Kusursuz Aşk - Bölüm 20
Bölüm 20
Mehmet akıl hastanesinin demir parmaklıklı duvarlarını nasıl aşıp Sophia’sına nasıl kavuşacağının planlarını yapadursun, diğer taraftan Roma’nın en azılı suçlularını barındıran hapishanenin karanlık koridorlarında Sophia hakkında tehlikeli planlar yapan gölgeler arasında şiddetli pazarlıklar yapılmaktaydı. Hedefin ne kadar değerli olduğunu anlayan azılı çete, kan kokusu almış piranalar misali hedeflerini yok ettiklerinde kazanacakları paraların hayalini şimdiden kurmaya başlamışlardı bile.
Sophia ise bu tehlikeli sularda savunmasızca yüzerken, alışamadığı bu dünyanın sınırlarında sığınacak bir liman aramaktaydı.
Mehmet’in tüm bu olanlardan nasıl haberi olsundu; Eğer öyle olsaydı kendi canını feda eder, yine de Sophia’sını kurtarırdı. Ancak bilgilerine kısmen ulaştıkları şirketin onlara böylesi bir şans veya seçenek vermeye de hiç niyeti yoktu. Onlar kararlarını çoktan vermişler, tehlikeli sınıfına dahil eyledikleri bu iki kişinin kalemini çoktan kırmışlardı.
Güneş ufka yaklaşıyor, karanlık bir kez daha örtüsünü dünyanın bu tarafına serpiyor ve kimi evlerde mutlu aileler dinlenmeye çekilirken, kimi yerlerde ise kötülük keskin dişlerini bir kez daha gıcırdatıyordu.
O dişlerden bazıları da Roma’nın bu azılılar hapishanesinde gıcırdıyordu. Sophia akşam yemeğinin sonrası tek kişilik hücresine çekilmiş, ışıklar söndürülmüş, kasvetli bir gecenin daha sabaha ermesi ümidiyle Mehmet’ini düşündüğü o olağan hayalleriyle baş başa kalmıştı.
Sü uyur, düşman uyumaz derler ya. Sophia’nın düşmanları da öyleydi. Binlerce yıldır insanların isimleri değişmiş ancak aynı huylar başka bedenlerde hep yaşamaya devam etmişti.
Kötülüğün bu versiyonunda iki azılı kadın suçlu, yavaş ancak öfkeli adımlarla Sophia’nın hücresine doğru gölgeleriyle birlikte yürümekteydiler. Sophia ise içinde anlam veremediği bir keder ile bir türlü uykuya dalamamıştı. Belki de kader henüz Onu yanına almayı uygun görmemiş, belki de yaşama dair kendisine bir şans daha verecekti. Tamamen bilgisayar denetimli olan hapishanenin kameraları sanki bu iki azılı suçluya kör kalmış gibiydi. Onlar yavaş adımlarını hızlandırırken Sophia’nın hücresi daha da yakın oluyordu.
İki gölge, hücrenin önünde belirdiklerinde önce bir anlam veremedi Sophia, ancak hemen sonra mahkumlardan birinin elinde hafifçe hücreye sızan ışın altında parlayan metal uzantıyı görünce bir şeylerin ters gittiğini anlamakta gecikmedi.
Korkuyla karışık nefret hisleri ve içgüdüsel hayatta kalma duygusu çatışma halindeydi. Öylece birbirlerine bakıyorlardı. Bir tarafta kurban, bir tarafta ise cellatları. Bir an için mücadele edecek cesareti ve gücü bulamamış hissetti kendinde… sonra ise Mehmet’i düşündü. O aşk ki hayatta kalma içgüdüsünden daha büyük, daha şiddetli ve daha güçlüydü. Senin için Mehmet diye mırıldandı kendi kendine. Senin için deneyeceğim…
Hücrenin kapısı yavaş yavaş açılırken ve kaçınılmaz son yaklaşırken, cellatlar ve kurban arasındaki engeller birer birer kaldırılırken…
Aynı dünyanın, aynı zaman diliminde farklı insanların farklı dünyalarında farklı karmaşık duyguların farklı bedenlerinde farklı hayatlar yaşanıyordu.
Antonietta. Bir an sol göğsünün derinliklerinde, kalbinin merkezinde bir acı hissetti. İnce bir yanma hissi. Önce kalbinde başladı, sonra şakaklarından tüm bedenine doğru akan yanardağ lavları gibi kıpkırmızı kesiliverdi suratı. Sophia diyebildi!? Kızım!? İyi misin!?
Antonietta Sophia ile görüştükten sonra çok paralar harcayarak birçok avukata danışmış ancak maalesef hiçbirinden de olumlu bir netice alamamıştı. Henüz malum şirkete karşı davayı üstlenme cesaretini gösterebilecek bir avukat bulamamıştı. Ancak her devirde olduğu gibi bu devirde de cesur insanlar vardı ve Antonietta da aradığı avukatı bulmaya çok yakındı. Tabi, eğer Sophia hayatta kalmayı başarabilirse.
Mehmet ise sanki Antonietta ile aynı kalbi paylaşıyormuş gibi aynı acıyı O da önce kalbinde sonra bedeninin her zerresinde, saçlarının kılcal damarlarında hissetmişti.
Mehmet’i de uyku tutmamıştı. Bulunduğu odada konuşacak dertleşecek birisinin olmasına o kadar da çok ihtiyacı vardı ki…
Karşı yatakta yatan hastaya gayri ihtiyari takıldı gözleri. Kim bilir senin hikayen nedir, dedi, sanki Veysel kendisini dinliyormuş gibi. Özledim be adamım. Sophia, ah Sophia… keşke seni oralarda bırakıp kaçmasaydım. Bu düşünceler beni çıldırtmadan önce iyi olup olmadığını mutlaka bilmeliyim. Her geçen anım sanki bir asır burada… acaba nasılsın?... beklemek bana göre değil… hele burası hiç bana göre değil… yok, adamım, kusura kalma, ben gayrı burada daha fazla bekleyip, bilinmezlerin değirmeninde düşüncelerimi öğütmeye hiç niyetli değilim… bana arivederçhi…
Yatağından doğrulup, odanın kapısına doğru adımlamaya başlamıştı Mehmet.
Aynı zaman diliminde başka gölgelerin adımları ile Sophia arasındaki demir parmaklıklar kendini kenara çekmiş, kurbanın son anlarına tanıklık edercesine sessizce beklemekteyti. Önce hangi çığlık karanlığın koynundaki sessizliği bozacaktı. Kurbanın mı yoksa cellatların çığlığı mı?
İlk gölgenin adımı hücrenin içerisine doğru uzanırken, bir anda sanki bir filmin sahnesinden fırlayan aksiyon sahnesi gibi bir gölge hücrenin kapısında duran iki gölgeye ansızın bir ok gibi fırlayarak onları hücrenin dışında birkaç metre öteye fırlatıvermişti. Ve ilk çığlık duyuldu. Kaaaç Sophia! Kooş! Çabuk ol!
Sophia ilk şokunu atlaktıktan birkaç saniye sonra hücrenin dışına doğru hızlıca koşuverdi, kapıdan çıkarken hafifçe yana savrulan saçlarının örttüğü gözlerinin yarı açık kalan tarafıyla kurtarıcısıyla göz göze geldi. Bu bir erkekti. Ve kendisine durmaksızın kaçmasını telkin ediyordu. O bir anlık duraksamanın sonrasında Sophia nereye gideceğini bilemeden cellatların ve kurtarıcının tersi istikametinde koşmaya başladı. Bu arada yerdeki cellatlardan elinde bıçak olan, Sophia’yı kurtaran adama doğru bir hamle yapmak istedi. Ancak görünen o ki adam eğitimliydi ve kendini nasıl koruyacağını biliyordu. İlk hamleyi ustalıkla savuşturduktan sonra cellatlar ile uğraşmaya gerek olmadığını düşünerek Sophia’nın peşinden gitmeye karar verdi.
Bu arada gürültüye uyanan mahkumlar hep bir ağızdan Kan! Kan! Kan! diye bağırırken, hapishanede alarm zilleri çalmaya başlamış, gardiyanlar olaya müdahale için harekete geçmişlerdi bile. Sophia’yı kurtaran adam kendisine kısa sürede yetişmişti. Sophia ise korkudan ve endişeden ne diyeceğini bilemiyordu. Adam, gel benimle, revire sığınacağız. Geceyi orada atlatalım. Sonra konuşuruz demekle yetindi. Güven telkin eden ses tonuna Sophia fazla itiraz edemedi.
Aynı zaman diliminin farklı bir coğrafyasında, Istanbul’un bir köyünde masum bir kız gecenin karanlığında parlayan ışık misali gökteki yıldızları izlemekteydi. Annesi çoktan uyumuştu. Ela ise kendi dünyasıyla baş başa kalmış, Annesi için neler yapabileceğini düşünüyordu.
Kötülüğün dişleri dünyanın bu bölgesinde de gıcırdıyordu. Gecenin rengini kendisine örtü edinmiş bir gölge gizlice ve sessizce Ela’nın bulunduğu eve doğru yaklaşmaktaydı. Bu kişi Saffet’ten başkası değildi. Ela’ya sahip olmayı takıntı haline getirmişti. Ela’yı mutlaka elde etmek, zorla da olsa kendisiyle evlenmek zorunda bırakmak konusunda her türlü fenalığı göze almıştı. Aklına mantığı değil, duyguları, aslında ihtirasları ve hormonları hükmediyordu.
Bu gece! dedi. Bu gece benim olacaksın köylü kızı! Seni o muhtar amcan bile kurtaramayacak!
Ancak bilmiyordu ki Saffet, insan insana sadece sebepti ve her oluşun altında ilahi bir imtihan yatardı. İnsan iyi olacağını zannettiği bir iş için kötü sonuçlarla karşılaşabilir, kötü olarak kabul ettiği bir iş belki de sabrederse hakkında hayırlı bir imtihan olabilirdi.
Saffet ise hedefine kilitlenmiş bir makine gibi bu gece hormonlarının kendisine verdiği komutları takip ediyordu ve o komutlar Saffet!i Ela!nın evinin önüne kadar getirmişti. O fenalığı yapacak mıydı? O son adımı atacak mıydı?
Roma hapishanesinin revirinde gardiyanlar olan biten hakkında Sophia ve kurtarıcısı adamdan olayla ilgili malumat alıyorlardı. Gardiyanlardan birisi ise sonuçlanamayan bu suikast girişiminden pekte mutlu gibi görünmüyordu. Ancak kendisi henüz gölgelerin altında açığa çıkmadan bekliyor ve bir sonraki talimatlar için kendisini saklıyordu.
Diğer taraftan adam ve Sophia daha güvenli hücrelere nakledilirlerken Sophia bir fırsatını bularak adama yaklaştı ve Kimsin sen!? diye sordu.
Konuşacak çok zamanımız olacak. Şimdilik kendine dikkat eyle. Yarın öğle yemeği sırasında çamaşırhanede benimle buluş, demekle yetindi.
Mehmet odanın kapısından o son adımı atarken oda arkadaşının bulunduğu yataktan bir ses geldi; Mehmet hastanın ne söylediğini daha iyi duyabilmek için gayri ihtiyari yatağın bulunduğu tarafa yaklaşırken sesler daha belirgin bir hal almaya başlamıştı. Hasta bir şeyler mırıldanıyordu.
Sanki Veysel’in kendisi değildi konuşan. Bir başkası Veysel’in bedenine girmiş O’nu konuşturur gibiydi.
Bir şiir sanki diye düşündü Mehmet.
Ve tekrarlamaya başladı:
Akşamın sessizliği çökmüş üzerime ve karanlığın örtüsü düşlerime…
Son akşamım ve belki de son yarınım bu şehirde…
Sonsuzluğa doğru giden yolda karşılaştım düşler perisiyle…
Tek ışığımdı simsiyah gecenin koynunda ve dönüş yoktu geriye…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.