, farklı bir duyuşun, duyumsayışın adımlarıyla harekete geçmek, ve zaman kırıntılarındaki o küçük adımları her defasında daha bir inançla atabilmek, yarınlar için büyük bir değişimin de anahtarı olmaz mı? Nerede duracağımıza, nereye ivmeleneceğimize, nelere tutunacağıma verilen karar, yarınlar için ya geceleri uzatacak veya gündüzleri getirecektir. Ve işin ilginç yanı şu ki, geceleri yaşamadan da gündüzün feyzinin ulaşılmak istenen değeri verememesidir.
Yıllarca görebilme yetisini kullanamamış birileri bilir görmedeki keyfiyetin hazzını. Benzer şekide işitmeyi yeni yeni başarabilenlere sormak gerekir ondaki lzzeti. Çıkarımız şudur ki, ne kadar da çok lezzetin içindeyiz her şeye karşın. İş,onları bizi daha esin verici hayata taşıyacak kıvama getirmek üzere harekete başlamaktan geçiyor.
Sönmekli bir ocağa su katıştırmak kabilinden bir duruş, bizle birlikte her birimizi de karanlıkta bırakmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Mesele hayatı közlerinden yeniden canlandırmak, ışığıyla, ısısıyla ondan istifade etmek duruşudur sanırım. Bir şeylerin bizim dışımızdaki şartlardan ötürü iyiden uzaklaşmasına seyirci kalmak yerine, insiyatif alarak gücümüzün, tecrübemizin, olanaklarımızın dahilinde onu iyiye doğru evirebilmek ne de güzel bir haslettir.
Yukarıdaki durumu bir sosyal mevzuu haline getirerek arkasında durmak denince, aklımıza ilk gelen uzakdoğu felsefesinin ilginç ve öykünülesi uygulamalarıdır. Yol üzerinde aracıyla seyehat eden bir sürücü kazaya sebebiyet verebilecek bir taşı, kayayı, ağacı, dalı akldırmadan orayı ter etmemektedir. Düştüğü anda başka başka kaderlerin kalemini hem de kötüye doğru evirecek bu durum, sadece bir elin, vicdanın, aklın ve etiğin değmesiyle yepyeni bir kadere dönüşebilmektedir. Halk deyimiyle sıklıkla da hep yanlış kullanılan “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” söylemi belli ki doğru anlaşılamamıştır. Sözü edilen yılan insan değildir çünkü. Bugün sizi, yarın bir başkasını olumsuzca etkileyecek her şeydir o. Hayatın içinde herbirimizin ortadan kaldırabileceği o kadar çok yılan varki, sormayın. Belki iki üç dakikalık bir özveri gerektiren bu asil duruş, yılanlarla güllerin yerini değiştirebiliyorsa, tedirginlikle, evhamlarla onların etrafından dolaşmak yerine, varlığımızın özünden gelen fıtratı işe koşarak ve o seçkin “biz” şuuruyla hayatın önünü açmak gereklidir sanırım.
“Lütfen buraya çöplerinizi atmayınız!” levhalarına karşın, yol üzerindeki bir mesire alanının adeta çöplüğe dönmesinde sizce kimlerin payı var. Orada bir masa üzerinde haz duyarak otururp, dinlenmek, hele ki yemek ve içmek mümkün müdür? Bunları kimlerin attığına takılacağımıza, bir çift eldiveni kuşanarak kendi yarıçapımızda küçük ve geriye dönüp baktığımızda da o büyük duruşumuzla, nasıl da renk katmış oluruz hayata oysa. Pinpirinklenerek, bo lafazanlık ederk, hattta veryansınlarla hiçbir şeyin değişmeyeceği de ortadadır. İnsan ;etki eden, değiştiren, değer katan oldukça insandır.
Bizdeki dinginlik, yüzdeki anlamlı ve motive edci silüet, başkaları için de ilham kaynağı olabilir. Zora, çekilmezliğe, aldırmazlığa, bananeciliğe mi yoksa ufak adımlarla da olsa ışığın doğabileceği yere mi yürümek? Biri bizi de diğerlerini de yukarıya ve ruhça, akılca, bedence esenliğe taşırken, diğeri de çaresizlik , tedirginlik içinde sürüklenmeye davet ediyor değil mi? Siz halen tedirginlik, çaresizlik, tükenmişlik içinde mi kalmayı seçeceksiniz? Gücümüz, kabiliyetimiz ve konjonktürümüz ne olursa olsun, hayata kendi penrelerimizden renk katabilmek daha anlamlı bir seçenek olmaz mı?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.