- 322 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜMCÜL GÜNAHLAR
UPERBİA (KİBİR)
Geniş gepgeniş bir pencere istemişti oldu…İçinde kendisini bir kral bir efendi gibi hissedeceği, hizmetlilerin pervane olup elini ayağını öptükleri bir ofis istemişti oldu…Sur duvarlarıyla çevrili, antikalarla dolu, altın varaklı bir banyosu olan muhteşem bir villa istemişti hem de boğazda…Oldu…Sosyetede doğmuş büyümüş güzel, çekici, yanına yakışır bir eş istemişti oldu…Ve genç güzel bir manken metres istemişti eh o da oldu…
Suyun bile olmadığı bir köyde doğup büyüyen baldırı çıplak Ahmet’in bu hayatta istediği, düşlediği her şey tek tek oldu, olduruldu, mümkün kılındı ya da zorla koparıldı. Aksi zaten düşünülemezdi zira Ahmet özel niteliklerle doğmuş, zekası tavan yapmış, becerikliliği nam salmış bir iş adamı, hayır imparatordu. Şimdi bir telefon etse üç beş ihaleyi kapar, paracıklarının üstüne yeni katmanlar eklerdi, ya da parmağını şıklatsa falan manken veya oyuncu pır diye uçup kucağına düşerdi. Racon dedikleri her ne varsa çok erken yaşta öğrenmişti, kime ne vereceğini ne alacağını iyi bilirdi. Hangi vakfa ne kadar bağış yapılır, hangi tarikata ev bağışlanır, hangi siyasetçinin gönlü hoş edilir ondan başka kim bilebilirdi ki?...Ahmet bu dünyaya külahını ters giydirmeye gelmişti, lamı cimi yoktu bu işin.
Ama yine de mutsuz ve doyumsuzdu. Zaman zaman karısını basit, çocuklarını aptal, evini zevksiz, metresini sıkıcı buluyordu işte…Pencereleri yerlere kadar inen ultra modern ofisinde ise adeta hücreye tıkılmış gibi mutsuz olabiliyordu nedense…Keşke bu kadar zeki olmasaydım hayat daha kolay olurdu dediği günler giderek daha fazlalaşmaya başlamıştı. Bazen işte üç beş kuruş verip boşandığı ilk karısını, ya da bolca mal ve para ile kurtulduğu ikinci karısını da özlediği oluyordu ki bu çok tuhaf bir durumdu. Daha da tuhafı İtalya’dan getirttiği şu bilmem ne tasarımı sandalyeyi ofisinin özel kristal camlı penceresine çarpıp kırmak ve bir kuş gibi uçup gitmek istiyordu, en çok bundan korkuyordu…
AVARİTİA (AÇGÖZLÜLÜK)
Gençlik ve güzellik kalıcı olmadığına göre, hükmünü sürmek için elinden geleni ardına koymamak hakkı değil miydi?...1.78 boyunda bembeyaz tenli, sarışın mavi gözlü Boşnak güzeli Diana için zaman bu zaman, fırsat bu fırsattı.
İşadamı Ahmet Bey ile bilmem ne vakfı yararına düzenlenen bir davette tanışmış ve gördüğü anda kancayı takıvermişti. Zaten manken ajansının sahibi de bu işe onay vermiş, zengin iş adamı metresi olarak daha popüler olacağını düşünmüştü ki öyle de olmuştu nitekim… Daha çok magazin programlarına çıkmış, defile teklifi almış hatta sunuculuğa başlamıştı. Bunlara ilaveten sevgilisinin hediyeleri de ayrı bir kazanç kapısıydı. Her gece eğer yalnızsa ve evindeyse jakuzisinde güzelce keyif yapar, Fransa’dan aldığı ipek geceliğini giyip bütün mücevherlerini yatağının üzerine döküp zevkle izlerdi onları. Pırlanta takımı favorisiydi ama, gözlerinin renginde safir kolyesi, doğum günü hediyesi zümrüt yüzüğü, altın kol saati ve daha bir çok güzel oyuncağı vardı. Daha yenilerde Ahmet ona spor bir araba almıştı ve şimdi de canı motor sürmek istiyordu…Ya da bu yaz Maldivlere gitmek, orada poz poz bikinili resimler çektirip instagramda ki kayıtlı hayranlarıyla paylaşmak gencim güzelim kim tutar beni mesajları yazmak istiyordu.
Diana her şeye rağmen hayatında kocaman bir eksiklik olduğuna inanıyordu, sanki gözden kaçırdığı ve sahip olması gereken bir şeyler vardı ve o bunu göremiyordu. Tüm dünyayı yalayıp yutsa da dinmeyecek bir açlık duygusu yüzünden gerçekten çok agresifleştiği zamanlar olabiliyordu…Belki de Ahmet onun için yeterli bir sevgili değildi, tamam karlı bir kazanç kapısıydı ama bu gençliği bu güzelliğiyle çok daha ötede bir şeyler istediği kesindi. O da sırf gönlünü eğlemek için yaşıtı bir sevgili buldu kendine…Sorun çıkarmayacak verdiği ilgi ve parayla yetinecek bir üniversite öğrencisi…
LUXURIA (ŞEHVET DÜŞKÜNLÜĞÜ)
Sosyete dışarı kapalı, kendine göre kuralları olan bir klan gibidir. Doğumundan itibaren yapman gerekenler bellidir ve ancak bu yoldan gidersen klanda kalabilirsin. Bir kere her şeyden önce zengin bir ailede doğacak, yurtdışında eğitim görecek, boğazda bir yalıda veyahut belirlenmiş yerlerdeki süper lux villalarda yaşayacaksın. Bunlar genel çerçevede olması gerekenler ama asıl bir de yapılması gerekenler var ki çok daha önemli…Her zengin sosyeteye dahil olacak diye bir şey yok mesela, imparator dahi olsan bu klan seni içine kabul etmezse etmez.
Her şeyden önce yılın belirli zamanlarında olman gereken yerleri çok iyi bileceksin; Bodrum, Çeşme, Miami, İbiza, Maldivler,Milano, Cannes, Paris vb…Ve tabii nereden alışveriş yapıp hangi modacıdan giyineceğini de çok iyi tespit etmen gerek yoksa istersen altın varak elbise giy kimse seni umursamaz. Davetlerin çoğuna katılmalı, zengin kocanla veya playboy sevgilinle boy göstermeli, iyi bağışlar yapmalısın…Asla asla yaşlı, yorgun , üzgün görünmek yok…Gerekiyorsa botox, gerekiyorsa estetik ne yaparsan yap ama her zaman fit görün…Bütün gün evde ağlayıp dövünsen de gece davette sanki tüm hayatın boyunca spor yapmış, vejeteryan beslenmiş, metabolizması hızlı çalıştığından bir gram yağlanmamış gibi görünmen popülerliğini artıracak unsurlardır ve Meral bütün bunları layıkıyla yapan gerçek bir sosyete ikonudur. 40 lı yaşlarını sürse de yüzünde tek bir ince çizgi bile barındırmayan kime nasıl davranıp, kime ne şekilde göz süzeceğinin adeta doktorasını yapmış bulunan bu tecrübeli klan üyesinin zaafları olabileceğini kim düşünür ki ?...
Hadi insaflı olalım da zaaf demeyelim, kadınca istekler, tutkular, özlemler …Roma imparatoriçesi Messalina gibi her gece bir başka yatakta zevki keşfetme dürtüsünün yarattığı o tuhaf gerginliği saatlerce pilates yapsa da gideremiyordu. Spor antrenörüyle bir gecelik zevk, dans hocasıyla çıplak tango, masörüyle gevşeme seansları ardı ardına gelip giden yasak sevgililer, sevgiler yetmese de bir parça yatıştırıyordu içinde yanıp duran ateşi…Camiada duyulacak şeklinde bir tedirginliği olsa da işin aslı bu onu durdurmaya yetmiyordu. Hatta bir gece çırılçıplak soyunup bahçedeki şezlongta içkisini yudumlamış ve birilerinin onu görüp izlemesini ummuştu. Kimseyi umursamıyor, kimseyi sevmiyordu aslında kocası Ahmet’te metresi Diana’da umurunda değildi. Onca para pul, zevk sefa içinde istediği tek şey bedeninde ki tutku alevini dindirecek yeni oyuncaklar bulmaktı…
INVIDIA (KISKANÇLIK)
Geldiği yerde ki gençler ilerde doktor, mühendis ya da ticaret yapıp zengin olmayı hayal ederler ama ressam olmak akıllarına bile gelmez. Anne babalar da ressam olacak oğullarıyla övünüp gururlanmazlar…O halde neden ısrarla Akademide okumak istemişti ki…Lisede okurken resim öğretmeni keşfetmişti güzel çizimler yaptığını ve o zamana kadar kendini vasat, sıradan gören Semih birden önemsendiğini hissetmeye başlamıştı. Bir kızı etkilemek istediğinde hemen portresini çiziyor ve yüzün çok orantılı gibi bir iki sanatsal övgüyle bunu süslüyordu. Haliyle resim okumak onun için eğilimden çok bir zorunluluk haline gelmişti. Anne babasının eh madem o zaman öğretmen olursun avuntularına rağmen onun istediği marjinal bir hayat süren, sınıf atlamış bir ressam olmaktı. Parası olmasa da havası olan bu meslek sayesinde popülerliği yakalayabileceğini umuyordu.
Okuduğu yıllar ona olağanüstü bir yeteneği olmadığını gösterse de o farklı olabilmek adına resimlerine değişik fırça darbeleri falan ekliyor, imzasını afilli bir S harfiyle bütünlüyor ve hocalarının peşinde dolanıp duruyordu. Belki sırf havasına ünlü manken Diana ile çıkmaya başlamıştı ki işin aslı kıza bir şey hissettiği falan da yoktu. Bir barda tanışmışlar bir iki gece beraber olduktan sonra ara ara buluşmuşlardı. Metreslikten bunalan Diana ile marjinalliğe terfi etmek için parçalanan Semih mükemmel olmasa da bu yanıyla su götürür bir ilişkinin içinde yuvarlanmaya başlamışlardı.
Diana’nın kendi koynundan çıkıp zengin sevgilisinin yatağına koşmasını umursadığını söylese yalan olurdu, ayıp olmasın diye biraz surat asar gibi yapıyor ama sonra hemen eski gevşek haline dönüveriyordu. Çünkü aslında tüm düşüncesi Akademide ki hocası ünlü ressam Cihangir Beydi…Onun o atkuyruğu yaptığı saçları, kül rengi soğuk bakan gözleri, salaş ama tarz giysileri, hele de fırçayı eline alışında ki zarafete hasta oluyordu Semih…Onun imzasında gördüğü kocaman C harfinin aynısını S olarak taklit etmiş, çoğu zaman onun gibi ilgisiz soğuk bir hava oluşturmaya çalışmıştı halinde tavrında…Ne kadar çabalarsa çabalasın Cihangir’in soluk bir kopyası olmaktan öteye gidemeyeceği ortadaydı, zira ne fiziksel görüntüsü, ne görgü ve bilgisi ne de resim yeteneği onunla yarışamazdı…Semih sıradan yeteneği ile resim öğretmeni olmaya aday bir taşra delikanlısı, Cihangir ise sergi üzerine sergi açan, ünü sınırları aşmış sıradışı bir ressam…
Kafasında sık sık onun bir kazada aniden öldüğü, ya da elleri koptuğu için fırça tutamadığı şeklinde hayaller kurup mutlu oluyordu. Cihangir yok olsa, zehirlense, boynu falan kırılsa Semih’in yıldızı parlayabilir miydi acaba ?...Bunu bilmiyordu, bildiği tek şey ondan nefret ediyor, ona aşık oluyor ve sonsuzluk gibi ruhunu saran kıskançlığın tutsağı olmuş çırpınıyordu. Cihangir onun olamadığı ama olmak için uğruna hayatını verebileceği her şeyin kişileşmiş haliydi…Cihangir tek engeliydi, tek düşmanı ve tek aşkıydı.
GULA (OBURLUK)
Neden güzel kadınların çirkin ve aptal kızları olur acaba ?...Yatak odasındaki görkemli aynanın önünde oturmuş yeni botoxunu inceleyen Meral’in aklına aniden 90 kiloluk bir çuvala benzeyen kızı Lara geldi. Bütün gününü TV karşısında ıvır zıvır yiyerek geçiren ve parmağını bile oynatmaya üşenen kızını her düşündüğünde boğulacak gibi hissediyordu kendini…Oysa her şeye sahipti, yaşıtı diğer sosyete kızları gibi süslenip püslenip, o bar senin bu bar senin gezip, iş adamlarının fırlama oğullarıyla flört edebilir ya da yurtdışında okuyacağı üniversiteyi araştırabilirdi. Yararlı yararsız ne yapsa makbulüydü, yeter ki o kocaman poposunu kanepeden kaldırsın, cips tabağını elinden bıraksın…
Lara’ya sorsak şikayeti olmadığını, hayatından memnun olduğunu söylerdi şüphesiz. O kadar her şeye sahipti ki hiçbir şey önem taşımıyordu onun için…Parmağını uzatsa elde edebileceğini bildiği konularda neden enerji harcasın ki ?...Daha ana rahmine düştüğünde kaderini zengin sosyete kızı olarak belirlemişlerdi, bunun nesi özeldi…
IRA (ÖFKE)
Nefret ve aşk birbirine çok benzeyen iki güçlü duygudur…İkisi de yakıcı, saldırgan ve tutkuludur. Benim tezim delice öfkelenebilen insanların delice aşık olabildikleri yönündedir her zaman…Bir duyguyu en yoğun biçimiyle yaşayabilen kişinin her duyguyu bu şekilde hissedebileceğine neredeyse eminim. Tıpkı Cihangir ve Sedat gibi…
Falanca gazetenin sanat köşesini yazan, gazeteci ve eleştirmen Sedat ile sergilerinin birinde tanışmıştı. Cihangir’in entelektüel birikimi Sedat’ın alaycı bilmişliğinin ışığında solup gitmiş, Cihangir’i içinde hiç bilmediği tepkisel duyguların karmaşasına sürüklemişti. Hele ki hafta sonu gazeteyi açıp sergi yazısını okuyunca öfkeden burnundan solur hale gelmişti. Popüler, marjinalite özentisi, yetenek yoksunu ressamın sosyetik sergisi…Sergiye gönüllü yardım eden öğrencilerini ise köleler diye tanımlamıştı. Her şeyi sineye çekip, Sedat’ı parçalayıp bölmek isteğini bastırıp işine bakması daha mantıklı olacaktı şüphesiz. Gazeteciler böyleydi, kendi şöyle…Bunu düşünüp bir süre sakinlediyse de okul sergisinde tekrar karşılaşmaları fenanın da fenası oldu. Sedat her şeyiyle kendisini taklit eden öğrencisi Semih’in bir tablosunun önünde durmuş ve Cihangir’e hiç utanmadan öğrencin senden daha başarılı diyebilmişti. Onu yaka paça yere yatırıp bir güzel tekmelemek isteğiyle dolup taşan Cihangir koşa koşa lavaboya gitmiş ve defalarca yüzüne su çarpmıştı.
-Sorun resimlerin değil
-Öyle mi o zaman sürekli neden bana saldırıyorsun Sedat ?
Sonunda konuşmaya karar veren Cihangir’in davetiyle İstiklal’de yeni açılan sanat cafede buluşmuşlardı.
-Ahmet …’yi tanırmısın ?
-Elbette resimlerimi çok beğenir ve her sergimde mutlaka birini alır.
-Sanattan zerrece anlamayan o zengin budalanın seçtiği resimlere iyi demem mümkün değil.
-Ama bu çok saçma sen adamı tanımıyorsun ki zevkini bilesin.
-Gayet iyi tanırım kendisi ağabeyim olur.
-Anlayamıyorum
-18 yaşına geldiğimde beni evinden ve baba evimden kovup, ölmeyecek kadar para ile yapayalnız bırakan sevgili zengin ağabeyim.
-Seni neden kovdu ?
-Aşık olmuştum. Sedat kahvesinden bir yudum alıp bir an sessizce uzaklara bakakaldı.
-Bunda ne var ki ?
-Sınıf arkadaşıma aşık oldum…Murat yani sınıf arkadaşım…
İşte aşkları o gün o cafede başladı demek doğru olur, dedim ya nefretin bir adım ötesi aşktır…Peki ya aşktan sonra ne gelir ?...
ACEDIA (TEMBELLİK)
Sedat ile birlikteliğinde daha da üretken hale gelen Cihangir’in Atalet adını verdiği tablosuyla basında boy göstermeye başladığı sıralarda Semih’te Diana’dan ayrılmış boş boş dolanıyordu. Diana’dan ayrılmak fazla etkilememişti onu sadece artık resim yaparak ünlü ve zengin olamayacağını anlamaya başlıyordu. Yetenekli ya da yaratıcı değildi, çabuk sıkılıyordu ve Cihangir gibilerle aşık atamayacağını biliyordu. Marjinal Ressam havasına girmek Marjinal Ressam olmaktan çok daha kolaydı o da öyle yaptı.
Semih’in ne zaman ya da nerede Meral ile tanıştığını, ya da ilişkilerinin nasıl başladığını anlatmanın gereksiz bir vakit kaybı olduğuna inanıyorum. Sonuçta seks dışında bir şey istemeyen Meral ile çabasız bir rahatlık peşinde olan Semih gayet uygun bir ikiliydi. Böylece Semih Meral’in verdiği paralarla tuttuğu lüks evinde yan gelip yatıp asla başlayamadığı resimlerinin öykülerini anlatarak ve bol bol sevişerek yaşamaya başladı. Bu sayede Avrupa’yı gezdi, güzel giyinmeyi, yerinde konuşmayı, kinayeyi ya da iltifatı öğrendi…Zengin kadınları nasıl etkileyeceğini, güzel manken kızlarla nasıl kaçamak yapılacağını da öğrendi ama…
Resim yapmayı asla öğrenemedi…