Kusursuz Aşk - Bölüm 22
Bölüm 22
Bunu daha önce de söylemiş olabilirim. Ancak hoşuma giden sözlerden.
Hiçbir şey ışık hızını geçemez, dedikodu hariç!
Köyde de öyle olmuştu. Bir köpek havlaması, birkaç söylenti, geceleyin köyde patlak veren olayı bir düğmeye basmışçasına herkes arasında yaymaya yetmişti.
Tabi bu olay muhtar Vural’ında kulağına gitmiş ve muhtar epeyce hiddetlenmişti.
Ne kadar tecrübeli de olsa kendini tutamamış, Saffet’in babası Sadık ağanın evinin kapısına giderek olay çıkarmıştı.
Saffet ise pencereden kendisine keskin bir bakış atmış. Seninle sonra hesaplaşacağız ihtiyar diye mırıldanmıştı.
Ela iyice rahatsız ve tedirgin olmaya başlamıştı köyde. Köy küçüldükçe küçülüyor, kendisini hapseden bir kuş kafesi gibi göğsünü daraltıyordu. Ancak annesini bırakıp gitmesi, bıraksa da nereye gideceğini bilmememin çaresizliğiyle kaderinin kendine yazdığı role tutunmaya çalışıyordu.
Diğer taraftan Acun kırdığı kalbi telafi için Müge’ye muhteşem mücevherlerle süslü pahalı olduğu her halinden belli olan bir kolye alarak kendisinden özür dilemişti. Müge kinci veya nazlanan biri olmadığından Acun’u fazla uğraştırmadan hediyeyi kabul etmiş, suratındaki o cezbedici gülümsemeyle Acun’un yanağına bir öpücük kondurmuştu.
- Harika bir kolye, dedi Müge.
Gerçi gerdanlık demek daha doğru olurdu bu sanat eserine.
- Rica ederim güzelim. Sana az bile. Akşam yemeğini dışarıda yiyelim mi?
- Olur, deyiverdi Müge gülümseyerek.
Roma da ve Roma’nın azılı suçlularını barındıran hapishane de ise öğle yemeği vakti gelmişti. Sophia, gizemli adam ile görüşebilmek umuduyla çamaşırhaneye doğru yürüyordu. Etrafında kendisine yönelen bakışlardan hem korkuyor hem de endişeleniyordu. Kimin ne olduğu belli değil burada diye düşündü. Her köşe başı ölüm tehlikesiyle dolu olabilir, her an başına talihsiz bir kaza gelebilirdi. Suikastın başarısız olması tüm hapishane de manşetten duyurulan bir haber olmuştu ve başarısız cellatlar her nasılsa tuvalette ölü bulunmuştu. Sophia’nın henüz bundan haberi yoktu çünkü kimseyle konuşmaya cesaret edemiyor, olabildiğince kalabalıklardan uzak durmaya çalışıyordu. Eğer olayı duysaydı, endişesi daha da artacaktı. Karışık duygular içerisinde çamaşırhaneye varmıştı.
İşte orada diye mırıldandı. Kendisini ölümden kurtaran adam.
El işaretiyle kendisini takip etmesini belirtti adam. Sophia ile kuytu bir köşede, dışarıdan içeriye hafifçe gün ışığı alan küçük bir pencerenin altında buluştular.
- Kimsiniz? Sophia hem ürkek hem de güvenmek istercesine bir tonda.
- Adım, Rafael Mendoza. İspanyol ve İtalyan istihbarat teşkilatlarının ortak operasyonunda yer alan bir görevliyim.
Öylesine bir anda deyivermişti lafı dolandırmadan.
- Afedersiniz!? Anlayamadım. Neler oluyor hiç anlamıyorum… gözlerine birkaç damla yaş birikmeye başlamıştı Sophia’nın.
- Sophia, dedi Rafael, otoriter bir tonda. Beni iyice dinlemelisin. Fazla vaktimiz yok. Öncelikli görevim senin hayatta kalmanı sağlamak. Daha uygun bir ortamda seninle detaylıca paylaşacağım bilgiler olacak ancak şu anda kimseye güvenmemeni ve seni buradan güvenliğini sağlayabileceğimiz bir başka hapishaneye nakledene kadar çok dikkatli olmanı istiyorum.
- Tüm bunlar, bütün bunlar… ben anlamıyorum… neden!?
- Şu anda söyleyebileceğim tek şey, tüm bunlar, burada olmana sebep olan olayla ilgili. Ve biz çok yaklaştık Sophia. Ve sana ihtiyacımız var.
Sophia bir şey diyemeden uzaktan ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı bile. Ve demir parmaklıklara çarptıkça çınlayan metal bir nesnenin sesi.
Şu taraftan git, hemen hücrene dön. Seninle tekrar görüşeceğiz. Endişeyle konuşmuştu Rafael.
Dudaklarında büzülmüştü kelimeler Sophia’nın. Düşüncelerindeki duyguları sözlere dökecek vakti bulamamıştı. Hemen uzaklaştı bulunduğu yerden, hücresine doğru. Çınlayan metalin sesi gittikçe yaklaşıyordu. Ve Rafael birazdan neler olabileceğini az çok tahmin edebiliyordu.
Akşamın gölgesi olağan ziyaretlerinden birisindeydi Istanbul şehrinin üzerinde. Mehmet ise kararsızlığından kararlı tarafa geçmişti düşüncelerinde. Bu akşam kaçıyordu bu saçma hapislikten. Bakalım kader ile oynanan bu oyunda Mehmet bu kez istediğini alabilecek miydi?
Tüm planları hazırdı. Nasıl bulduğunu benimde bilmediğim bir cep telefonundan, bilgisayar dehasını konuşturarak arkadaşı Yavuz’a ulaşmış ve tekrar İtalya’ya yani Roma’ya gidebilmek için bu gece limandan ayrılan gemiye atacaktı kendini.
Zaten bu akıl hastanesinin demir parmaklıklı duvarlarını aşmakta çok zor olmayacaktı kendisi için.
Ve vakit gelmişti. Odada ki diğer yatakta yatan hastaya, yani Veysel’e son bir kez baktı. Allah kurtarsın adamım diyerek sessizce odanın kapısından dışarıya doğru süzüldü. Ustaca koridorlardan, köşe başlarından, bahçeden ve demir parmaklıklı duvarın en zayıf noktasından kendisini hastanenin dışına, Mehmet’e göre ise kendisini özgürlüğün kucağına atmayı başarmıştı.
İşte bu kadar diye mırıldandı. Karanlık caddenin soğuk havasında elleri ceplerinde küçük adımlarla ancak hızlıca limana doğru yürümeye başlamıştı. Gecenin bir yarısıydı. Bir saat oldu sanırım diye düşündü, hastaneden buralara kadar yürümek. İşte orada, limanın da ışıkları görünmüştü. Pek fazla uzakta değil. Yarım saatlik bir yürüyüş mesafesinde. Fakat Mehmet sabırsızlanıyordu. Bir an önce limana varmak arzusundaydı ve bu sebeple ara sokaklardan, kestirmelerden yürümeye karar vermişti. Belki de kaderi O’na bu ilhamı vermişti. Çünkü o ara sokaklarda kaderi kendisine Mehmet’in hiçte hoşlanmayacağı bir oyun hazırlamaktaydı.
Ara sokakların dik merdivenlerinden hızlı adımlarla süzülen Mehmet ani ve keskin bir ses ile olduğu yerde kalakalmıştı. Kalakalmıştı, çünkü karanlıklar içerisinden bir ses kendisine Dur! diye haykırmıştı. Arkasını döndüğünde ne görsün. Bir polis memuru kendisine doğru süzülmekte. Ne yapacağını bilemedi önce ve sonrasında hastaneden kendisi için bir kaçma ihbarı mı oldu diye düşündü. Aslında yanlış bir düşünceydi, ancak heyecan ile endişe arasında kader Mehmet’e o yanlışı yaptırmıştı. Kaçma teşebbüsü… Mehmet polisten kaçarken etrafta başka polis ekiplerinin de olduğunu fark ettiğinde çoktan kendisine kelepçe takılmış, karakola doğru yolculuk halinde buldu kendini.
Bin köpek balığı diye hayıflandı Mehmet.
Sus ulan diye karşılık verdi Polis memuru.
Ben bir şey yapmadım memur bey dedi Mehmet.
Ulan neden kaçıyordun o halde. Gece gece maraton yaptık lan senin yüzünden.
Arada tokadı da yemişti suratına Mehmet. Olan olmuştu ve yapacak bir şey yoktu bu safhada.
Kader izin vermedi mi basit sebepler büyük engeller çıkartabilirdi insanın karşısına. Mehmet o gece ara sokakların karanlığında yol alırken, talihsiz bir şekilde o bölge de polisler, araçla kovaladıkları şüpheli şahısların aynı bölgeye dağıldıklarını tespit etmiş ve böylece Mehmet bir yakalamacanın ortasında ebelenmişti.
Neyse ki gün doğumuna kadar süren bir nezaret misafirliğinden sonra kendisinin şüpheli şahıslar ile ilgisi olmadığı ancak hastaneden firar eden bir kaçak olduğu öğrenilince kendisini işte orada, tam da Veysel’in yatağının karşısında kendisine hayıflanır halde bulmuştu. Başaramamıştı. Nasıl olurdu.
Eğer ben bu kadar basit bir durumdan kurtulamazsam, İtalya’lara gidip korunaklı bir hapishaneden Sophia’yı nasıl kurtaracağım diye söylenerek, bir nevi kendisine olan güvenini kaybetmişti. Fakat Mehmet de öğrenecekti… Çünkü, Kader di bu ve Kader kolayları zor, zorları ise kolay eyleyebilirdi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.