- 470 Okunma
- 2 Yorum
- 5 Beğeni
NELERİ TÜKETİYORUZ BÖYLE?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
"Ah! Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.(2)"
tanınmış mısralarında (Bestecileri:Yahya Kemal Beyatlı / Münir Nurettin Selçuk) ne de güzel karşılık bulur her anın kıymetli, paylaşmaya değer oluşu.
Verilenleri en hunharca harcayarak ödül almak gerekseydi, bu döngü tam da bu zamana denk gelirdi sanırım. Öyle ya, "Nerede o gençlik yılları" diyen de "Ne oldu da biz bu hale geldik" diyen de aynı şeyden dem vurmuyor mu? Anı tüm olabildikleri, sunduklarıyla nefeslenerek yaşamak varken, bir an önce onu bitirerek daha sonralarına hücum gibi kendini gösteren hırs nedir böyle? Yaklaşık kırk elli yıl öncesinin hayata duruşuyla şimdiki arasındaki oldukça abartılı bu durum nasıl anlatılabilir. O yıllardaki biz giderek erirken, bizi bizden eden ve giderek de kendimize de yar etmeyecek olan şu "ben" nereden çıktı?
Mazimizde onca geri ve belki de ilkel sayılabilir olanaklarla yüzü daha bir gülen insanlar vardı. Her karşılaşmak, birlikte olmak insanlara bir şeyler katar, paylaşma duygusunun ortaya koyduğu o yaşama gücü de veren motivasyonlar tavan yapardı. Bir meşin yuvarlağa sahip olabilmek ne kadar da büyük lükstü. Şimdi düzinelerce topu, bebeği, Legoları olan çocuklar var. Neden bizler gibi daha güler yüzlü, geleceğe daha güvenle bakamıyorlar? Daha vakti gelmemişken sırf iyi baba ve anneler olmak adına alınan teknolojik ütünler, zaman içinde ailenin tam da orta yerinde adeta bomba gibi patlamıyor mu? Bir telefonun dahi asgari şartlarda kullanıcı olabilmek için en azından on altılı yaşlarda olmak gerekir ve bazı durumlarda bu bile yeterli gelmeyebilir. Elbette bu tür enstürmanların nasıl kullanılacaklarına dair temel becerilerin şu yüzyılda her nesilde bulunması yadsınamaz bir gerekliliktir. Ne var ki, onun içindeki web (internet) ortamının son derece tehlikeli ve yoldan çıkarıcı, mayınlı zeminlerinden çocuklarımızı ve gençlerimizi koruyabilmek her durumda mümkün olamamaktadır. Nihayetinde ders başarıları, geleceğe dair öngörüleri zedelenmiş, bunun yanı sıra argo denen kültürsüzlük rüzgârı da eklenmiştir bu çirkin sofraya.
Gelecekte sırtımızı güvenle yaslanabileceğimiz bir nesli yetiştirmek şimdilerde hiç kolay değil. Onların hassasiyetleri çok fazla ve her şeyi maalesef hazır buldular onlar. Bu hazır buluş durumu, o enstürmanların ve onlar adına yapılan harcamaların, harcanan emeklerin yeterlice anlaşılamamasına ve takdir edilememesine yol açmıştır ne yazık. İşte bu nokta, metnin belki de en kalbi yeridir. Eldeki olanaklar ve bazı kazanımlar ne adına, hangi emek, alın teri ve kaçar saatlik özverilerin sonundadır. Nasıl bir kıymete haizdirler bu sunular? Bu soruların doğru yankılanmadığı zihinlerin olsa olsa tüketimden yana tavır koyacakları ve çokça şeyi de çarçabuk gözden çıkarabilecekleri su götürmez bir gerçektir.
Bütün en işlerini ağırlıklı olarak emektar annelerin yapa geldiği o yıllarda ne bulaşık makineleri ve ne de bugünkü hijyende ve hızda çamaşır yıkayacak makineler vardı. Baba olmak ne de kolaydı. Şimdi öylem mi?. Düğmelerden oluşan bir demet dunumu ve uzaktan kumandaları, alarmları ile her şey emrimizde iken, o babalar eşlerini yine de mutlu edemiyor gibiler. Dün kılını dahi kıpırdatmazlarken, daha sağlam bir otorite, daha saygın bir ebeveyn olabilenler, bugün alabildiğine teknoloji ile her şeyi hanımların emrine veren babalar niçin daha değersizler? Bu bir yadırgama değil aslında ve aynı zamanda baba yanından mevzua bakmak da değil. Aile içinde her şeyin kabiliyetler nispetinde elbette paylaşılması ve işlerin kolaylaştırılması gereği, onun özünde var olan gerekliliklerdendir. Ve fakat, sözü edilen durumun yanlış olduğunu söyleyebilmek de pek mümkün değil gibi.
Günümüzdeki ekonomik şartların giderek ağırlaşması ve annelerin de çalışma hayatına girmeleriyle birlikte, babalık müessesinin de pabucu dama atılmış görünüyor. Annelerin yokluğundan doğan ve ailedeki büyük bir konjonktür el boşluk da oluşturan durum, baların sırtına adeta vurulmuş durumda. Ne kadar empati kursalar, ve kadar da özverili olsalar, o eski baların farkında olmadan tükettikleri otoriter saygınlığa erişemeyecekler gibi görünüyor. Rollerin algılanması ve icrasında köklü değişikler, çocukların da babalara bakış açılarını bir hayli değiştirmişe benziyor.
Konuya bir de çocuklar açısından bakılınca, durum çok daha vahim. Onlar, sorumluluk hissiyatının bir hayli uzağında, adeta el bebek, gül bebek yetişmelerin normal olduğu saplantısındalar. Oysa, ilkokullu ve ortaokullu yıllardan sonra onlara gerçek rengini göstermeye başlayan hayat, durumun onların algılandığından daha farklı olduğunu koyuyor ortaya. Giderek daha siyah beyazlı renk alan şu hayat filmi, geleceklerine dair rol alabilecekleri ve kariyerlerinde de oldukça önem arz eden hamleleri için büyük zorluk ve emek dolu, ter, özveri dolu üniversite yıllarıyla bekliyor onları. Hayata daha bir mantık sürecinden bakmalı olan babaların yıllar öncesine dair sözleri ancak bu zaman dilimlerinde cari oluyor ne yazık.
Sanayileşmiş ve bu yolda büyük adımlarla ilerlemeli olan tüm toplumların şu ya da bu şekilde yaşadıkları ve aslında kaçamadıkları "yabancılaşma" kavramı, inanın insan için de insanlık için de en büyük tehdit olarak duruyor orta yerde. Zira, aile bağlarını istenmeyen şekilde ve giderek daha canice katleden bu duygu,mantalite zamanla topluma da yayılıyor bir kanser gibi. Aynı çatı altında onlarca şeyi paylaşabilme potansiyeli olmakla birlikte, yemekten hemen sonra her biri kendi hayal dünyasının insanları olan bireyler, aile dinamiklerinin gereği olan dayanışma ruhundan da adım adım uzaklaşıveriyorlar. İçlerinden birilerinin acıları her birinin acısı ve aynı şekilde birilerinin başarısı her birinin gururu olan günlerden sadece birinin acısı ve başarısı gibi görülen çok ruhsuz bir atmosfere evriliyor her şey. Ne kadar da trajedik bir vakıa bu. Birbirlerinin eksiklerini tamamlarken bile haz duyan aile fertlerinden, birbirlerinden bir haberdar olan ferlere doğru derince bir yabancılaşma.
A. Tofler`in ortay koyduğu şu "yabancılaşma" kavramı, doğudan batıya bu arzın içindeki tüm insanları tesiri altına almış durumda. Ben ve benden ötesi gibi çok marjinel bir mantığa dayanan yabancılaşma gerçeği, toplum olma, millet olma gibi ortaklaşa hasketlerin beslendiği aileleri gerçek anlamda içten ve dıştan kuşatmıştır sanki. Bu büyük sorunun ikili ilişkileri yeniden rektifiye ederek düzeltilmesi de oldukça hayati bir meseledir. Biz anlayışları ile hayatın onca problemiyle yüzleşebilen ve bu günlere gelebilen beşeriyet, şu zehir zemberek argümenleri içeren "ben" ile bu güne değinki tüm kazanımlarını yok edebilir. Bu durum, en vahim haliyle kişinin kendine de yabancılaşması noktasında zirve yapacak potansiyeldedir. Giderek artan ve eften püften nedenlerle mahkeme salonlarında biten ayrılıklar, boşanmalar, alacak verek mevzuları, kimselere danışmadan, istişare etmeden alınan kararların ortaya koyduğu yıkımlar ve intihat vakaları gibi toplum dinamiklerini kemiren her olumsuzluğun altında neredeyse o "yabancılaşma" kavramı vardır dersek, abartı olmaz.
Kalemlerin ve silgilerin erişimlerine uzak olunan ve onları oldukça kıymetli halde hissettiren dönemlerden, sıradaki kalemini yere düşürdüğünde sanki kendi kalemi değişmişçesine aldırş etmeyen, onu bir anda gözden çıkaran bir duruma evrildik ne yazık. Evdeki kalem kutularının sayılarını şöyle bir düşünsek, ne kadar da çok harcama yapılmıştır onlara. Oysa bizler yıllarca kullanır ve dahi kendi kalem kutularımız da yapar olurduk kiminde. Küçük detayların içnde boğulmak kabilinden bir hayatın yam da ortasındayız. Ekmek bulabilmek ve akşam yemeği için onca riski göze alarak çalışan emekçiler bir yanda, tabağına konulan yemeği beğenmeyen, yarısını çöpe sevkeden, aile bütçesinden ve onun özündeki nimet ve şükür kavramlarından fersah fersah uzak ve sadece kendi memnuniyetleri üzerine hayata bakan bir savruluşun, tükenişin içindeyiz.
Bir A4 kağıdının çok kıymetli olduğu dönemlerden, sadece bir çizik olduğu ve veya bir yanı dolu olduğu için çöpe atıldığı döneme acınası bir sürükleniş bu. Hatırlıyorum da var olanlardan neler ortaya konulabilir, düşünüsüyle okulun arşivindeki kağıtları elden geçirdiğimizde ne de çok A4 geçmişti ele. Abartısız söylemek gerekirse 13-15 top kadarlık bu kağıt rezervi en güzel şekilde de işe koşulmuş, çok sayıda öğrenci için test evrağı, deneme evrağı ve çeşitli köşelerde bir yanı boş olarak da göz doldurmuştu türlü panoda, köşede. Kısacası çöp olmak bir yana, değer oluvermişler, okulun başarısına ciddi anlamda da katkı sağlamışlardı. Neredeyse her bir kurumumuzda umursamaz tavırlarla yok edilen, heba edilen o kadar şey var ki, acınası durumdayız gerçekten. Porsiyon üstü alınan ve yarısı kadarı da çöpe boca edilen yemekler, ucundan, kenarından küçük bir parçası yenen ve kalanı da onca açlığın, sefaletin inadına çöpe giden mutfak ürünleri...
Maddi anlamdaki bu yozlaşma, manevi iklimde de bir o kadar hüküm sürmektedir. Medya ile arasında gereken seviyeyi kuramamış ve kendi kabuğuna çekilmiş binlerce genç, aileleriyle ortak bir amaç ortaya koyamamakta, var olan sorunlara da alabildiğine duyarsız kalmaktalar üstelik. Ailede başlayan bu yıkım adım adım her türden sosyal grubun içinde de yer edinmektedir giderek. Arada bir çıkan ve değer koktuğunu saydığımız o nükteli davranışlar, edepli sözler sanki Kaf Dağın mahsulü gibi servis edilmekteler.
Anne ve babaların yukarıdaki veya benzer nedenlerden ötürü serzenişlerini sanki duyuyor, hissediyor gibiyim. Çocuklarımız yarının gençleri ve sonrasında da ebeveynleri olacaklar oysa. Henüz kendileri, yakın çevreleri ve gelecekleri adına bir ön görüye sahip olamamış ve şu sorumluluk elbisesini henüz kuşanamamışken bu nasıl başarılacaktır? Biz veliler, her daim onların arkasında olabilecek miyiz? Bu asla mümkün olamayacak. Zira, madden emeklilik mecrasına doğru yol alan bizler için daha sert geçim koşulları hiç uzak da değildir aslında. Hal böyleyken, biz inancını yeniden inşa etmek adına çocuklarımızla daha fazla vakit geçirmek, onları pür dikkat dinlemek ve hayata dair olasılıkları tecrübelerimizi duyabilecekleri, anlayabilecekleri sihirli sözcüklerle anlatabilmek zorundayız. Ortalama bir anne-babanın günlük konuşmalarda çocuklarına ayırdığı süre dünya ortalamasında 13-15 dakika kadardır. Oysa bizde bu süre, olması gerekenin oldukça altında kalmıştır. Verilere göre çocuklarımıza bu coğrafyada ayırdığımız günlük zaman sadece beş saniyedir. Evet, bu kadarlık bir süre ile yukarıda dillendirilen hangi gerçeklikler, hangi özel duygular, empatiler hayat bulabilecektir, hangisi? Sanırım o beş saniye içinde de "Evet veya Hayır" gibi klişe şeyler söyleniyordur.
İnsanî ilişkilerdeki bu erozyon çevremiz için de farklı değil. Suyumuzu nasıl elde edildiğini bilmeden öyle kirlettik ki,herbirimizin evinde damacalar ve veya arıtma cihazları var artık. Ağaçları, onlardan beslenen kuşları, velhasılı yeşili, doğayı da tükettik. Kendimizi doğru yere konuşlandırmayı bir an önce başarmak ve doğayla, insanın özündeki yaratılış fıtratıyla yeniden yüzleşmeliyiz vakit geçmeden.
Teknolojinin karşısında olmamakla birlikte, onu hayatımızda bir limitin içinde tutabilmemiz gerektiğini söylemek de gerekir. Çünkü o, hayatın içinde ;kolaylaştırıcı, zamandan kazandırıcı, üretme ve tüketmede seçenekler sunandır sadece. Bir araç olarak işe koşabilmeyi başardığımız ve ailevi ilişkilere de gereken zamanı ayırmayı başardığımızda her şey yeniden daha iyiye ve güzele doğru bir yola girecektir şüphesiz. Teknolojinin emeklemekli olduğu yıllarda bir hayat vardı. Buradaki hayat, beşeri ilişkileri asla gölgede bırakmamış, birebir ilişkilere darbe vurmamıştı. Paylaşma hazzını yeniden şu hayatımızın öznesi kılabilmek, sorumluluklar ve onun ortaya koyabileceği başarabilme, bir işi göğüsleme duygusu ve motivasyonu bizi yeniden biz edebilir potansiyeldedir. Yeni ve eski arasındaki köprüleri görmezden gelmek ve hele ki yıkımına çanak tutmak ve hiç bir yapmadan öylece oturmak zamanı değildir. Yarınların nasıl şekle gireceğinin izleri, yönü, bugünlerden geçmektedir. Bu gerçeklik dün de öyleydi, bugün de değişmeyecek bir realitedir.
Mesleki doyumların da büyük zafiyete uğramasının, esenlik dolu bir yaşama giderek öykünüşlerle bakmanın ardında hep o "yabancılaşma" mevzuu var gibi görünmektedir. Bizler, ailedeki sorumluklarımızla, girişimlerimizle, mesleki duruşumuzla ve yarına dair sorumluluklarımızla mutluluğun peşindeyiz esasen. İnsanların makamları, maddi pozisyonları her ne olursa olsun, en nihayetinde aramaklı oldukları şey "mutluluktur" elbette. Saadete açılan kapıların yeniden ve daha büyük bir açıyla bizlere "Merhaba" diyebilmesi için kolları sıvamalıdır geç olmadan.
"Ana değemeyen uzak kalsın bizden
Kâr vermeyecektir paylaşımsız bir hayatlar
Nerede ve ne olduğunun yok ki bir önemi
Sen yeter ki sev, bölüş ne varsa hem de âleni
Ne varsa yap elden gelen, yeter ki vefaya değsin."
Nasıl bir yarın umut ediyorsak, çabalarımız, özverimiz de o yönde yoğunlaşmalıdır. Zira, hayat halen devam ediyor. Gecenin hakimiyetinden sıyrılarak, üzerimizdeki ölü toprağından bir an önce kurtulmalı, şu andan itibaren; tene dokunan, samimiyeti en naif şekilde karşıdakinin ruhuna tevci eden bir duruşla hayatın ateşini yeniden yakmalıyız. Çocuklarımızın elden avuçtan yitmeden önce yaşanması gerekenleri ötelemek niyedir. Bırakalım bazı hususlardaki maddi hezeyanları, her geçen gün yuvadan uçmaya bir adım daha yaklaşırlarken onlar, anın değerini, hazzını birlikte teneffüs edelim, derim. Yarının pişmanlıklarıyla gerilere bakıp boyun büküleceğine, onun içini elden gelen her şekilde en güzelleriyle doldurabilmiş olmanın keyfini sürebilmek daha anlamlı ve onurlu değil midir? Pişmanlıkların kimseye bir kârı olmadı, olmayacak da. Ben, hayatın her anında seçenekleri sağladığı bu düzlemde zahmet verse de o onurlu duruşlar, tebessümler için ter akıtmayı, yorulmayı, birlikte nefeslenmeyi göze alıyorum. Ya siz?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Oğuzhan KÜLTE
Bir sefadır ömür diyenlerde doğru demiş en güzel örtüşen ise yaşamından mutluluk duyanları ömürleridir bazen denklik gibidir ya denk gelir ya gelmez hocam kutluyorum